İhsan nedir? Murakabe nasıl yapılır? İhsan ve murakabe hali ile ilgili ornekler.Mu ’minin surekli ilĂ‚hî murĂ‚kabe altında, yĂ‚ni bir nevî ilĂ‚hî kameralar gozetiminde bulunduğu şuur ve idrĂ‚kinin kalpte sabitleşmesini ifĂ‚de eden ihsĂ‚n hĂ‚li, AllĂ‚h ’a yakın kulların ruh mîrĂ‚cıdır.
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın, kullarının her hareketini gormekte olduğu ve zamanı geldiğinde onları hesĂ‚ba cekeceği, Ă‚yet-i kerîmelerde şoyle beyĂ‚n edilmektedir:
“Onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlakĂ‚ anlatacağız. Biz onlardan gĂ‚ip değiliz. (YĂ‚ni onlardan uzak ve habersiz değiliz, her şeye şĂ‚hidiz.) (el-A ’rĂ‚f, 7)
(MunĂ‚fıklar) AllĂ‚h ’ın, gizlediklerini de fısıldadıklarını da bilmekte olduğunu ve (yine) AllĂ‚h ’ın, butun bilinmeyenleri en iyi şekilde bildiğini hĂ‚lĂ‚ oğrenemediler mi?” (et-Tevbe, 78)
(LokmĂ‚n, oğutlerine devamla şoyle demişti Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kotuluk), bir hardal tĂ‚nesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın icinde veya goklerde yĂ‚hut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de AllĂ‚h onu (senin karşına) getirir. Doğrusu AllĂ‚h, en ince işleri gorup bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (LokmĂ‚n, 16)
Gunluk hayĂ‚tımızda bir cift gozun kendisini gorduğunu sezen bir insan, nice yanlış soz ve davranıştan el cekiyor. Ustelik ona cezĂ‚ veremeyecek bir cift cılız goz karşısında… Aynı şekilde ihsĂ‚n hĂ‚li uzere yaşayan mu ’min kişi, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın kendisini gorduğunu ve duşunduğu, konuştuğu, yaptığı her şeyi bildiğini idrĂ‚k eder.
İhsĂ‚nın diğer bir mĂ‚nĂ‚sı da herhangi bir iş ve davranışı en mukemmel olculer dĂ‚hilinde îfĂ‚ etmektir.
Son nefese hazırlıkta muhim hususlardan biri de, ihsĂ‚n duygusunu kalpte sĂ‚bitleyebilmektir. YĂ‚ni CenĂ‚b-ı Hak ile her an kalbî beraberliği sağlamak ve kendini dĂ‚imĂ‚ ilĂ‚hî muşĂ‚hede altında hissetmektir. Bu kalbî beraberliği sağlayabilmek, ancak CenĂ‚b-ı Hakk ’ı cok cok zikretmekle mumkun olur.
İhsĂ‚n ve murĂ‚kabe hĂ‚line ulaşmada ikinci adım ise CenĂ‚b-ı Hakk ’ın şu beyanlarını tefekkur etmektir:
“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)
“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kàf, 16)
“…Şunu iyi bilin ki AllĂ‚h, insan ile kalbi arasına girer…” (el-EnfĂ‚l, 24)
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- bu hususta:
“ÎmĂ‚nın en ustun mertebesi, nerede olursan ol, AllĂ‚h ’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” buyurmuştur. (Heysemî, I, 60)
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in, gece-gunduz, dar vakitte-rahat zamanda, savaşta-barışta dĂ‚imĂ‚ “ihsĂ‚n” hĂ‚li uzere bulunduğunda en ufak bir şuphe yoktur. Her an zikir uzere bulunması, her hareketinde yaptığı duĂ‚ ve munĂ‚cĂ‚tları, devĂ‚m ettiği nĂ‚file ibĂ‚detleri, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılması, hakları îfĂ‚ husûsundaki titizliği, dĂ‚imĂ‚ adĂ‚let ve hakkı tevzî hĂ‚linde olması gibi fazîletler O ’nun sĂ‚hip olduğu derin ihsĂ‚n şuurunun en kuvvetli delilleridir.
İHSAN NEDİR? Hazret-i Omer, ihsĂ‚n hĂ‚linin kendilerine nasıl tebliğ ve tĂ‚lim edildiğini de gosteren ve “Cibrîl Hadîsi” diye meşhur olan şu vĂ‚kıayı nakleder:
Bir gun RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in huzûrunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, sacları siyah mı siyah, yoldan gelmiş gibi bir hĂ‚li olmayan ve icimizden kimsenin tanımadığı bir adam cıkageldi. Peygamber Efendimiz ’in yanına sokuldu, onune oturdu, dizlerini Allah Rasûlu ’nun dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin ustune koydu ve:
“–Ey Muhammed! İslĂ‚m nedir?” dedi.
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–İslĂ‚m, Allah ’tan başka ilĂ‚h olmadığına ve Muhammed ’in AllĂ‚h ’ın Rasûlu olduğuna şehĂ‚det etmen, namazı dosdoğru kılman, zekĂ‚tı (tastamam) vermen, Ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna guc yetirebilirsen KĂ‚be ’yi ziyĂ‚ret (hac) etmendir.” buyurdu. Adam:
“–Doğru soyledin.” dedi.
Onun hem sorup hem de tasdîk etmesi tuhafımıza gitti.
Adam bu sefer de:
“–Peki îman nedir?” diye sordu.
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–AllĂ‚h ’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, Ă‚hiret gunune inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmĂ‚n etmendir.” buyurdu. Adam tekrar:
“–Doğru soyledin.” diye tasdîk etti ve:
“–Peki ihsĂ‚n nedir, onu da anlat.” dedi.
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–İhsĂ‚n, AllĂ‚h ’a, O ’nu goruyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O ’nu gormuyorsan da O seni mutlakĂ‚ goruyor.” buyurdu. Adam yine:
“–Doğru soyledin.” dedi, sonra da:
“–KıyĂ‚met ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamber -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-:
“–Kendisine soru yoneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir.” cevĂ‚bını verdi. Adam:
“–O hĂ‚lde alĂ‚metlerini haber ver.” dedi.
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–Annelerin, kendilerine cĂ‚riye muĂ‚melesi yapacak cocuklar doğurması, yalın ayak, başı acık, cıplak koyun cobanlarının, yuksek ve mukemmel binĂ‚lar yapma husûsunda birbirleriyle yarışmalarıdır.”[1] buyurdu.
Adam, (sessizce) cekip gitti. Ben bir sure oylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-:
“–Ey Omer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu.
Ben:
“–AllĂ‚h ve Rasûlu bilir.” dedim.
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
“–O CebrĂ‚îl idi, size dîninizi oğretmeye geldi.” buyurdu. (Muslim, ÎmĂ‚n, 1, 5; BuhĂ‚rî, ÎmĂ‚n 37; Tirmizî, ÎmĂ‚n, 4; Ebû DĂ‚vûd, Sunnet, 16)
Âlimlerimiz, bu hadîs-i şerîfin, Sunnet ’in esĂ‚sı olduğunu soylemişlerdir. Demek ki İslĂ‚m ve îmanda kemĂ‚le erebilmek; ihsĂ‚n kıvĂ‚mına ulaşmaya bağlıdır. İhsĂ‚n hĂ‚line ulaşamamış bir mu ’minin dîni eksik kalmış demektir. Boyle bir îman, kendi hayĂ‚tiyetini bile devĂ‚m ettirmesi mumkun olmayan meyvesiz ağaca benzer. Bir muddet sonra kuruması kuvvetle muhtemeldir.
Bu hadîs-i şerîf, ihsĂ‚n duygusunu mu ’minlerin gonullerine sĂ‚bitlemeyi hedefleyen tasavvufun da, îman ve İslĂ‚m ’ın ozu olup, onlardan farklı telĂ‚kkî edilemeyeceği hakîkatinin en bĂ‚riz bir ifĂ‚desidir.
Aslında kulun en buyuk saĂ‚deti, Rabbi ile beraber olabilmesidir. ZîrĂ‚ KĂ‚inĂ‚tın HĂ‚lıkı, kulu ile her an beraber olmayı arzu ediyor ve şoyle buyuruyor:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları uzerine yatarken (her an) AllĂ‚h ’ı zikrederler, goklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkur ederler; «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen ’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azĂ‚bından koru!» (derler).” (Âl-i İmrĂ‚n, 191)
LĂ‚kin kalbe bağlı olmayan ve nefsĂ‚nî arzulara mağlup bir akıl, CenĂ‚b-ı Hak ile beraber olabilmenin lezzetini idrĂ‚kten Ă‚cizdir. YĂ‚ni en buyuk fazîlet ve saĂ‚detten gĂ‚fildir.
İbĂ‚detlerden zevk ve lezzet almak, onlardan yorulmamak, ancak ihsĂ‚n duygusu ile mumkundur. Gonlunde ihsĂ‚n duygusu bulunmayan kimse, namaz kılsa yorulur; namaz ona ağır gelir. Zenginse; zekĂ‚t ve sadaka vermekten, imkĂ‚nlarını muhtaclara infĂ‚k etmekten cekinir. Cunku ilĂ‚hî murĂ‚kabeden uzak olduğu icin, îmĂ‚nın lezzetini alamamıştır. Bu bakımdan denilebilir ki; dosdoğru kılınacak namaz, gonulden verilecek zekĂ‚t ve sadaka, muhabbetle tutulacak oruc, aşkla yapılacak hac, havf ve recĂ‚ arasında bulunan kalb-i selîm, guzel ahlĂ‚k ve sĂ‚ir butun guzellikler, hep ihsĂ‚n hĂ‚linin bereketidir.
İHSAN VE MURAKABE HAKKINDA ORNEKLER Allah ’tan iste AbdullĂ‚h bin AbbĂ‚s -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚- şoyle anlatır:
Bir gun Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in terkisinde bulunuyordum. Bana:
“–Yavrucuğum, sana bĂ‚zı kĂ‚ideler oğreteyim.” dedi ve şoyle buyurdu:
“–AllĂ‚h ’ın buyruklarını gozet ki, AllĂ‚h da seni gozetip korusun. AllĂ‚h ’ın (rızĂ‚sını) her işte onde tutarsan, AllĂ‚h ’ı onunde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah ’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah ’tan dile!..” (Tirmizî, KıyĂ‚met, 59/2516)
Diğer bir rivĂ‚yette de şoyle buyrulmaktadır:
“AllĂ‚h ’ın emir ve yasaklarını gozet ki, O ’nu onunde bulasın. Bolluk icindeyken (emirlerine bağlı kalmakla) AllĂ‚h ’ı tanı ki, O da darlığa duşunce (kurtarmak sûretiyle) seni tanısın…” (Ahmed, I, 307)
Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, bu sozleriyle ihsĂ‚n hĂ‚linin ozunu ve tezĂ‚hurlerini ne guzel hulĂ‚sa etmiştir...
Allah nerede? AbdullĂ‚h bin Omer -radıyallĂ‚hu anh-, arkadaşlarıyla birlikte Medîne civĂ‚rında bir yere cıkmıştı. Onun icin bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun cobanı uğradı ve selĂ‚m verdi. İbn-i Omer:
“–Gel ey coban, sofraya buyur.” dedi. Coban:
“–Ben orucluyum.” cevĂ‚bını verdi. İbn-i Omer:
“–Bu şiddetli ve boğucu sıcakta oruc mu tutuyorsun, bir de bu hĂ‚lde koyun guduyorsun?” dedi. Daha sonra cobanın verĂ‚ ve takvĂ‚ duygusunu denemek icin:
“–Şu surunden bize bir koyun satsan, parasını sana odesek, etinden de iftar edeceğin kadarını sana versek olmaz mı?” teklîfinde bulundu. Coban:
“–Benim surum yok, bu koyunlar efendimindir.” cevĂ‚bını verdi. İbn-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-:
“–Kayboldu, dersin, efendin nereden bilecek ki?” dedi. Coban ondan yuzunu cevirdi ve parmağını semĂ‚ya kaldırarak:
“–AllĂ‚h nerede?” dedi.
İbn-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-, cobanın bu ihsĂ‚n ve murĂ‚kabe hĂ‚linden cok duygulandı. Bu duşunceler icinde cobanın sozunu kendi kendine tekrar ederek; “Coban dedi ki: AllĂ‚h nerede? Coban dedi ki: AllĂ‚h nerede?” deyip durdu.
Medîne ’ye geldiğinde, cobanın efendisine bir elci gondererek suruyu ve cobanı satın aldı. Cobanı Ă‚zĂ‚d ettikten sonra suruyu de kendisine bağışladı. (İbn-i Esîr, Usdu ’l-GĂ‚be, III, 341)
İşte ihsĂ‚n ve murĂ‚kabe duygusunun guzelliği ve bu guzelliklerin daha dunyĂ‚daki bereket ve mukĂ‚fĂ‚tı... Kim bilir Ă‚hiretteki mukĂ‚fĂ‚tı nasıl olacaktır?!.
Sute su katma hîlesi Bir gece vaktiydi. Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-, mûtĂ‚dı olduğu uzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Onunden gecmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir tartışma sesi dikkatini cekmişti. Bir ana, kızına:
“–Kızım, yarın satacağımız sute biraz su karıştır!” demekteydi.
Kız ise:
“–Anacığım, halîfe sute su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.
Ana, kızının sozlerine sert cıkarak:
“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe sute su kattığımızı nereden bilecek?!.” dedi.
Ancak gonlu AllĂ‚h sevgisi ve korkusu ile dipdiri olan kız, anasının sute su katma hîlesini yine kabullenmedi:
“–Anacığım! Diyelim ki halîfe gormuyor, peki AllĂ‚h da mı gormuyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi gorup bilen KĂ‚inĂ‚tın HĂ‚lıkı Allah ’tan gizlemek mumkun mu?..” dedi.
RabbĂ‚nî hakîkatlerle dolu temiz bir vicdan ve diri bir kalbe sĂ‚hip olan bu kızın, derûnî bir AllĂ‚h korkusu icinde annesine verdiği cevap, Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh- ’ı son derece duygulandırdı. Mu ’minlerin Emîri, onu sıradan bir sutcu kadının kızı değil, gonlundeki takvĂ‚sı ile mustesnĂ‚ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Omer bin Abdulazîz, işte bu temiz silsileden doğdu. (Bkz. İbnu ’l-Cevzî, Sıfatu ’s-Safve, II, 203-204)
Bu misĂ‚l de gosteriyor ki, ihsĂ‚n hĂ‚li uzere yaşamak, ferdi aşarak butun ummete şĂ‚mil olan bir fazîlet ve bereket vesîlesidir.
Allah ’ın murakabesi Hazret-i Omer, hilĂ‚feti devrinde Hazret-i MuĂ‚z ’ı KilĂ‚boğulları aşiretine gondermişti. Devlet hazinesinden odenmesi gereken paraları odeyecek, verilmesi gereken malları verecek, zenginlerden alınan zekĂ‚tları fakirlere ve muhtaclara dağıtacaktı.
MuĂ‚z -radıyallĂ‚hu anh-, uzerine aldığı bu vazîfeyi îtinĂ‚ ile îfĂ‚ ediyor, gonuller fethederek tatlı hatıralarla geri donuyordu. Geri donduğunde, dunyĂ‚ malı olarak sĂ‚dece omuzuna attığı atkısı kalıyordu. Bu atkı zaten, giderken de var olan bir atkıydı. Bir defĂ‚sında hanımı dayanamayıp sordu:
“–Boyle bir vazîfe ustlenenler, belli bir ucret alırlar, evlerine de hediye getirirler. Senin hediyelerin nerede?”
MuĂ‚z -radıyallĂ‚hu anh- cevap verdi:
“–Benimle birlikte yanımdan hic ayrılmayan bir murĂ‚kıp vardı. Her aldığımı, verdiğimi hesap ediyordu.”
Hanımı kızdı:
“–RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- her şeyde sana guvenirdi. Ebûbekir de oyle. Omer geldi; seninle birlikte murĂ‚kıp mı gonderiyor? Her yaptığını tĂ‚kip mi ettiriyor?” dedi.
Soz, Hazret-i Omer ’in hanımına, ondan da Hazret-i Omer ’e ulaştı. Hazret-i Omer, MuĂ‚z -radıyallĂ‚hu anh- ’ı cağırıp sitemle sordu:
“–Ben senin ardından boyle bir murĂ‚kıp gondermediğim hĂ‚lde, duyduklarım nedir yĂ‚ MuĂ‚z? Benim sana îtimĂ‚dım yok mu zannediyorsun?”
Hazret-i MuĂ‚z ’ın cevĂ‚bı pek mĂ‚nidardı:
“–Ey Mu ’minlerin Emîri! Hanımıma ozur olarak one surebilecek ancak bunu bulabildim. Hem murĂ‚kıp dediğim, sizin murĂ‚kıbınız değil, AllĂ‚h ’ın murĂ‚kabesi idi. Bu sebeple yaptığım hizmetin ecri zĂ‚yi olmasın diye -cĂ‚iz bile olsa- nefsim icin hicbir şey alamam…”
Hazret-i Omer, onun bu sozlerle neyi kastettiğini anlamıştı. ZîrĂ‚ MuĂ‚z -radıyallĂ‚hu anh- nefsine ve dunyĂ‚ya Ă‚it her şeyden mustağnî idi. Halîfe, onu taltîf ederek kendinden bir miktar hediye verdi ve:
“–Git bununla Ă‚ilenin gonlunu al!” dedi.
Ey kulum! Ben her an seninleydim, sen kiminleydin? İhsĂ‚n ve murĂ‚kabe hĂ‚lini veciz bir şekilde anlatan guzel bir misal de şudur:
Bir vĂ‚iz kursude Ă‚hiret ahvĂ‚lini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. VĂ‚iz, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın Ă‚hirette soracağı suĂ‚llerden bahisle:
“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mulkunu nerede harcadın, sorulacak! Omrunu nasıl gecirdin, sorulacak! İbĂ‚detlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helĂ‚le dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar sorulacak!..” diye uzun uzadıya bircok husus saydı.
Bu kadar teferruata rağmen meselenin ozune dikkat cekilmemesi uzerine Şiblî Hazretleri, vĂ‚ize seslendi:
“–VĂ‚iz efendi! SuĂ‚llerin en muhimini unuttunuz! Allah TeĂ‚lĂ‚ kısaca soracak ki: Ey kulum! Ben her an seninleydim, sen kiminleydin?
Kırk yıl yapılan kalp bekciliği Olum doşeğindeyken, AllĂ‚h dostlarından Ebûbekir KettĂ‚nî -kuddise sirruh- ’a hayĂ‚tında ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, şu guzel sozlerle mukĂ‚bele etmiştir:
“–Olumumun yaklaştığını bilmeseydim, riyĂ‚ olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekcilik yaptım. Onu Allah TeĂ‚lĂ‚ ’dan başkasına acmamaya calıştım. Kalbim o hĂ‚le geldi ki, Allah ’tan başkasını tanımaz oldum.”
En fecî hastalık ve belĂ‚ RivĂ‚yete gore ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da cokmuş, hasta bir şahsa rastladı. O şahıs, uzerindeki hastalıklardan Ă‚deta habersiz bir hĂ‚lde kendi kendine:
“–YĂ‚ Rabbi! Sana sonsuz hamd u senĂ‚lar olsun ki, insanların pek coğunu muptelĂ‚ kıldığın dertten beni halĂ‚s eyledin!..” diyordu.
ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, muhĂ‚tabının idrĂ‚k seviyesini anlamak ve mĂ‚nevî kemĂ‚lini yoklamak maksadıyla ona:
“–Ey kişi! AllĂ‚h ’ın seni halĂ‚s eylediği hangi dert var ki?!.” dedi.
Hasta şoyle cevap verdi:
“–Ey RûhullĂ‚h! En fecî hastalık ve belĂ‚, kalbin Hak ’tan gĂ‚fil ve mahrum olmasıdır. Şukurler olsun ki ben CenĂ‚b-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve fuyûzĂ‚tı icindeyim. Sanki vucûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok...”
Huzur dersine davet edilen meşhur mutasavvıf On dokuzuncu asrın meşhur mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru ’l-Arabî ’nin, “beşerî irĂ‚de”yi, yĂ‚ni cuz ’î irĂ‚deyi inkĂ‚r ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdulmecid Han, Hazret-i Pîr ’in huzur derslerine cağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını irĂ‚de buyurur. Ferman yerine getirilerek Şeyh huzur dersine dĂ‚vet edilir. Orada kendisine meselenin keyfiyeti suĂ‚l olunduğunda Hazret şoyle cevap verir:
“Ben umûmî mĂ‚nĂ‚da irĂ‚de-i cuz ’iyye yoktur deyip onu inkĂ‚r etmedim. Ancak bazı insanlar icin onun Ă‚deta yok hukmunde olduğunu soyledim. Cunku evliyĂ‚ullĂ‚hın buyukleri, dĂ‚imĂ‚ huzûr-i ilĂ‚hîde olduklarının idrĂ‚ki icinde yaşadıklarından, irĂ‚de-i cuz ’iyyelerinde de tezĂ‚hur imkĂ‚nı yok denilecek kadar azdır. Bu sebeple her hĂ‚lukĂ‚rda kendi irĂ‚delerine değil, mulkunde bulundukları CenĂ‚b-ı Hakk ’ın irĂ‚desine tĂ‚bî olarak hareket ederler. Aksi hĂ‚lde, edebe mugĂ‚yir davranmış ve kusur işlemiş olurlar.
MeselĂ‚ bizler şimdi pĂ‚dişĂ‚hın huzûrundayız. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrĂ‚demizi, bizi kuşatan pĂ‚dişĂ‚h irĂ‚desine rağmen isteğimize gore kullanmamız mumkun değildir. Oysa bir de dışarıdaki gĂ‚fillere ve diğer mahlûkĂ‚ta bakın; gĂ‚yet serbest ve irĂ‚delerinde hurdurler.”
Aldığı cevaptan memnun kalan pĂ‚dişah, Şeyh Muhammed Nûru ’l-Arabî ’ye ihsan ve ikramda bulunmuştur.
AllĂ‚h ’ın, her zaman ve mekĂ‚nda hĂ‚zır ve nĂ‚zır olduğunun şuur ve idrĂ‚kiyle yaşayan ihsĂ‚n ve murĂ‚kabe ehli has kullar, kendi arzuları yerine, her hĂ‚lukĂ‚rda ilĂ‚hî irĂ‚deye rĂ‚m olurlar...
İHSAN VE MURAKABE HALİ HulĂ‚sa, ihsĂ‚n ve murĂ‚kabe hĂ‚li, îmĂ‚nın ozu ve cevheridir. Butun ibĂ‚det ve davranış guzelliklerinde arzu edilen huşû, ihlĂ‚s ve takvĂ‚ gibi irfan meyveleri, ancak bu kalbî kıvĂ‚m ile mumkundur. ZîrĂ‚ CenĂ‚b-ı Hakk ’ı goruyormuşcasına yapılan her amel-i sĂ‚lih, ihlĂ‚s dallarını filizlendirir, takvĂ‚ ciceklerini acar ve huşû meyvesini verir. Kullardan kimsenin gormediği yerlerde dahî istikĂ‚met uzere olmak, beşer nazarlarından uzak mekĂ‚nlarda bile gunahlardan sakınmak, ancak “O beni her zaman ve mekĂ‚nda goruyor!” şuuru icerisinde olmakla mumkundur. Onun icin tasavvuf, baştan sona butun usûl ve erkĂ‚nında gonlu bu hĂ‚le kavuşturma gĂ‚yesini hedefler. Hak dostları, bir omur, hep bu hĂ‚lin tahsîli icin talebe olmuşlardır.
Bu durumda bize duşen; kalbî seviyemizi yukselterek AllĂ‚h ’ın, bizim uzerimizdeki muşĂ‚hedesini dĂ‚imî bir şuur ve idrĂ‚k hĂ‚line getirdikten sonra, ahlĂ‚kımızı, ihsĂ‚n hĂ‚linin en muşahhas Ă‚bidesi olan Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in yuksek hĂ‚lleri ile mîzĂ‚n ederek istikĂ‚metlenmektir.
“…Muhakkak ki ihsan sĂ‚hiplerine AllĂ‚h ’ın rahmeti cok yakındır.” (el-A ’rĂ‚f, 56)
Dipnot:
[1] CĂ‚riyenin hanımefendisini (bir başka rivĂ‚yete gore, efendisini) doğurması, “anaların kendilerine cĂ‚riye muĂ‚melesini revĂ‚ gorecek Ă‚sî cocuklar doğurması” şeklinde îzĂ‚h edilmiştir. Yalın ayak, başı acık koyun cobanlarının, yuksek ve mukemmel binĂ‚lar yapma husûsunda birbirleriyle yarışmaları ise, luks ve refĂ‚hın artması, bir zamanlar fakir olan kimselerin dahî, buyuk ve luks binalar yapmakta yarışacak kadar zenginleşmeleridir. DunyĂ‚nın, butun zenginlikleri insanlara sunulacak, servet ve para, yegĂ‚ne değer olcusu hĂ‚line gelecek, insanlar tuketim ve gosterişe duşkun olacaklardır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları


İslam ve İhsan
İHSAN VE MURAKABE HALİ