Yûsuf HemedÂnî Hazretleri, mutebessim cehreli, yumuşak huylu, merhametli idi. FukarÂya, gariplere, yalnızlara karşı dÂim mutevÂzı ve comert davranırdı. Herkese karşı son derece iltifatkÂr olmasına rağmen, dunyacı ve kibirli kimselere karşı gÂyet vakarlı idi.[1] Muslumanlarla tartışmazdı. Herkese husn-i zan besleyerek arkalarında namaz kılardı. Ehl-i kıbleyi tekfîr etmezdi. Duşmanlarına bile iyi davranırdı.YUSUF HEMEDANİ HAZRETLERİ'NİN GUZEL AHLAKI

AbdulhÂlık GucduvÂnî Hazretleri, murşidi olan Yûsuf HemedÂnî Hazretleri ’nin guzel ahlÂkını şoyle anlatır:

“Bu azîz Şeyh, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in Sunnet-i Seniyye ’sinden zerre kadar ayrılmamıştır. SahÂbe, tÂbiîn, tebe-i tÂbiîn ve selef-i sÂlihîn ’e tÂbî olarak yaşamıştır. DÂim şu mubÂrek sozu soylerdi:

«–Hak yol, Allah Rasûlu Hazret-i Muhammed -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in yoludur. Cunku Âlemlerin Efendisi şoyle buyurmuşlardır: “Ey Ebû Hureyre! İnsanlara benim yolumu (Sunnet ’imi) oğret ve sen de amel et ki kıyÂmet gununde ışık verecek bir nûra kavuşasın!”»

YOLU PAK OLAN BUYUK ŞEYH

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in işareti bu olduğu icin, yolu pÂk olan bu buyuk Şeyh de, dostlarını ve kendisine tÂbî olanları Kitap ve Sunnet ’in muhtevÂsında yaşamaya dÂvet ediyordu. NefsÂnî arzulara uymaktan, bid ’atten, şerîate muhÂlefetten, bÂtıl ve fitne ehli insanların yolundan ve mukallidlerin taklîdinden sakındırıyor, îkÂz ediyordu. Bir defasında şoyle buyurdu:

«–Ey AbdulhÂlık! Bilesin ki sulûk, yani Hak yolundaki yolculuk, iki kısımdır:

Birincisi sulûk-i zÂhirdir ki, dÂim ilÂhî emir ve yasaklara riÂyet etmek, dînî olculeri muhÂfaza etmek ve nefsin arzularından kacınmaktır.

İkincisi de sulûk-i bÂtındır ki, kalbi temizlemeye calışmak ve nefsÂnî sıfatları yok etmek icin gayret sarf etmektir. BÂtın temizliği dedikleri işte budur. Kalp zikrinde sınırsız bir gayret ve azim gerekir ki, kalp Hak TeÂl ’yı zikreder hÂle gelsin!»

Sonra şu tavsiyede bulundular:

«Mutlak Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in yolu uzere ol ve şerîat sınırını bir zerre bile olsa aşma! Dîne aykırı iş yapan bir kimseyi gorunce de ona mÂnî ol!»

504 senesi Ramazan ayının on birinci gunu Selcuklu SultÂnı Sencer, HemedÂnî Hazretleri ’nin muridlerine bir mektup gonderdi. Sultan Sencer, o mektupta şoyle bir talepte bulunuyordu:

«Semerkand buyuklerinin bildirdiğine gore, muhterem şeyh Yûsuf HemedÂnî Hazretleri ’nin yaşı kemÂle ermiştir. Bizim o muhterem zÂtın huzûruna varmaya maalesef fırsatımız yoktur. Zira Suleyman Şah buyuk bir ordu ile bu tarafa gelmektedir. LÂkin dervişlerin tekke masrafları icin helÂl yoldan ihtiyatla kazanılmış 50.000 dinar gonderildi. Siz de bizim işimiz icin FÂtiha okuyunuz. Butun arzumuz, Hazret-i Şeyh ’in ahlÂk ve ahvÂlini yazıp bize gondermenizdir. Cunku duyduğumuza gore, Hazret-i Şeyh ’in yolu ve tavırları, tıpkı sahÂbenin yolu gibiymiş. Mutlak buna ehemmiyet veriniz de duÂcınızı bu nasîb ile şereflendiriniz!»

