Osman Nûri Topbaş Hocaefendi 1950-60 ’lı yıllardaki manevî manzaraları ve Kur ’Ân HÂdimi Hafız Fahri KİĞILI'yı anlatıyor.


1950-60 ’LI YILLARDAN MANEVÎ MANZARALAR

Cok muhterem beyefendiler, muhtereme hanımefendiler!

Ben bir hatırayla başlayacağım. Yani 1950 ile 60 arasındaki Turkiye nasıldı, İstanbul nasıldı, hocaefendiler nasıldı? İlk İmam Hatip talebelerinden biriyim ben de, nasıldı?..

Şu bakımdan, cunku oradaki, o zamanki hocaefendilerin değeri… Onlar nasıl bir bedel odedi? Nasıl îmanlarının bedelini odedi?

MÂlum, CenÂb-ı Hak Kur ’Ân ’da “قَرْضًا حَسَنًا” buyuruyor, “guzel borc” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11; el-MÂide, 12…)

Nasıl, zor mekÂnlarda calışan memurlara mahrumiyet primi verilir; CenÂb-ı Hak da o zor zamanlarda gayret eden mu ’minlere “قَرْضًا حَسَنًا: guzel borc” buyuruyor.

1950-60 yılları arasında, İstanbul ’daki mÂnevî manzaralar nasıldı?

Kur ’Ân-ı Kerîm oğretimi, hocaefendiler ve hocahanımlar nasıldı?

Ben kendimden misal vereceğim. 7-8 yaşımdayken… Erenkoy ’de doğmuştuk. O zaman cok tenhaydı Erenkoy. Hocahanıma giderdik. Hocahanımın bir ahşap bir evi vardı, her tarafı sallanan. Uzaktan bir bekci gecerdi.

“–Oğlum, yatın yere!” derdi. Biz yatardık. Bekci oradan gecerdi, biterdi.

“–Oğlum, bekci gecti, başınızı kaldırın.” derdi.

ŞÃ‚yet eğer, hocahanım eğer yakalansa, karakola goturulur, kimse de soramazdı. Yani nasıl bir “قَرْضًا حَسَنًا”…

Rahmetli peder de anlatır Musa Efendi:

“Bize de babam derdi, Kadınhanı ’ndan Konya ’dan bir hocaefendi getirdi. Bize de orada bodrumda Kur ’Ân-ı Kerîm oğretirdi. Gunduzleri de bahceyi sulardı, yani bir bahcıvan sıfatı icinde bulunurdu.”

EzÂn-ı Muhammedî kendi lisanına doneceği zaman -tahmin ederim 1951 yıllarındaydı- o zaman rahmetli annem dedi ki:

“–Bugun dedi, bir ezan dinleyeceğiz ilk defa.” dedi.

Hatt bu gece -o gun bir cocuktum ben- hanımlar dediler ki:

“–Bu gece yatmayalım dediler, yatmayalım, kacırmayalım, ilk defa bir ezan-ı Muhammedî dinleyelim.”

İstanbul İmam Hatip Okulu acıldı. Ben ikinci devre, yani ikinci sene talebesiyim. Oradan da biraz bahsetmek istiyorum:

Vef ’da acıldı. Orayı bir ortaokul terk etmişti. “Burada tedrisat yapılmaz.” diye. Camları kırıktı, ahşap. Karton konuyordu camlarına. Merdivenden cıkarken tırabzanlar yoktu. Her basamaktan ayrı bir ses cıkıyordu. Yani bina -hemen hemen- yani bir şey durumdaydı, yıkılacak durumdaydı. Fakat caresizdik o zaman.

Hocaefendiler o zaman:

CelÂl Okten hocamız vardı. Onun cok buyuk emeği gecti. Parkinson hastasıydı. Bir kardeşimizin kolunda gelirdi.

O zamanki hocaefendilerin durumu, son bir Osmanlı bakıyeleriydi. Yani nasıl bir damat, gelin, aile, bir duğun gunu sevinir, heyecanlanır, onlar da o şekilde bir heyecan yaşıyorlardı. Hocamız da bilirler, beraberdik, bir heyecan yaşarlardı. Hatt CelÂl Hocamız o kadar şeydi ki bir, onun acılışı… Ne kadar Millî Eğitim ’e gitti geldi. Ne kadar cevrildi. En sonunda dedi:

“–Tamam mı, acabilir miyim?” dedi.

“–Acabilirsin Hoca!” deyince,

“–Bakın demiş, benim yuzume tukurulse her seferinde, yine bu okulu acmak icin, bu mektebi acmak icin gelirdim.”

Bir heyecan, îman heyecanı…

Bize de bir sene, o zaman İmam Hatiplerin dorduncu sınıfında Usûl-i Fıkıh dersi vardı. Aradan yarım asırdan fazla gecti, hÂl o… Ticarete atıldık vs. ondan sonra. Fakat o Hocaefendi ’nin okuduğu dersten bazı cumleler hatırımda. Mesel bize;

“Teklifin şartı, memurun-bih ’in kudretidir. Eğer memurun-bih ’in kudreti yoksa, teklif, teklif-i mÂl yutak ’tır.”

TÂ, o zaman, 50 sene kusur sene evvel, hatırımda kalan, Hocaefendi ’nin dersinden bir cumle.

O zaman kitap da yoktu. Başka bir okuldan bir teksir bulunmuştu, yarımı cıkar, yarımı cıkmaz, o teksirde Hocaefendi bize usûl-i fıkıh notlarını verirdi.

Bir Huseyin Hocamız vardı. Huseyin Karagoz soyadı. Bu hocamız, derdi:

“–Oğlum ben sabahleyin 7 ’de geleceğim. Kamış kalem getireceğim, cini murekkebi getireceğim. Hatta calışmak isteyenler buyursun, ben hatta calıştırayım.”

8 ’de yemek verilecek talebeye. Aşağı iner, yemekhanede bulgur corbasını kendisi dağıtırdı. Ertesi gun, halden bir iki teneke zeytin yağı alırdı. Tabaklara zeytinyağı konurdu. Sırf zeytin yağı olarak, zeytin yağıyla ekmek verilirdi.

Haftada bir iki gun kurban gelirdi. Daha ziyade o zaman halden gidip biraz kalıntı sebzeler alınırdı. O iki kurban eti 300-400 talebenin yemeğine konurdu. Hatt arkadaşlar iyice boyle karavanayı karıştırırlardı, ufakca bir et parcası bulunca; “وَجَدْتُ, وَجَدْتُ, وَجَدْتُ (buldum, buldum, buldum!)” derlerdi.

Daha da yemek cıkmadığı zaman da kardeşler uzum, ekmek alırlardı. O şekilde devam ederlerdi şeylerine.

Ben cabuk cabuk geciyorum.

Bir Mahmud Bayram Hocamız vardı. Bize Arapca ’ya gelirdi. Silgi kaybolmuşsa hemen ceketiyle silerdi, hic vakit kaybettirmezdi.

“–Oğlum derdi; ben Kızılminare ’de Aksaray ’da imamım. Eğer dersi anlamayan varsa ikindiden sonra gelsin, ben onlara dersi tekrar edeyim.” derdi.

Derdi ki bize -nasıl bir heyecanla gelirdi-:

“Eğer bilin ki Mahmud Hoca o gun derse gelmemişse, hazırlanın, hocanın cenazesine gelirsiniz.”

Hastalık bir mÂnî değil.

Vefatına yakın, ziyaretine gittim. Baktım, felc gelmişti. Ayağını zor atıyordu. Şoyle bakmışım ben kendisine:

“–Oğlum dedi, bana bakma oyle dedi. Ben biliyorsun eskiden koşardım dedi. Şimdi felc geldi, bir adımı zor atıyorum, kac sefer «Allah!» diyorum. Beni bu hastalık zikre alıştırdı. Onun icin ben hÂlimden memnunum oğlum!” derdi bize.

Yaman Dede vardı. O zaman “FerahnÂk et ki yandım y RasûlÂllah”ı bize tahtaya yazdırmıştı. Buradan, bazen Uskudar ’dan beraber giderdik. Derin bir insandı. Vapurun ikinci mevkiinin alt katında şey yapardı. Yeşil bir paltosu vardı cubbe gibi. Ona sarılır, boyle bir murÂkabe hÂlinde giderdi. Rengi boyle bronz rengi olmuştu. Derste, Mesnevî ’den, -Farsca vardı o zaman haftada iki saat- Farsca ’dan on dakika bir gramer anlatırdı, ondan sonra Mesnevî ’den iki beyit yazardı. Hem ağlardı, hem anlatırdı.

Biz derdik; “Bu yaşlı hocamız niye ağlıyor acaba?” derdik. Farkında değildik o zaman. Fakat bant alıyor, sonra farkına vardık, seneler sonra farkına vardık niye ağladığının. Yazdığı mısraları da, beyitleri de sonra anladık. Boyle bir, cok kıymetli bir Hak Âşığıydı.

Bir arkadaşımız goruyor, bu, Galata MevlevîhÂnesi ’ne giderken, duvara dayanmış, boyle hÂlsiz, bitkin, tÂkatsiz…

“–Hocam! Hayrola diyor; sizi alayım hemen bir hastahaneye gotureyim.” diyor.

“–Yok oğlum diyor; Rasûlullah hatırıma geldi de boyle ben hÂlsiz kaldım.” diyor.

Diyorlar bir arkadaşımız:

“–Hocam, siz hep Mesnevî ’den, MevlÂn ’dan bahsediyorsunuz.”

“–Oğlum diyor; benim MevlÂn elimden tuttu, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in kapısına goturdu.”

Boyle bir derin… Ağlardı derste. Gozunun altı bir cukur şeklindeydi. Bir havuz gibi gozyaşları o cukura dolardı. Tabi bir, biz de, anlamazdık biz Mesnevî ’nin o mısrÂlarından o zaman. Hocanın bize hÂli tesir ederdi. Yani hÂl, in ’ikÂs olurdu.

Nurettin Topcu diye bir hocamız vardı. Onun da cok yuksek kulturu vardı. Sosyoloji ve felsefe grubuna gelirdi. O zaman dersler epey guctu ve ağırdı. Fransa ’dan gelmişti. Orada doktorası, docentti. Fakat dindar olduğu icin alınmamıştı. Onun icin bize geliyordu. Zaman zaman da hoca gelirdi, CelÂl Hoca ’nın dersine girerdi bizimle beraber otururdu. Fakat kultur cok genişti. O zaman İslÂm felsefesi diye bir dersimiz de vardı. İşte; el-Kindî, FÂrÂbî, İbn-i SînÂ, GazÂlî… Dedi ki bir arkadaşımız Nurettin Topcu ’ya:

“–Hocam dedi; bu İslÂm felsefesine siz girseniz.” dedi.

“–Yok oğlum dedi; Turkiye ’de bir kişi o dersi verir dedi; o da CelÂl Hoca ’dır.” derdi.

Ve CelÂl Hoca ’da gelirdi, CelÂl Hoca ’nın dersine gelirdi, bizimle beraber hocamız, Nurettin Hocamız, Hocaefendi ’nin dersini dinlerdi.

“–Bu ders, zor bir derstir derdi. Tasavvuf bilecek derdi, felsefe bilecek derdi, ilm-i kelÂm bilecek derdi. Bu cok zor bir derstir. Ancak bunu CelÂl Hoca okutur.” derdi.

Tabi cocuktuk, kıymetini bilemedik maalesef.

MÂhir Hocamız vardı. O da bize bir edebiyat zevkini verdi. Hocanın, onun, zaman zaman da Kanlıca ’da sohbetleri olurdu, cay sohbetleri. Bir iki sefer de fakir de gitmiştim. Fakat hocayı cok severdik. Aman hocaya bir soru sorayım diye. Yani bir soru sorayım da hocanın bir iltifatını şey yapayım diye. Bir gun:

“–Hocam dedim; ben şu mısrayı anlayamadım.” dedim. Okudum mısrayı da. Nedim ’in bir mısrasıydı.

“–Bir daha oku bakayım oğlum!” dedi.

Bir daha okudum.

“–Yok dedi; vezin duştu dedi. Bu dedi, boyle değil, boyle olmalıydı dedi. Sen, matbaa bunu yanlış şey olmuş.” dedi.

VelhÂsıl yani o zaman bir Osmanlı bakiyeleri, cok kıymetli hocalarımız vardı.

Carşamba ’da İmam Hatip yapıldı. Biz dorduncu sınıftayken, orta okulun sonunda, Carşamba ’ya gectik İmam Hatip ’e. Rahmetli Menderes geldi. Maarif bakanı/Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri gelmişti. O kadar cok heyecanlanmıştık ki Tevfik İleri ’nin hÂl bir cumlesi hatırımdadır, dedi ki:

“Dînin mÂni-i terakkî olduğu nazariyesi, bizzat kendi tarihimizde fiilen reddedilmiştir.” dedi. Bu şekilde bir konuşmaya başlamıştı.

Nihad Sami Banarlı vardı. O da bir MevlÂn ’yı anlattı. Humanizm nedir, İslÂm nedir? MevlÂn ’da bir vicdan toleransı. Onun uzerine uzun bir, Banarlı Hoca da bir… HÂl onlar hatırımızdadır.

Numan Kurtulmuş Bey ’in babası, Doktor Niyazi Bey de gelip meccÂnen, bazen geceleri filÂn nobetci kalırdı. Talebelerin ustunu orterdi gece. O da ayrı bir şeydi. Nasıl bir, mÂnevî bir heyecan…

O zaman durum nasıldı?

Yolda giderken hanımlar sorarlardı:

“–EvlÂdım, nereye gidiyorsun?” diye. İmam Hatip demekten cekinirdik.

“–Oğlum derdi; niye doktor, muhendis, mimar olmuyorsun da niye sen cenaze yıkayacaksın?” derlerdi.

Yani daim bir din adamı bir tahfif edilirdi. Yani oyle bir şeydi.

Tabi o zaman bizim nereye gideceğimiz de yoktu, yani onumuz de kapalıydı.

Bir taraftan da, diğer taraftan da “Vurun Kahpeye” HÂlide Edip ’in şeyi, o romanı yayılırdı elden ele. Ona benzer şeyler yayılırdı, romanlar yayılırdı, dîni istihfÂf edici, istihkār edici. Dindarları bir vatan haini, iki yuzlu insanlar gosteren, boyle bir propagandalar olurdu.

Ben oradan Fahri Kiğılı ’ya gececeğim ki, yani o zamanı…

Suleymaniye CÂmii ’nin, Sultanahmed Camii ’nin bahceleri, bir top sahasıydı mahallenin. Orada top oynanırdı. Hicbir şey yok, kupkuruydu. Caminin duvarları isli pisliydi. Halılar iyice boyle kabarmıştı. Caminin pencereleri de bir kısmı kırılmıştı şeyleri, camları; karton-marton konmuştu.

Suleymaniye ’de mesel bir saf cemaat olurdu-olmazdı. Orada cemaat kimler vardı? Hamallar vardı, bekciler, kapıcılar vardı, bir de turistler vardı gelen.

Dolmabahce CÂmii vardı; bu, ampir ve barok tarzı, sahildeki, Dolmabahce Camii. Onu bizzat kendim gezdim ve gordum; kayık ve sandal muzesiydi o zaman.

Şehzadebaşı Camii ’nin arkasında Burmalı Mescid vardı. O bir Ermeni ’ye kiralıktı.

Vefa Bozacısı ’nın yanında da bir ufak bir cami vardı. HÂl orada o halkalar durur. Oraya da nalbant girerdi, atının nallarını cakar ve cıkardı. Yani camilerdeki manzara buydu aşağı yukarı.

Kitap olarak ne vardı?

Benim amcam Hulûsi Topbaş, Hamdi Bey ’in, Hamdi Hoca ’nın, yani Hak Dîni Kur ’Ân Dili, Mufessir Hamdi Efendi ’nin damadıydı. O zaman bu tefsiri bastırmıştı. Mağazaya koymuştu. Mağazanın bir yerine, bir depoya koymuşlardı. Pederin ifadesi:

“Ancak derdi; senede otuz ve kırk tane alan olurdu.”

Bunların zaten coğunu da hibe olarak verir, yeter ki alsınlar okusunlar diye. Ancak onu Mısır ’dan gelen, orada Ezher ’den, Şam ’dan gelen kişiler alırdı. Turkiye ’den tek tuk alırdı. Yani otuz kırk tane, bir senede ancak giderdi. Yani kitap da yoktu.

Efendim, tabi bu, şuradan buralara girdim; “قَرْضًا حَسَنًا” yani o zor zamanlarda yapılan bir cihad. Emr bi'l-mÂrûf ve nehy ani ’l-munker cihÂdı.

Tabi bunlar, o zamanlar fidanlar dikti, tohumlar attı. El-hamdu lillÂh, CenÂb-ı Hak o tohumlara bereket verdi, inkişÃ‚f etti, el-hamdu lillÂh-. Nereden nereye gelindi bugun...

Bu Hak dostları nedir o zaman? Kimdir denilince, cevap olarak deriz ki: ZÂhir ve bÂtını ikmÂl etmiş, kalbî merhaleler katederek mukemmellik, davranış mukemmelliğine ulaşmış olan sÂlih mu ’minlerdir. Onlar, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in, O ’nun ashÂbının hÂllerinin zamana yayılmış zirveleridir. Yani Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’i gorme şerefine nÂil olamayanlar icin, onlar ashÂbın birer fedakÂr numûnesiydi.

Zaten HÂfız Efendi ’nin okuduğu Âyet-i kerîme de “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyruluyor. “Onlar Kur ’Ân ’ı «يَتْلُونَ» tilÂvet ederler (kendilerini Kur ’Ân ’a adayanlar. Namaz cok muhim.) Namazı ikÂme ederler, AllÂh ’ın verdiği nîmetleri infak ederler…” (Bkz. FÂtır, 29)

Onlar… CenÂb-ı Hak onları unutturmuyor. CenÂb-ı Hak Meryem Sûresi ’nin sonunda:

“Îman edip sÂlih amel işleyenlere gelince, onlar icin cok merhametli olan Allah, (gonullerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)

Yani o sevgi devam ediyor. Bu seminerin yapılma sebebi de o Hak dostlarının fedakÂrlığını hatırlama…

KUR ’ÂN HÂDİMİ HAFIZ FAHRİ KİĞILI

Gelelim; dedem Fahri Kiğılı ’ya:

Ben onun buyuk torunuyum. 1901-1968 doğumu, vefÂtı.

Gencliği, bir ticaret adamıydı. Malatya ’dan İstanbul ’a geliyor. Manifatura işiyle meşgul oluyor.

Birtakım zuhuratlar oluyor kendisinde, kendisini İslÂm ’a adıyor, nezrediyor. Kırk yaşında hafız oluyor. Ki, kırk yaşında hafızlık, mÂlumunuz, zordur yani. Cunku kırk yaş, hafızlık icin yaşlılık cağıdır, ihtiyarlık cağıdır. Kırk yaşında hafız oluyor.

Nakşibendî meşÃ‚yıhından Hasib Efendi ’ye intisÂb ediyor. Cemberlitaş Atik Ali Paşa CÂmii ’nde imamlık vazifesi goruyor. İmam maaşını aldırırdı muftulukten, onu da talebelerine infak ederdi.

Tabi burada hadîs-i şerîfte:

“İki kişiye gıpta edilir:

Biri, kendisini Kur ’Ân ’a adayanlar. İkincisi, mal-mulk vs. neyi varsa Allah yolunda sarf edenler.” (Muslim, MusÂfirîn, 266, 267)

Bunlara Rasûlullah Efendimiz “onlara mujdeler olsun” buyuruyor.

Tabi bu, sırf bu uc buyuk şey değil, o zaman; daha evvel sempozyumu yapılan Hocaefendiler vardı. Bir kıraat imamı şey vardı, Yeraltı CÂmii ’nde Ali Efendi vardı. Bir ZekÂi Konrapa vardı, bize siyer dersini veren, bize siyer zevkini veren, Efendimiz ’i tanıtan.

VelhÂsıl o zamanlarda, elhamdu lillah, bu hocaefendiler, canlarıyla, dişleriyle, butun fedakÂrlıklarla gayret hÂlindelerdi.

Fahri Kiğılı Cemberlitaş ’ta oturuyordu. Oturduğu evin alt katını gayr-i resmî bir Kur ’Ân Kursu hÂline getirmişti.

Ben gorurdum, ufaktım tabi ben, İmam Hatib ’in ilk talebelerindendim. Anadolu ’dan bir kişi, ince bir şilteyi boyle sarar urganla, cocuğunun da elinden tutar, bir de elinde şu kadar bir bulgur torbası, getirirdi. Nereden başlardı? Sultanahmed İmamı Gonenli Mehmed Efendi ’den başlardı. Orada cocuğunu dolaştırırdı; ben bu yavrumu nereye bırakayım diye. Dedemin oraya gelirdi. Dedem derdi:

“–Bak oğlum derdi. Yer bu kadar bak, burada yiyor, burada yatıyor, burada şey… Yer yok.” derdi.

“–Hoca derdi, sen bilirsin.” derdi, şilteyi bırakırdı o da kacıp giderdi. Artık şey de…

Hatt hatırımdadır, o gun sayfa verenlere, ders verenlere yirmi beş kuruş verilirdi, veremeyenlere de yirmi beş kuruş verilirdi. Verenlere otuz-kırk kuruş verilirdi. Yani imkÂnsızlık da coktu.

Kur ’Ân Kursu ’nu sık sık polisler basardı. Tabi gayr-i resmî bir şey. Polis:

“–Aman hocaefendi derdi; bizim başımızı derde sokma derdi. Bu talebeleri dağıt.” derdi.

Rahmetli dedem dağıtırdı. Fakat birkac gun sonra tekrar acardı. Yani bir roman vardır “Sûfî-Komiser” diye. Neredeyse bu Sûfî-Komiser oynanırdı. Devamlı bir baskı ortamı şeyinde, devamlı o zor anlarda bir hafız yetiştirmek…

Tabi bunu ferdî olarak da mesel Abdurrahman Efendi, o da camisinde, diğer bazı hocaefendiler caminin kenarında hafız yetiştirmeye gayret ederlerdi.

Hatırımda kaldığına gore Ucbaş Medresesi vardı o zamanlardan. Fahri Kiğılı ’nın sonra Taşlıtarla ’da bir Kur ’Ân kursu vardı. Nûruosmaniye Kur ’Ân Kursu vardı. Suleyman Efendi ’nin de, bu şeyde, Camlıca ’nın arkasında ufak bir kurs… Hepsinin talebesini toplasak, yekûn olarak, bugunku bir Kur ’Ân kursu kadar bile değildi.

Fahri Kiğılı vaizlik de yapardı. Tabi zaman zaman bu vaizlikte taşardı, coşardı, kendini tutamazdı. Hemen arkadan karakola davet edilirdi. Bugun cok rahat soylediğimiz şeyler, o zaman yasak sozlerdi.

1954 yılında bir ruya goruyor. Ruya uzerine bugun Gaziosmanpaşa Taşlıtarla ’da, o zaman bomboş Taşlıtarla ’da bir cÂmi bir de Kur ’Ân kursu inşaatına girişiyor. Bugun hÂlen İmam Hatip orada devam ediyor, cÂmi de devam ediyor.

Oraya belediye otobusuyle giderdi. “Aman beş kuruş ayrılsın, onu ben hafızlarıma vereyim ill ki…”

Annem rahmetli, sıkıştırırdı:

“–Baba derdi, ne olursun derdi, ufak bir araba al.” derdi.

“–Peki kızım.” filÂn derdi, geciştirirdi.

Yeter ki, ne kadar tasarruf ederse, o tasarrufu, o hafızlar icin harcayacak.

Ramazan ’da bir gun Atik Ali Camii ’nde teravih kıldırırdı, bir gun de evinde kıldırırdı. Evinde ya uc kişi, ya dort kişi olurdu. Cunku uc gunde bir teravihte hatim indirirdi. Ne kadar, yani on sayfayla. Zaman zaman da dinlenirlerdi arada. Biz de tabi bakardık ancak. Yani orada iki uc kişi ancak dururdu. HerhÂlde sahura yakına kadar o devam ederdi.

Yani butun gayesi Kur ’Ân-ı Kerîm ’e olan hizmetti.

Yirmi kusur sefer, cok, mÂnevî şeyi cok zengindi, mÂnevî dunyası. Tahmin ederim, o zaman zor zamanlar, vize verilmiyor filÂn, yirmi kusur hacca gittiğini tahmin ederim. Gidişler kacaktı. Bazen hudutta dovulurdu, dayak yiyerek gelirdi. Hatt bir zaman da, bir dostumuz soyluyor, o tellerin altından gecerken ust-baş yırtılıyor, o şekilde, hatt o ahbÂbın evinde dikiyorlar şeyini, o şekilde yine devam ediyor.

Ali Ulvi Kurucu Hocamız derdi:

“–Hacca yedi kişi geldiğinde, bakardım, yedi kişiden biri, Hacı Fahri Efendi olurdu.”

Yine oradan bir hatıra:

Amcalarımla gidiyorlar, Hulûsi Topbaş ve Nûri Topbaş ’la. Saf Merve arasında sa ’y yaparken bayılıyor, duşuyor. Amcamın biri diyor ki:

“–Hemen diyor; bir vÂsıta bulalım, -o zaman hastahane de yok orada, şeyde, Mekke ’de, yahut da kifÂyetsiz- hemen diyor, bir diyor, araba bulalım, Hocaefendi ’yi şeye taşıyalım, hastahaneye Cidde ’ye.”

Gozunu acıyor:

“–Hulûsi Bey diyor; ben burada olmeye geldim diyor. Beni buradan bir yere goturemezsiniz.” diyor.

Biz Sultantepe ’de oturuyorduk. Sultantepe, o yokuşu cıkardı ama, kalp hastası, kalbi atardı devamlı. Annem derdi ki:

“–Baba derdi; iki bucuk liran yok mu derdi. Bir taksiye binsen, bir taksiyle cıksan.” derdi.

“–Kızım, filÂn…” derdi, lÂf şeyine getirirdi, yine Sultantepe ’ye bir taksiyle cıkmazdı. Niye? Oradaki iki bucuk lirayı hafızlarına verecek.

DukkÂndan -ticÂrette kardeşiyle ortaktı- her ay muayyen bir para cekerlerdi. Kendisi cektiği gibi o parayı bitirirdi bir iki gun icinde. Rahmetli anneanneme -onun da birkac kirası vardı-:

“–Hanım dermiş; bana biraz borc ver.”

“–Beyim, daha dun aldın, iki gun oldu alalı mağazadan.”

“–Onu bankaya yatırdım.”

“–E, git bankadan cek.”

“–Yok, orada, bu Âhiret bankası!”

Vefatında bir manzara:

Cok zÂkir bir şahıstı. Hatt binlik bir tesbihi de vardı. Vefatında yatırmışlardı karyolaya. Teyzem dedi ki:

“–Gel dedi; dedeni bir gor.” dedi. Şu şey kısmı, kalp kısmı, oynuyordu.

“Nasıl yaşarsanız oyle olursunuz, oyle hasrolunursunuz.” (MunÂvî, Feyzu ’l-Kadîr, V, 663)

Vefatından sonra kendisini bir ahbÂbı (ruyada) goruyor:

“–Ben artık iyice gencleştim.” diyor.

Ne bıraktı coluk-cocuğuna arkadan miras olarak: Hafız talebelerini bıraktı miras olarak.

Ne bıraktı miras olarak: Karakter ve şahsiyet mirası bıraktı.

Efendimiz buyuruyor ki -mÂlum- hadîs-i şerîf, Tirmizî naklediyor:

“Kimin arzusu Âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğini koyar (gonul zenginliğini koyar), işlerini muntazam kılar. Artık dunya boyun eğerek onun peşinden (dunya da onun peşinden) gelir (ona hizmet eder). Kimin hedefi de dunya olursa (ihtiras olursa), Allah onun iki gozunun arasına fakirliği koyar, işleri darmadağınık olur…” (Tirmizî, KıyÂmet, 30/2465)

Netice; o ihtirÂsı icinde helÂk olur gider.

Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- ’tan guzel bir nukte. Ali -radıyallÂhu anh- buyurur ki:

“SÂlih ve sÂdık insanlarla beraber olun, onlarla oturup kalkın ki; (onların karakter ve şahsiyetleri sizlere sirÂyet etsin.) İnsanlar hayatta iken sizleri ozlesinler, vefat ettiğinizde de sizlere hasret kalsınlar.”

En muhim demek ki fazîlet, arkada bir sadaka-i cÂriye olacak îmanlı bir nesil bırakabilmek.

MÂlum, Âişe VÂlidemiz naklediyor:

Efendimiz ’in son namazı. Ebû Bekir Efendimiz ’i mihrÂba gecirdi. Cok muzdaripti diyor Âişe VÂlidemiz. Namaz bitti diyor, selÂm verdi, arkasına dondu. Guzel bir ashÂb-ı kirÂm cemaati gordu. O ıztırap hÂlinde o kadar guzel bir tebessum etti ki buyuruyor.

Efendimiz, Mekkelileri cok severdi, fedakÂr… Âyette buyruluyor. Medînelileri cok severdi. Her inen Âyete “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا : (işittik ve itaat ettik) derlerdi. (Bkz. el-Bakara, 285) Fakat en cok Efendimiz ’in meşgul olduğu, AshÂb-ı Suffe ’ydi. Arkasından guzel bir nesil yetiştirebilmekti.

CenÂb-ı Hak -inşÃ‚allah- cumlemize arkamızdan guzel bir nesil yetiştirmeyi, bu Hak dostları gibi, CenÂb-ı Hak cumlemize nasîb eylesin.

Ne mutlu; şu gok kubbede bir hoş sad bırakıp, Âhirete intikÂl eden Hak dostlarına…
İslam ve İhsan