Bir muʼmin, gonulleri fethedebilmek icin once kendi gonlunu fethetmelidir. Bunun icin de kalbini yalnızca CenÂb-ı Hakkʼın tÂlimatlarına ve Peygamber Efendimizʼin terbiyesine acması elzemdir.
İLÂHÎ TÂLİM ve TERBİYE

CenÂb-ı Hak; insandan cennete lÂyık bir kıvamda edep, tÂlim ve terbiye istemekte. Gonderilen peygamberlerin ve kitapların hikmeti bu…

Bilhassa Muhammed Mustaf -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-

-SallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; sadece kavmine değil, butun dunyaya, sadece zamanına değil, risÂlet asrından itibaren kıyÂmete dek butun insanlığa hidÂyet rehberi…

CenÂb-ı Rabbu ’l-Âlemîn, Rasûlullah Efendimiz ’i bizzat terbiye etti. Ummetinin terbiyesini de O mukemmel rehber ve murebbîye tevdî etti.

O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-; 23 senelik risÂlet hayatında, tÂlim ve terbiyenin, fert ve toplum ıslahının en guzel misÂlini vermiş, taassub ve cehÂlet karanlığındaki cÂhiliyye insanından ashÂb-ı kirÂmı yetiştirmiştir. Cinayetleriyle iftihÂr eden bir toplumdan; rakîk, hassas ruhlu fertlerden muteşekkil bir fazîletler medeniyeti inşÃ‚ etmiştir.

Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Hakk ’a irtihÂl ederken, ardında O ’nun mukaddes emÂnetini yuklenen, tevhid sancağını hakkıyla taşıyan, mustesn şahsiyetler bırakmıştır. Başta hulefÂ-i rÂşidîn ve aşere-i mubeşşere olmak uzere cumle ashÂb-ı kiram; berrak aynalar hÂlinde, O RisÂlet Guneşi ’nin nûrunu, tÂbiîn asrına aksettirmiş, beldeler ve kıtaları İslÂm ’ın mutebessim cehresiyle tanıştırmışlardır.

KıyÂmete kadar bu vazife; liyÂkatli gonuller tarafından elden ele, gonulden gonule taşınacaktır.

Cunku enbiyÂnın mîrÂsı ilim ve irfandır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

MUKADDES EMÂNETİN VÂRİSLERİ

(ZÂhir ve bÂtınını ikmÂl etmiş, ilmini irfan hÂline getirmiş) Âlimler, peygamberlerin vÂrisleridir.” (Ebû D­vûd, İlim, 1)

Efendimiz ’in mîrascıları; gonul ehli, ihlÂslı, ilmiyle Âmil, irfÂn ile kÂmil ehlullah hazerÂtıdır. Onlar Efendimiz ’in ve ashÂb-ı kirÂmın zamana yayılmış zirveleridir.

Dort mezhebin imamları; Kutub-i sitteyi muazzam bir emekle bizlere ulaştıran muhaddisler; tefsir, kelÂm ve butun İslÂmî ilimlerde zÂhir ve bÂtını ikmÂl etmiş, ihlÂs ve takv timsÂli Âlimler; Efendimiz ’in tÂlim ve terbiye emÂnetini bihakkın devam ettirdiler.

Âdil sultanlar ve hakkāniyetli kadılar da, Efendimiz ’in adÂlet emÂnetini asırlara ihtimam ile taşıdılar.

Tezkiye yani mÂnevî terbiye vazifesini de tasavvuf buyukleri deruhte ettiler.

Hepsi hidÂyet rehberleridir. Onlar İslÂm medeniyetini devam ettiren rehberler oldular. Bize Kur ’Ân-ı Kerim ’de tÂlim buyurulan;

“…Bizi takv sahiplerine rehber eyle.” (el-Furkān, 74) duÂsının kabûlunun tecellîsi onlar oldular.

“Şuphesiz ki, Allah her yuz senenin başında bu ummete; dînî işlerini yenileyecek (heyecanlarını tazeleyecek, sapmalarını duzeltecek, ufuklar acacak) bir muceddid gonderecektir.” (Ebû DÂvûd, MelÂhim, 1) hadîs-i şerifinde de beyan buyurduğu gibi; dîn-i mubîn-i İslÂm ’ın Efendimiz ’in teslim ettiği nezÂhet ve tarÂvette, sıhhat ve canlılıkta korunması, musluman toplumların heyecanlarının tazelenmesi, dÂim bu «ehlullÂh»ın gayretleriyle muyesser oldu.

Bu hakikate tarih de şahittir.

TARİHTEN MİSALLER

HulefÂ-i rÂşidîn devrinden sonra başlayan fitnelerle İslÂm hilÂfeti asabiyyete ve dunyaya duşkun nÂ-ehil ellere duşmuştu.

“İnsanlar, hukumdarlarının dîni (yolu, usûlu) uzeredir.” sozu fehvÂsınca, halk da başındaki kişilere benzeme yolunu tutuyordu.

Emevî halîfelerinden Velid bin Abdulmelik, guzel binalara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da ona bakarak emlÂk ve bina merakına duştuler. Meclislerde ve mahfillerde devamlı inşaattan bahsedilir oldu.

Suleyman bin Abdulmelik, yiyip icmeye duşkun bir hukumdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme-icme lÂkırdılarıyla vakitlerini israf ederlerdi.