HAYATINDA MUŞAHEDE EDİLEN GUZEL HALLER

HemedÂnî Hazretleri, onun muşkulunun hallolması icin FÂtiha-i Şerîfe okuyup du etti. Ardından da buyuk bir tevÂzû ve mahviyet ile:

«–Ey dervişler! Bizden hatÂdan başka ne zuhûr etmiştir ki onu Sencer ’e yazıp gonderebilelim?» buyurdu. İleri gelen talebeleri:

«–Efendim! Dervişlerinizin de sizden talebi, ahlÂk ve hÂlinizin yazılmasına musÂade etmenizdir!» deyince, HemedÂnî Hazretleri:

«–O hÂlde bizden, Allah Rasûlu ’nun şerîatine uygun ne gorduyseniz yazın!» buyurdular.

Şeyh Yûsuf HemedÂnî Hazretleri ’nin hayatında muşÃ‚hede edilen guzel hÂllerin bÂzıları şoyledir:

Şeyh Efendi yuruyerek pek cok defa hacca gitmiştir. Coğu gunler oruclu olurdu. CemÂziyelÂhir ayının son on gunu ile Receb ayında oruc tutar ve bunu terk etmezdi. Hak TeÂl ’dan, ibadet ve itaat hususunda muvaffakıyet isterdi.

SalevÂt ve istiğfÂrı cok okur, vitir, teheccud ve tesbîh namazlarını birbirine yakın kılardı. Sabah, işrak, evvÂbîn, teheccud ve istihÂre namazlarına muntazaman devam ederdi. Cok du eder, muridlerine de bunu tavsiye ederdi.

Sadaka ve zekÂt gibi ibadetleri îf ederken tÂrifsiz bir huzur duyardı. ÎtikÂfa girer, kurban keser, kole ÂzÂd etmeyi severdi.

NEFESİNİ TUTARAK KALBİ ZİKİR CEKERDİ

Nefesini tutarak yaptığı kalbî zikrin emÂreleri uzuvlarında zÂhir olurdu. Devam ettiği evrÂdın hÂricinde her farz namazdan sonra YÂsîn-i Şerîf ve bir cuz Kur ’Ân-ı Kerîm tilÂvet ederdi. Namazın iki rekÂtında, bir cuz Kur ’Ân okuduğu olurdu. Fakat cemaate kıldırdığı namazı uzatmazdı. Yolda yururken ve bulduğu her fırsatta Kur ’Ân-ı Kerîm tilÂvetiyle meşgul olurdu.

Allah icin cok sefere cıkardı. KÂfir, hristiyan, ateşperest ve zerduştlerin evlerine gider, onlara Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in fazîletlerini anlatır, Âhiretteki ilÂhî mukÂfat ve mucÂzÂtı beyÂn eder, onların pek coğunun hidÂyetine vesîle olurdu. GunahkÂr insanları da îkÂz eder, hÂllerini duzeltmezlerse onlardan uzak dururdu. Tevbe ettirip yola getirdiği kişilerin sayısı mechuldur.

Mescid, sahrÂ, mahalle, koy ve dağlara da sıkca gider, oranın sÂkinleri olan Turk, Tacik, Arap, efendi, kole, derviş, tuccar, ağa, coban, tanıdık, tanımadık herkese İslÂm ’ın ahkÂmını anlatır, orada konaklayıp gucu yettiğince onlara ilmihÂllerini oğretirdi.

MANEVİ SOHBETLERİ COK FEYİZLİ OLURDU

MÂnevî sohbetleri cok feyizli olurdu. Sık sık dort halîfenin fazîletlerini anlatır, onların menkıbelerini naklederdi. Mektebi vardı, ders verirdi.

Her ay Semerkand ’ın ileri gelenlerini cağırır, onlarla tasavvufî mevzularda sohbetler ederdi. Semerkand ’ın buyukleri de onun sohbetlerine katılırlardı.

Perşembe ve cuma geceleri ile bayram akşamları buyuk zÂtları ziyaret ederdi. Misafirlerine, hangi şehirden geldiklerini, orada dervişlerden kimler olduğunu ve orada medfun bulunan sûfîlerin isimlerini sorardı.

Gozu yaşlı idi. CenÂb-ı Hakk ’a tÂzîmi sebebiyle omrunde bir kez bile ayaklarını uzatmamıştı. Hak TeÂl ’nın korkusu ile ağlardı. Kur ’Ân Âyetlerinde bildirilen ilÂhî tehditlerden korkar, buna karşılık ilÂhî mujde ve vaatlerle de umitvÂr olurdu. Kalbi dÂim «beyne ’l-havfi ve ’r-rec» (yani AllÂh ’ın gazabına dûcÂr olma korkusu ve O ’nun rahmetine nÂil olma umidi arasında bir denge) hÂlinde idi.

Mushaf, seccÂde, tarak, misvak ve havluyu yanında taşırdı. Devamlı abdestli bulunur, ozursuz olarak cemaatle namazı terk etmezdi. Kimden daha cok cef ve eziyet gormuşse, ona daha iyi davranırdı. Zira CenÂb-ı Hak şoyle buyurmaktadır:

«İyilikle kotuluk bir olmaz. Sen kotuluğu en guzel bir tarzda onlemeye calış. O zaman (goreceksin ki), seninle arasında duşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiştir.» (Fussilet, 34)

HELAL YİYEN VE HELAL İŞTE CALIŞANLARI DOST EDİNİRDİ

KerÂmet ve velîliğini gizlerdi. Mu ’minlerden onu kim dÂvet ederse, zengin-fakir, kuvvetli-zayıf ayırt etmeden îcÂbet ederdi. Hic kimseyi ve hicbir şeyi kucuk gormez, hafife almazdı. Hic kimseye karşı ovunmezdi. Zengini, zenginliğinden dolayı fakire tercih etmezdi. DÂim sahÂbenin fakir ve zenginlerinin hÂllerini anlatır, muridlerine de onlara tÂbî olmayı emrederdi.

Kabir ziyaretine cok gider, kabir ehline selÂm verir, Âyet ve hadislerde nakledilen duÂlardan okurdu. Bilhassa Kusem bin AbbÂs -radıyallÂhu anhumÂ- ’nın kabrini cokca ziyaret ederdi. Olumu, kıyÂmeti, can vermeyi, kabir suÂlini, tekrar dirilmeyi, amel defterini okumayı, mîzÂnı ve sırÂtı cok hatırlar ve ağlardı. Sû-i hÂtimeden korkardı. Her an olume hazırlıklı olmaya calışır; dÂim esas hayatın Âhiret hayatı olduğunun şuur ve idrÂki icinde yaşardı.

Gecimini temin etmek icin cizme îmÂlÂtı ve ciftcilik yapardı. HelÂl yiyen ve helÂl işte calışanları dost edinirdi. Tembellik ederek başkalarının sırtından gecinmek isteyenleri îkÂz eder, calışıp kazanmanın ilÂhî bir emir olduğunu soylerdi. Halkı helÂlinden yiyip giyinmeye ve helÂl yolda calışmaya teşvik ederdi. Kimsenin nasîbine ve lokmasına mÂnî olmazdı.

Hak TeÂl ona ne verdiyse, fakirlere, yetimlere, gariplere ve yoksullara infÂk eder, onları koruyup kollardı. Omrunde hic kimseden bir şey istemeyip mustağnî kalır, muridlerine de bunu tavsiye ederdi. DÂim CenÂb-ı Hakk ’a tevekkul ve teslîmiyet hÂlinde yaşar, hicbir zaman dunya menfaatine tenezzul etmez, dunyaya meyledenlere de nasihatte bulunurdu. Gumuş ve altın kaplardan abdest ve gusul almazdı. Odasında hasır, kece (kepenek), ibrik, iki yastık ve kazandan başka bir şey yoktu.

Carşı-pazarlara az gider ve oralarda pişen yiyeceklerden yemezdi. Yemeğini de yağsız yer; coğunlukla da yediği, kuru ekmekle sirke olurdu. Aclıktan ve riyÂzattan dolayı beli bukulmuştu. Nefsine karşı surekli mucÂhede hÂlinde idi.

Mu ’minlerle birlikte aynı kaptan yemek yer, yemekten once ve sonra ellerini yıkardı. Yemeğin başında «bismillÂh», sonunda «el-hamdu lillÂh» derdi. Yemeğe tuzla başlar, tuzla bitirirdi.

KONUŞURKEN ASLA "BEN" DEMEZDİ

Allah TeÂl ’yı anmadan yemek yemez ve şoyle buyururdu:

«–Lokma yemek, tohum ekmek demektir. Tohumu feyizli bir idrÂk icinde ve uyanık olarak atmak gerekir ki gıd tÂate donuşsun!»

İnsanı kufre goturecek sozleri acıklar ve; «AllÂh ’ım! Sana bir şeyi şirk koşmaktan yine Sana sığınırım. Bilmediğim hususlarda Sen ’den mağfiret diliyorum. Şuphesiz Sen gizlileri en iyi bilensin!» diye du ederdi.

Kendi şeyhinin huzûrunda teedduben konuşmazdı. Konuşurken asl «ben» demezdi. Eğer ihtiyac olursa «ben» yerine «Ã‚ciz, bîcÂre» gibi mutevÂzı ifÂdeler kullanırdı. Hic kimseye incitici bir soz soylemezdi. Sozleri tatlı ve yumuşak idi. Hicbir şeye ve hic kimseye lÂnet ve beddu etmezdi. Muridlerini insan eti yemekten (gıybetten) ve cok konuşmaktan men ederdi. Kendisi de az ve oz konuşurdu. Hic kimseye beddu etmez, karşılaştığı her mu ’mine selÂm verir, huzûruna gelen herkes icin nezÂketen ayağa kalkardı. Kimi gorse «HÂce» (yani efendi) diye hitÂb ederdi.

