Kur ’Ă‚n ve sunnete derin bir muhabbet ve itaatle temĂ‚yuz ederek altı yuz yıl İslĂ‚m ’ın sancaktarlığını îfĂ‚ eden ve dunyaya İslĂ‚m ’ın guler yuzunu gostererek hak ve hukuk tevzî etme şerefine nĂ‚il olan mubĂ‚rek ecdĂ‚dımız Osmanlı ’nın, Peygamber Efendimiz ’e karşı sahip olduğu gonul hassĂ‚siyetleri, meydana getirdikleri yuksek medeniyetten daha muhteşemdir.Her Peygamber Ă‚şığının yakından gormek icin can attığı Peygamber Efendimiz ’in kabr-i şerîfinin uzerine ilk kubbeyi Memluk SultĂ‚nı Kayıtbay inşĂ‚ ettirmiştir. Mescidin yıpranan yerlerinin tamiri ve bugunku yeşil kubbeyi inşĂ‚ ettirme şerefi ise Osmanlı Sultanlarından II. Mahmud ’a nasîb olmuştur.

2. MAHMUD YEŞİL KUBBEYİ ONARIYOR AMA NASIL?

II. Mahmud, kubbenin yenilenmesi soz konusu olunca İstanbul ’dan işinin ehli mimar ve ustalar gonderir. Bu mimar ve ustalar, Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in makĂ‚mının uzerindeki kubbenin tamirĂ‚tını nasıl yapmaları gerektiği husûsunda once derin derin duşunurler. Cunku mevcut kubbenin uzerine cıkılacak ve tuğlalar sokulerek yeniden inşĂ‚ edilecektir. Peygamberler Sultanı -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in rûhĂ‚niyetini rahatsız edecek en ufak bir kabalığa veya edebe mugĂ‚yir bir harekete mahal vermeden bu nĂ‚zik vazîfe yerine getirilecektir. Yaptıkları istişĂ‚renin sonunda şu karara varırlar:

“Biz bu inşaat esnĂ‚sında hic dunya kelĂ‚mı konuşmayalım. MeselĂ‚ tuğla istediğimizde «•/ Allah!», su ibriğini istediğimizde «• / Bismillah!», cekic istediğimizde «• / LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llah!» diyelim…

İşte Kubbe-i HadrĂ‚ / Yeşil Kubbe, boyle bir zikir meclisi rûhĂ‚niyeti icinde, buyuk bir tĂ‚zîm ve hurmetle inşĂ‚ edildi. Ayrıca Mescid-i Nebevî ’nin tamirinde vazîfe alan ustalar, her taşı abdestli olarak ve besmele ile yerine koydular. HattĂ‚ bir civi cakmak îcĂ‚b ettiğinde, gurultu cıkarmasın diye cekiclerine kece bağladılar.

18. asrın sonlarında Derviş Ahmed PeşkĂ‚rîzĂ‚de tarafından kaleme alınan “Tayyibetu ’l-EzkĂ‚r” isimli hĂ‚tıratta, Ravza-i Mutahhara ’da gozetilen edep, hurmet ve nezĂ‚ket şoyle nakledilmektedir:

“Yatsı namazı kılınıp cemaat gittikten sonra, Ravza vazîfelileri olan ağalar ellerine birer fener alıp Harem-i Şerîf ’i koşe koşe gezer ve BĂ‚bu ’s-SelĂ‚m ’a gelip kapıyı kapatırlar. Eğer iceride bir kimse gorurlerse; « • / Bismillah!» diyerek dışarı cıkmasını işĂ‚ret ederler. Zira Harem-i Şerîf ’te dunya kelĂ‚mı olmaz. Eğer Hucre-i Şerîf ’te bir kimse olursa, ona da; «•/ LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llah! » diye seslenirler.

Guneşin doğmasına uc saat kala, (yani teheccud vakti girince) muezzinlerin reisi kapının dışında bir kere; «• / LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llah!» diye nidĂ‚ eder. İcerideki nobetciler bunu duyunca; «• / Muhammedu ’r-Rasûlullah…» diye seslenirler ve sonra kapıyı acarlar.”

Şuphesiz ki ecdĂ‚dımızın butun bu zarĂ‚fet ve nezĂ‚ketinden almamız gereken dersler bulunmaktadır. Bunlardan biri de, bilhassa Hac veya Umre ’ye gidip Peygamber Efendimiz ’i ziyĂ‚ret edenlerin, orada dunya kelĂ‚mı etmeyip boş sozleri terk etmeleri, dillerini ve gonullerini zikrullĂ‚h ile yıkamaları, sukûnet ve edep icerisinde, salevĂ‚t-ı şerîfelerle huzûr-i RasûlullĂ‚h ’a yuz surmeleri gerektiğidir.

Yakın donem KĂ‚dirî şeyhlerinden, Medîne-i Munevvere ehli ZiyĂ‚eddin Efendi, o mubĂ‚rek makĂ‚ma gelenlere şu nasihatte bulunurlardı:

“Buraya gelen kimse, ayak ucuna bakarak Ravza ’ya girmeli ve ayak ucuna bakarak evine, istirahatine donmelidir.”

Yani carşı-pazarın dunya telĂ‚şıyla meşgul olarak gonlundeki rûhĂ‚niyeti bozmamalı, orada hangi makamda bulunduğunu hatırından cıkarmamalıdır.

İSTANBUL ’DAN MEDÎNE-İ MUNEVVERE ’YE UZANAN BİR TREN YOLU

EcdĂ‚dımızın Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e olan hurmet ve tĂ‚zîminin diğer bir misĂ‚li de şudur:

II. Abdulhamid Han, İstanbul ’dan Medîne-i Munevvere ’ye uzanan bir tren yolu yaptırmış ve istasyonlarını da Peygamber Efendimiz ’in seferlerinde konakladığı yerlere inşĂ‚ ettirmiştir. Ayrıca Medîne tren istasyonunu Nebiyy-i Muhterem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in rûhĂ‚niyetini rahatsız etmemek icin Ravza ’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medîne icerisinde bulunan butun raylar, -uzerinden vagonlar gectikce gurultu cıkarmasınlar diye- kece ile kaplanmıştır.

Osmanlı ’nın bu mukaddes beldelere yaptığı her hizmet, ŞĂ‚ir NĂ‚bî ’nin;

“Sakın terk-i edebden kûy-i Mahbûb-i HudĂ‚ ’dır bu…” na ’tinde dĂ‚vet ettiği edep, hurmet, muhabbet ve hassĂ‚siyetin muşahhas birer ifĂ‚desi mĂ‚hiyetinde idi.

Mukaddes beldelerde Allah Rasûlu ’ne hurmet ve muhabbetin en mustesnĂ‚ numûnelerini sergileyen ecdĂ‚dımız, kendi memleketlerinde de Harameyn ’in rûhĂ‚niyetini taşıyan bir bĂ‚d-ı sabĂ‚ misĂ‚li, pek cok guzelliği orf hĂ‚line getirmişlerdir.

Allah Rasûlu ’ne muhabbeti ve dolayısıyla îman heyecanını zinde tutmak gĂ‚yesiyle, cĂ‚milerde icĂ‚zetli kimseler tarafından cemaate uc kitabı okumak bir orf hĂ‚line getirilmişti. Bu uc kitaba -hurmeten- “şerîf” sıfatı verildi. Bunlar; BuhĂ‚rî-i Şerîf, ŞifĂ‚-i Şerîf ve Mesnevî-i Şerîf idi.

MUKADDES KELAM VE EMANETLERDE TİTİZLİK

Temelinde Kur ’Ă‚n ’a hurmet ve tĂ‚zîmin bulunduğu Osmanlı ’nın, “mukaddes emanetler”i Ă‚deta baş tĂ‚cı etmesi de eşsiz bir muhabbet numûnesidir. Yine Osmanlı, Allah icin savaşan her askerine “Mehmetcik” adını vererek onların her birine kendi imkĂ‚n ve istîdatları dĂ‚hilinde bir “Muhammedî” olabilme idealini telkin etmiştir.

Ayrıca Osmanlı ’da Mevlid kandilleri de apayrı bir ihtişam icinde kutlanmıştır. Efendimiz ’e Ă‚it bir sakal-ı şerîf, Medîne-i Munevvere ’den hurma, Mekke-i Mukerreme ’den Zemzem getirilir, Efendimiz ’in hĂ‚tıralarından teberruk coşkusu icinde o kandiller ihyĂ‚ edilirdi. Mevlid-i şerîfin, kutlu doğumu tasvîr eden velĂ‚det bahrinde, butun cemaat hurmeten ayağa kalkar, Ă‚deta Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- o an teşrîf ediyormuşcasına bir vecd icinde hep birlikte salĂ‚t u selĂ‚mlar okunurdu…

Ne ibretlidir ki Osmanlı, selĂ‚tîn cĂ‚milerde daima bir “Ă‚mĂ‚ muezzin” bulundurmaya da itinĂ‚ gostermiştir. Nitekim yakın zamana kadar Suleymaniye, FĂ‚tih gibi cĂ‚milerde bunların orneklerine rastlanmakta idi. Bu husus, ekseriyetle sıradan bir tesĂ‚duf zannedilip pek de uzerinde durulmaz. HĂ‚lbuki bunun temelleri tĂ‚ asr-ı saĂ‚dete dayanıyordu. Zira Mescid-i Nebevî ’de BilĂ‚l-i Habeşî ’nin yanı sıra Rasûl-i Ekrem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in diğer bir muezzini de, Ă‚mĂ‚ sahĂ‚bî Abdullah ibn-i Umm-i Mektûm -radıyallĂ‚hu anh- idi.

İşte Allah Rasûlu ’nun bu azîz hĂ‚tırasını yaşatmak ve sunnetini ihyĂ‚ etmek gĂ‚yesiyle ecdĂ‚dımız da yakın zamana kadar buyuk selĂ‚tîn cĂ‚mîlerde, Ă‚mĂ‚ bir muezzin bulundurma nezĂ‚keti gostermişlerdir.

Şuphesiz ki butun bu edep ve incelikler, Osmanlı ’nın hicbir millete nasîb olmamış bir ihtişamla altı asır pĂ‚yidĂ‚r olmasının mĂ‚nevî istinadlarındandır.

CenĂ‚b-ı Hak, ecdĂ‚dımızın gonul inceliklerini bizlere de nasîb eylesin! Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ile kalbî irtibĂ‚tımızı dĂ‚im kılsın! O ’nun sunnetini, hayatımızın mihveri eylesin! Habîbi hurmetine bizleri af ve merhametine nĂ‚il kılsın… Âmîn!

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2009 – Mayis, Sayı: 279, Sayfa: 032

Osmanlı'da Peygamber Efendimiz'e Muhabbet
İslam ve İhsan