Sonra; zuhd u takvÂsı, adÂlet ve rikkatiyle beşinci halîfe nÂmıyla anılan Omer bin Abdulaziz -rahmetullÂhi aleyh- halîfe oldu. Onun doneminde halk; ibÂdet, tÂat ve infakta yarışır hÂlde idi. Bilhassa ailevî meclislerde;

“Bu gece evrÂdın ne idi, Kur ’Ân-ı Kerim ’den kac Âyet hıfzettin, bu ay kac gun oruc tuttun ve ne kadar infakta bulundun?” gibi sozler konuşulur, boylece gonuller birbirlerini hayra teşvik ederlerdi. (Taberî, TÂrihu ’l-Umem ve ’l-Mulûk, KÂhire, 1939, V, 266-267)

Omer bin Abdulaziz -rahmetullÂhi aleyh- ’in hilÂfet devri sadece iki bucuk yıl surmuştu. İslÂm Âlemi buyuk bir huzur diyarı oldu. Valiler; “ZekÂt verecek fakir bulamıyoruz?” diye merkeze care sorar oldular. Zira butun muslumanlar; zekÂt, infak ve sadakalarını verdiğinden neredeyse fakir kalmamıştı.

Bu mu ’min, muttakî ve sÂlih zÂtın devrinde oyle bir rûhÂniyet yaşandı ki, Muhammed bin Uyeyne -rahmetullÂhi aleyh- şoyle anlatır:

“Omer bin Abdulaziz halîfe iken Kirman ’da koyun guderdim. Halîfenin rûhÂniyet ve adÂletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar Âdet birlikte dolaşır gibi gorunurdu. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gordum. Şaşırdım. Sanki dunya, butun huzur ve sukûnunu kaybediyor gibiydi. İcimden;

«Şu Âdil ve Hak dostu halîfe olmuş olmalı!» dedim. Araştırdım, Omer bin Abdulazîz ’in o gece vefÂt ettiğini oğrendim.”

Omer bin Abdulaziz -rahmetullÂhi aleyh- zamanında hudutlar İspanya ’yı aşıp Pirene Dağlarına dayanmıştı.

Fakat İslÂm ’ın asıl hedefi; kaleleri zaptetme ve toprakları kanla sulama değil, gonullerin fethiydi ve bunu da gonullerini dergÂh hÂline getiren Hak dostları gercekleştiriyordu.

Hicrî dorduncu asrın buyuk mutasavvıfı BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri bir gun camiye gidiyordu. Camurlu yolda ayağı surcunce duşmemek icin oradaki duvara tutundu. Duvar kirlenmişti. Duşundu;

“–Henuz ezana vakit var. Once duvarın sahibine gidip helÂllik alayım!” dedi. Gidip duvarın sahibini buldu. Adam mecûsî idi. Durumu anlatıp helÂllik diledi. Mecûsî hayretle;

“–Dîniniz gercekten bu kadar dikkatli ve ihtiyatlı davranmanızı emrediyor mu?” diye sordu. Muhatabından hÂlisÂne bir şekilde;

“–Evet!” cevabını alınca da;

“–O hÂlde ben de AllÂh ’a ve Rasûlu Muhammed Mustaf -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e îmÂn ettim!” dedi. BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri ’nin bu guzel davranışı bereketiyle o hÂnede yaşayanların hepsi musluman oldu…

İnsanlar fevc fevc İslÂm ’a girerken, bazı tehlikeli hÂller de meydana geliyordu. İmÂm-ı GazÂlî ’nin yaşadığı hicrî 5. asırda İslÂm iki buyuk tehlike ile karşı karşıya idi.

Bir tarafta bÂtınîler ve şiî propagandası…

Diğer tarafta muhtelif din ve felsefelere mensup olup, İslÂm ’a giren fakat akāidi bozan yanlışlarını da dîne taşımaya calışanların yanlış gidişÃ‚tı…

İSLÂM ’IN HUCCETİ (SAĞLAM DELİLİ)

İlmin zirvesini tutan İmÂm-ı GazÂlî Hazretleri, AllÂh ’ın yardımıyla mÂnevî kemÂle de ulaşarak Huccetu ’l-İslÂm oldu. BÂtıniyye ve felsefeye karşı akāidi tahkîm etti. KelÂm ilminde derinleşerek felsefenin menfîliklerini temizledi.

Onun muallimi ve rehberi de Fahr-i KÂinÂt Efendimiz olmuştu. İmÂm-ı GazÂlî -rahmetullÂhi aleyh- şoyle demişti:

«Gordum ki, her şey Peygamberler Peygamberi ’nin ruh feyzine sığınmaktan ibÂret ve gerisi sadece yalan ve dolan, vehim ve hayal!.. Akıl ise bir hic… Sadece hudut!»

Moğol İstîlÂsı ’nın İslÂm dunyasını kasıp kavurduğu, Anadolu Selcuklularının perişan vaziyete duştuğu hicrî 8. asırda ise MevlÂn Hazretleri Konya ’nın en zor zamanlarında, buyuk bir tesellî kaynağı oldu. Hazret-i MevlÂn ’nın eserleri, hatt o eserlerdeki kıssalar; bugun bile yorgun gonullere tesellî veriyor, huzur hÂli veriyor, şevkleri artırıyor.

Onun ilÂhî aşk, şevk ve umit dolu hikmetli mayasıyla yoğrulan Anadolu insanı, o bÂdireyi atlattı. Moğol ’u eritti. Kısa zamanda Osmanlı gibi bir cihan devletini meydana getirdi.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yuzakı Dergisi / Ebedî Fecre Yıl: 2014 Ay: Aralık Sayı: 118
İslam ve İhsan