CİN, İNSAN VE ŞEYTAN DUŞMANLARINA KARŞI KALP ZİKRİNİ TAVSİYE EDERDİ

DÂim tefekkur hÂlinde ve mahzun idi. Gulduğunde de yuksek sesle gulmez, sadece tebessum ederdi. Yalnızlık ve uzleti tercih ederdi.

Meclislerde herkese umûmî konuşurdu. Meclis ve tekkeye sağ ayakla girip sol ayakla cıkardı. Yemeği sağ elle yer, başı acık olarak namaz kılmaz ve yemek yemezdi. Yuksek sesle Kur ’Ân okumazdı. Bir gunde defalarca abdest bozsa, yine abdest tazeler ve bir an bile abdestsiz durmazdı. Maddî-mÂnevî her tehlikeden AllÂh ’a sığınırdı. Bilhassa cin, insan ve şeytan duşmanlarına karşı muridlerini îkÂz eder:

“–Bu duşmanlar, her zaman abdestli olmak ve dÂimî kalp zikri ile defedilebilir!” derdi.

Bir kimseden az bir iyilik gorse, karşılığını iki kat verirdi. Yanında dÂim hurma, iri kuru uzum ve kurabiye bulundurur, bunları yanına gelen her ziyaretciye ikram ederdi.

Yururken onune bakardı. Halkın tarlasından yurumezdi. Yoldan eziyet verici şeyleri kaldırırdı. Kendi işini kendi yapar, değirmene kendi giderdi.

Şehîd olarak Rabbine kavuşmayı cok arzu ederdi. Dostlarından birinin cihÂd ederken şehîd duştuğunu duyarsa gıyÂbî cenÂze namazını kılardı.

Gonulden seven ve sevilen bir Hak dostu idi. İhlÂs, takvÂ, sıdk ve saf ehliydi. DÂim Hakk ’a şukreder, değişen şartlardan asl şikÂyetci olmaz, «rÂdıyye» hÂlinde yaşardı. Hakk ’ın taksîmine ve takdîrine tam bir rız ve teslîmiyet gosterirdi. Devamlı baş ağrısı cekmesine rağmen bir defa bile hÂlinden şikÂyet etmezdi. Bir gun:

«–Bana bu dert verileli 43 sene oldu.» buyurmuş ve ilÂve etmişti:

«–SahÂbeden de dÂim dertli olanlar vardı ama hÂllerini halktan gizliyorlardı.»

MUSLUMANLARLA TARTIŞMAYAN ALLAH DOSTU

Hazret, hic kimseye haset etmezdi. Soğuktan da, sıcaktan da şikÂyet etmezdi. Butun mahlûkattan rÂzı idi. Bitkileri aziz bilir, onların bulunduğu yere bevletmez ve tukurmezdi.

Muslumanlarla tartışmazdı. Herkese husn-i zan besleyerek arkalarında namaz kılardı. Ehl-i kıbleyi tekfîr etmezdi. Kucuk-buyuk herkesin cenÂze namazını kılardı. Duşmanlarına bile iyi davranırdı.

Sohbet ve hizmet kardeşlerine karşı îsÂr ehli idi, onları kendisine tercih ederdi. Hastaları ziyaret eder, ihtiyac sahibine yardım eder, borc verir ve geri istemezdi.

İşlerinde acele etmez, belÂya sabreder, sırrını ehil olmayanlara acmazdı. Bir sÂlih amele ve hizmete yetişemezse uzulur ve istiğfÂr ederdi. Her akşam o gunun muhÂsebesini yapardı. Elbisesini necÂsetten titizlikle korurdu. Sozunun eri idi. Burnuna guzel bir koku ulaşınca salevÂt-ı şerîfeyi ve şu duÂları cok okurdu:



«Allah ’tan başka ilÂh yoktur. O, Âlemlerin sahibi, gercek varlık, apacık ve zÂhir olan, kullarına hakîkati beyÂn edendir.

Azamet sahibi olan AllÂh ’ı butun noksan sıfatlardan tenzîh ederim ve O ’na hamd ederim. Butun gunahlardan dolayı Allah ’tan af dilerim ve tevbe edip O ’na yonelirim.»”[2]



[1] Bkz. Huseyin Vassaf, Sefîne-i EvliyÂ, c. II, s. 6.

[2] Bkz. GucduvÂnî, MakÂmÂt, s. 38-47.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan