Hz.Mûsa (as) Allah (cc) ile konuşmak icin kavminin yanından ayrılıyor ve daha sonra kardeşi ve peygamber olan Hz. Harun ile kavmi onu beklemeye başlıyor. Bundan sonra meydana gelen 'samiri ve altın buzağı' olayı...İsrĂ‚îloğulları, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ile birlikte Kızıldeniz ’den gectikten sonra, sığırbaşı şeklinde putlara tapan bir kabîleye rastlamışlardı. Hazret-i MûsĂ‚ ’ya:

“–Sen de bize boyle bir ilĂ‚h yap da, ona ibĂ‚det edelim!” demişlerdi.

MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ise, kendilerine nasîhat etmiş ve bunun buyuk bir şirk olduğunu bildirmişti. Onlar da pişman olup tevbe etmişlerdi.

Ancak MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, HĂ‚rûn -aleyhisselĂ‚m- ’ı kendi yerine vekîl bırakıp Tûr Dağı ’na gittikten sonra, onlara karşı îmansızlığını gizleyen SĂ‚mirî isimli nankor bir yahûdî, Hazret-i MûsĂ‚ ’nın yokluğunu fırsat bilerek halktan altın topladı ve bir buzağı yaptı. Sonra da:

“–Bu MûsĂ‚ ’nın ilĂ‚hıdır! Fakat MûsĂ‚, tanrısını unuttu!” deyip halktan buzağıya tapmalarını istedi.

SĂ‚mirî, sanatkĂ‚r bir kimseydi. Buzağıyı oyle ustalıkla yapmıştı ki, icine ruzgĂ‚r girdiğinde canlıymış gibi boğuruyordu. Bunu buzağıda actığı deliklerle sağlamıştı ve ruzgĂ‚rın şiddetine gore kaval gibi sesler cıkıyordu. Ardında da SĂ‚mirî:

“–Bakın ilĂ‚hınız sizinle konuşuyor!” diyordu.

Boylece SĂ‚mirî, onun tanrı olduğunu halka telkîn ederek, bir kısım İsrĂ‚îloğulları ’nı hak dinden uzaklaştırdı. HĂ‚rûn -aleyhisselĂ‚m- kendilerine ısrarla îkazda bulundu, fakat dinlemediler.

Bu hĂ‚l, Ă‚yet-i kerîmelerde şoyle beyan buyrulur:

“Hakîkaten HĂ‚rûn, onlara daha once:

«–Ey kavmim! Siz bunun yuzunden sĂ‚dece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şuphesiz cok merhametli olan AllĂ‚h ’tır. Şu hĂ‚lde bana uyunuz ve emrime itĂ‚at ediniz!» demişti.” (TĂ‚hĂ‚, 90)

“Onlar:

«–Biz, MûsĂ‚ aramıza donunceye kadar buna tapmaktan aslĂ‚ vazgecmeyeceğiz!» dediler.” (TĂ‚hĂ‚, 91)

(O sırada Tûr ’da bulunan Hazret-i MûsĂ‚ ’ya) AllĂ‚h buyurdu:

«–Sen ’den sonra Biz, kavmini (HĂ‚rûn ile kalan İsrĂ‚îloğulları ’nı) imtihĂ‚n ettik ve SĂ‚mirî onları yoldan cıkardı.»” (TĂ‚hĂ‚, 85)

(Tûr ’a giden) MûsĂ‚ ’nın arkasından kavmi, zînet takımlarından, boğurebilen bir buzağı heykeli (yaparak onu tanrı) edindiler. Gormediler mi ki, o, kendileriyle ne konuşuyor, ne de onlara yol gosteriyor? (Acziyetine rağmen) onu (tanrı olarak) benimsediler ve zĂ‚limler oldular.” (el-A ’rĂ‚f, 148)

“MûsĂ‚, kızgın ve uzgun bir hĂ‚lde kavmine donunce:

«–Benden sonra arkamdan ne kotu işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?» dedi.

TevrĂ‚t levhalarını yere attı ve kardeşi (HĂ‚rûn ’un) başını tutup kendine doğru cekmeye başladı. (Kardeşi):

«–Anam oğlu! Bu kavim, beni cidden zayıf gorduler ve nerede ise beni oldureceklerdi. Sen de duşmanları bana guldurme ve beni bu zĂ‚lim kavimle beraber tutma!» dedi.” (el-A ’rĂ‚f, 150)

(MûsĂ‚):

«–Ey HĂ‚rûn! Sana ne engel oldu da, bunların dalĂ‚lete duştuklerini gorduğun vakit benim yolumu tĂ‚kip etmedin? Emrime Ă‚sî mi oldun?» dedi.

(HĂ‚rûn):

«–Ey annemin oğlu! Sacımı sakalımı cekme! Ben Sen ’in: “İsrĂ‚îloğulları ’nın arasına ayrılık duşurdun; sozumu tutmadın!” demenden korktum.» dedi.” (TĂ‚hĂ‚, 92-94)

Hazret-i MûsĂ‚ ile Hazret-i HĂ‚rûn, ana-baba bir kardeştirler. Durum boyle olduğu hĂ‚lde, HĂ‚rûn -aleyhisselĂ‚m- ’ın “anam oğlu” demesinin sebebi, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’ın merhametini celbetmek icindi. ZîrĂ‚ ana, hem baba ve kardeşten daha şefkatliydi, hem de onların anneleri, AllĂ‚h ’a îmĂ‚n etmiş ve oğullarının sevgi ve hurmetlerini kazanmış sĂ‚liha bir anneydi.

(MûsĂ‚ da «–Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine kabûl et! ZîrĂ‚ Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!» dedi.” (el-A ’rĂ‚f, 151)

(Sonra) MûsĂ‚, ofkeli ve uzuntulu olarak kavmine dondu:

«–Ey kavmim! Rabbiniz size guzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu hĂ‚lde size zaman mı cok uzun geldi, yoksa ustunuze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan va ’dinizden dondunuz!» dedi.” (TĂ‚hĂ‚, 86)

“Dediler ki:

«–(YĂ‚ MûsĂ‚!) Biz sana olan va ’dimizden, kendi kudret ve irĂ‚demizle donmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısırlıların) zînet eşyĂ‚sından bir takım ağırlıklar yuklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde SĂ‚mirî de atmıştı.»

(SĂ‚mirî ’nin telkîni ile zînetleri eritmek ve buzağı yapmak icin ateşe attılar.)

Bu adam, onlar icin boğurebilen bir buzağı heykeli îcĂ‚d etti. Bunun uzerine:

«–İşte bu, sizin de, MûsĂ‚ ’nın da tanrısıdır, fakat onu unuttu.» dediler.” (TĂ‚hĂ‚, 87-88)

Hazret-i MûsĂ‚, onlardan bu cirkin işlerinden dolayı tevbe etmelerini istedi. Tevbe şartının da, cok pişman olmak ve olum olduğunu bildirdi. Onlar da:

“–Sabrederiz!” dediler ve hukmu beklediler.

“MûsĂ‚ kavmine dedi ki:

«–Ey kavmim! Şuphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kotuluk ettiniz. Onun icin Yaratanınıza tevbe edin ve nefslerinizi oldurun! Oyle yapmanız, Yaratıcınızın katında sizin icin daha iyidir. Boylece AllĂ‚h tevbenizi kabûl etmiş olur. Cunku acıyıp tevbeleri kabûl eden ancak O ’dur.” (el-Bakara, 54)

Oldurecek olanlar, olduruleceklerin başında ellerinde birer kılıc olduğu hĂ‚lde beklemeye başladılar. Her puta tapanın ardında, emir gelince onun boynunu vurmak uzere bir kişi vazîfelendirilmişti. HattĂ‚ bunların icinde birbirlerine akrabĂ‚ olanlar dahî vardı:

“PişmĂ‚n olup da kendilerinin gercekten sapmış olduklarını gorunce:

«–Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bağışlamazsa, mutlakĂ‚ ziyĂ‚na uğrayanlardan olacağız!» dediler.” (el-A ’rĂ‚f, 149)

Bunun uzerine Hazret-i MûsĂ‚ ve Hazret-i HĂ‚rûn, şefkatlerinden dolayı ağlayarak duĂ‚ ettiler. Âyet indi ve tevbeleri kabûl oldu:

“Kotulukler yaptıktan sonra ardından tevbe edip de îmĂ‚n edenlere gelince, şuphesiz ki o (tevbe ve îmĂ‚ndan) sonra, Rabbin, elbette bağışlayan ve merhamet edendir.” (el-A ’rĂ‚f, 153)

Ve AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, şoyle buyurdu:

“O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şukredersiniz diye sizi affettik.” (el-Bakara, 52)

Bundan sonra MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- SĂ‚mirî ’ye dondu:

“«–Ya senin zorun neydi, ey SĂ‚mirî?!» dedi.

O da:

«–Ben, onların gormediklerini gordum. ZîrĂ‚, o elcinin izinden bir avuc (toprak) alıp onu (erimiş mucevherĂ‚tın icine) attım. Bunu boyle, nefsim bana hoş gosterdi.» dedi.” (TĂ‚hĂ‚, 95-96)

Mufessirlere gore, SĂ‚mirî ’nin, halkın gormeyip de kendisinin gorduğunu ve izinden bir avuc toprak aldığını iddiĂ‚ ettiği elci, Hazret-i MûsĂ‚ ’nın huzûruna gelen CebrĂ‚îl ’di. SĂ‚mirî, onun atının bastığı yerlerin yeşerdiğini gormuş, izinin toprağından bir avuc alıp altınları erittiği ateşe atmıştı.

“MûsĂ‚:

«–Cekil git! Artık sen, hayĂ‚tın boyunca: “Bana dokunmayın!” diyeceksin. Ayrıca senin icin, kurtulamayacağın bir cezĂ‚ gunu var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemîn ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parca parca edip denize savuracağız!» dedi.” (TĂ‚hĂ‚, 97)

RivĂ‚yete gore, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’ın Ă‚yet-i kerîmedeki bedduĂ‚sından sonra SĂ‚mirî, hakîkaten ağır ve bulaşıcı bir hastalığa yakalandı ve omru boyunca insanlardan uzak durmak zorunda kaldı.

“Buzağıyı tanrı edinenler var ya, işte onlara mutlakĂ‚ Rabblerinden bir gazap ve dunyĂ‚ hayĂ‚tında bir alcaklık erişecektir. Biz iftirĂ‚cıları boyle cezĂ‚landırırız.” (el-A ’rĂ‚f, 152)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-2, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan