Eyke, sık ormanlık demektir. Coğrafî olarak bu yer, Kızıldeniz sÂhilinden Medyen ’e kadar uzanan bolgenin adıdır. Burada yaşayanlara da Eykeliler denmiştir.
Şuayb -aleyhisselÂm-, Medyenliler gibi her turlu zenginlik, bolluk ve nîmetler icinde yaşayan, ancak tevhîd ve hidÂyetten ayrılmış bulunan Eykeliler ’e de doğru yolu gostermekle vazîfelendirilmişti.

Eykeliler de tıpkı Medyen halkı gibi Şuayb -aleyhisselÂm- ’ı yalanladılar.

AllÂh TeÂl Âyet-i kerîmelerde şoyle buyurur:

“Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla sucladı.” (eş-ŞuarÂ, 176)

“Eyke halkı da gercekten zÂlim idiler.” (el-Hicr, 78)

“Şuayb onlara şoyle demişti:

«(AllÂh ’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben size gonderilmiş guvenilir bir elciyim. Artık AllÂh ’a karşı gelmekten sakının ve bana itÂat edin! Buna karşı sizden hicbir ucret istemiyorum. Benim ucretimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbidir.” (eş-ŞuarÂ, 177-180)

AllÂh ’ın peygamberleri, insanların karşısına iki sıfatla cıkıyorlardı:


Onlardan hicbir ucret ve menfaat istemiyorlar, ecir ve sevaplarının AllÂh ’a Âit olduğunu bildiriyorlardı.Butun herkese bir usve-i hasene, yÂni bir fazîlet orneği oluyorlardı. Onların sozleriyle yaşayışları arasında tam bir mutÂbakat vardı.

Bu iki sıfatın ehemmiyetine YÂsîn Sûresi ’nde de dikkat cekilmektedir. Habîb-i NeccÂr, “AshÂb-ı Karye”yi dÂvete gelenler hakkında kavmine:

“Ey ashÂb-ı karye! Size gelen bu kimseler, sizden bir ucret istiyorlar mı? Bu insanlar hidÂyet uzere (usve-i hasene) değiller mi?

MÂdem bu kimseler sizden bir ucret istemiyorlar, hidÂyet ve istikÂmet (yÂni fazîletli bir hayat) uzeredirler, o hÂlde siz de kendilerine itÂat edin!” diyerek onları akl-ı selîme dÂvet ediyordu.[1]

Hazret-i Şuayb -aleyhisselÂm-, Eykelilere nasîhatine şoyle devÂm etti:

“Olcuyu tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden olmayın!

Doğru terÂzi ile tartın!

İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın! Yeryuzunde bozgunculuk yaparak karışıklık cıkarmayın!

Sizi ve onceki nesilleri yaratan (AllÂh) ’a karşı takvÂlı olun!” (eş-ŞuarÂ, 181-184)

“Onlar şoyle dediler:

«Sen olsa olsa iyice buyulenmiş birisin!

Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin! Bil ki, biz Sen ’i ancak yalancılardan biri sayıyoruz.

ŞÃ‚yet doğru sozlulerden isen, ustumuze gokten azap yağdır!»” (eş-ŞuarÂ, 185-187)

GOKTEN GELEN AZAP: KAVURAN ALEVLER

Kavminin, AllÂh ’tan cur ’etle azap istemesi karşısında:

“Şuayb (onlara):

«Rabbim yaptıklarınızı en iyi bilendir.» dedi.” (eş-ŞuarÂ, 188)

AllÂh ’a du etti. Onların istemekte oldukları azÂbın gelmesi icin niyazda bulundu. Âniden sıcak ruzgÂrlar esmeye başladı. Mavi renkte sinekler tureyip uzerlerine MûsÂllat oldu. KÂfirler cÂresiz kaldılar. Havanın sıcaklığı da gittikce şiddetlendi. İnsanlar, akarsulu, ağaclık ve golgelik yerlere kacıştılar. Fakat harÂret gunden gune artıyordu. Bu sırada CebrÂîl -aleyhisselÂm-, bir bulut getirip şehrin dışında tuttu. KÂfirler bu bulutu gorunce, serin bir golgesi var zannederek hep birden onun altına koşuştular. Hepsi orada toplandığında:

“Ey Eykeliler! Peygamberinizi yalanlayarak bir turlu gelmez sandığınız acı azÂbı tadın! Onunde secde ettiğiniz putlara da soyleyin, eğer gucleri varsa, sizi kurtarsınlar!” diye bir nid geldi.

KÂfirlerin uzerlerine, altına koştukları buluttan ateş ve kıvılcımlar yağmaya başladı. KÂfirlere Âit her şey yandı; ağaclar ve hatt taşlar bile...

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“VelhÂsıl O ’nu (Şuayb ’ı) yalancı saydılar da, kendilerini o bulut gununun azÂbı yakalayıverdi. Gercekten o, muazzam bir gunun azÂbı idi! Doğrusu bunda buyuk bir ders vardır. Ama cokları îmÂn etmezler. Şuphesiz Rabbin, işte O, mutlak gÂlip ve engin merhamet sÂhibidir.” (eş-ŞuarÂ, 189-191)

Şuayb -aleyhisselÂm- ’ın peygamber olduğu kavimlerden Medyen halkı, CebrÂîl -aleyhisselÂm- ’ın sayhası ve zelzele ile; Eykeliler ise golge sandıkları buluttan yağan ateşlerle helÂke dûcÂr oldular.

HELÂKTEN SONRA

Şuayb -aleyhisselÂm-, Âsî kavimlerin helÂkinden sonra Medyen ’e yerleşti. Bu sırada evlendi ve iki kızı dunyÂya geldi.

Şuayb -aleyhisselÂm-, peygamberler arasında “Hatîbu ’l-Enbiy” diye isimlendirilirdi. Cunku, kavmiyle gÂyet guzel konuşur ve onların suÂllerine tam ve ikn edici cevaplar verirdi.

Yine Şuayb -aleyhisselÂm- cok namaz kılar, kul hakkına ziyÂdesiyle dikkat ederdi. Bilhassa olcu ve tartı Âletlerinde hak gecmemesi icin elinden geleni yapar, hakkı tevzî ve telkîn etmekte buyuk titizlik gosterirdi.

Bir başka husûsiyeti de cok gozyaşı doken bir peygamber olmasıdır. Yaşlılığı esnÂsında gozleri iyice zayıflamış, vucûdu da kuvvetten kesilmişti. Birkac defa gozlerini kaybedesiye ağladı. CenÂb-ı Hak, yine gozlerini iÂde edip:

“–Ey Şuayb! Bu ağlama nedir? Cennet iştiyÂkından mı, cehennem korkusundan mı?” diye vahyile suÂl ettiğinde:

“–Y Rabbî! Sen bilirsin ki, ağlayışım ne cennet iştiyÂkından, ne de cehennem korkusundandır. Muhabbetin kalbime yerleşmiştir. Bir de endişem vardır: «CemÂlini muşÃ‚hede edebilmek!..» Eğer Sana nazar edebileceksem, hicbir şeye gam yemem...” dedi.

CenÂb-ı Hak vahyedip:

“–Sozunde sÂdık olduğuna gore cemÂlimi seyretmek Sana mubÂrek olsun ey Şuayb! Bu sebeple kelîmim Mûs bin İmrÂn ’ı da Sana hÂdim olarak veriyorum!” buyurdu.

İşte Hakk ’a yakın olanların hÂli budur. Onlar, ehl-i gafletin zıddına AllÂh ’ın rızÂsını her şeyden evvel duşunmuşler, halkın rızÂsını ise en sona bırakmışlardır. Muhabbet-i ilÂhiyye kalblerini sardığı icindir ki, iki cihÂna da goz ucuyla bile nazar etmemişlerdir.

AllÂh TeÂlÂ, enbiy -aleyhimusselÂm- ’ı insanların kalb gozlerini acıp gafletlerini gidermek, onları guzel ahlÂk sÂhibi kılmak, vecd hÂlinde ibÂdet ederek vÂsıl-ı ilallÂh olmalarını sağlamak ve “dÂru ’s-selÂm”a dÂvet etmek icin gondermiştir.

Kalb gozu acılmaya musÂid olanlar, terbiye ve irşÃ‚d olunmayı gonulden arzu ederler ve hak yolunda ilerlemek icin gayret sarfederler. Fakat bunu arzu etmeyen, inat edip tekebbur gosteren, peygamberlerin telkinlerine kulak vermeyen ve yakîn mertebesine varmak istemeyenler, zulmet ve kasvet icinde kalarak fÂsıklaşırlar. Nereye gideceğini bilmeyen şaşkınlardan farksız, zavallı durumlara duşerler.

İşte Hazret-i Şuayb -aleyhisselÂm-, merhametinin şiddetinden dolayı, insanları icinde bulundukları acınacak hÂlden kurtarmak icin omru boyunca kendisini yıpratırcasına bir gayret gostermiş, bu uğurda butun gucunu sarfetmiştir.

Hazret-i Şuayb -aleyhisselÂm- Medyen ve Eyke kavimlerinin helÂk edilmesinin ardından Âhir omrunu gecirmek uzere kendisine îmÂn edenlerle birlikte Mekke ’ye gitmiş, orada vefÂt etmiş ve KÂbe-i Muazzama ’da Altınoluk ’un altına, yÂni Hatîm ’e defnedilmiştir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları




Dipnot:

[1] Bkz. YÂsîn Sûresi, 21.
İslam ve İhsan