
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Eyyub Aleyhisselam'dan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 02 Kasım 2020 tarihli sohbeti...
2 Kasım 2020 Sohbeti Uc İhlĂ‚s bir FĂ‚tiha;
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in aziz, latîf, mubĂ‚rek, pĂ‚k rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın, enbiyĂ‚-i izĂ‚mın, sĂ‚dĂ‚t-ı kirĂ‚m hazarĂ‚tının, cumle gecmişlerimizin rûh-i şerîflerine, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine, zelzelede vefat eden kardeşlerimizin cumlesinin ruhlarına;
Hastaların da şifasına -inşĂ‚allah- ve ummet-i Muhammed ’in bu virus hastalığından selĂ‚met bulmasına,
Diğer taraftan, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selĂ‚metine,
İslĂ‚m dunyasının butun Ă‚fatlardan, felĂ‚ketlerden berî olması niyaz ve duĂ‚sıyla;
Bir FĂ‚tiha-i Şerîfe, uc İhlĂ‚s…
Muhterem Kardeşlerimiz!
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- sabırda Ă‚bideleşen bir peygamber. Sabrın bileyi taşı aynı zamanda.
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- Şam civĂ‚rında yaşayan insanlara gonderilmiştir. Kendisine cok az kişi îman etmiştir. Dedesi Hazret­i İshĂ‚k -aleyhisselĂ‚m- ’ın duĂ‚sı bereketiyle, CenĂ‚b-ı Hak, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’a baştan, ilk devrede, cok mal-mulk, evlĂ‚t verdi. Hizmetcileri, tarlaları ve hayvanları cok boldu. Sofrasında fakirler bulunmadıkca yemek yemezdi. Misafirlere ikram etmeyi ziyadesiyle severdi.
Omrunun başlangıcında zengin, ortasında ilĂ‚hî bir imtihan olarak fakir ve garip yaşadı. Hayatının geri kalan kısmında ise “şukur” ve darb­ı mesel hĂ‚line gelen “sabır” neticesinde, tekrar ihsĂ‚n­ı ilĂ‚hîye gark oldu. Halk ağzında da, ufak bir meşakkat olduğu zaman, “Eyyûb sabrı” derler. Bu şekilde bir darb-ı mesel hĂ‚line de gelmiştir.
Rabbimiz, onun sabırdaki tahammulunu şu şekilde senĂ‚ ediyor:
“...Gercekten Biz Eyyûb ’u sabırlı (yani rızĂ‚ hĂ‚linde bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi bir kuldu (نِعْمَ الْعَبْدُ, o ne guzel bir kuldu)! DĂ‚imĂ‚ AllĂ‚h ’a yonelirdi.” (SĂ‚d, 44)
Mu ’min de, iyi bir kul olabilmenin derdiyle dĂ‚imĂ‚ AllĂ‚h ’a yonelecek, CenĂ‚b-ı Hakk ’a sığınacak. Yine dĂ‚imĂ‚ hĂ‚le rızĂ‚ hĂ‚linde yaşayacak.
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın malı-mulku, evlĂ‚tları ve nĂ‚il olduğu butun nîmetler, ilĂ‚hî bir imtihan olarak elinden alındı. Cok ağır hastalığa dûcĂ‚r oldu.
Ancak o, her hĂ‚linde Hakk ’a tevekkul ve teslîmiyet gosterdi. Bedenine, malına ve evlĂ‚dına gelen musîbetlere karşı buyuk bir sabır sergiledi. İlĂ‚hî takdîre rĂ‚zı oldu. Onun icin “نِعْمَ الْعَبْدُ” buyuruyor “ne guzel bir kuldu” buyuruyor.
Suleyman -aleyhisselĂ‚m- varlıkta; Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- yokluk ve ıztıraplara tahammul... Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın bu sabır ve teslîmiyeti, dillere destan oldu. Bir ibret numûnesi olarak insanlık tarihine gecti.
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın imtihĂ‚nı, peygamberlik devresine Ă‚it. Başına gelen her turlu musîbet imtihĂ‚nında, mel ’ûn şeytan musallat oldu. Yani şunu unutmamak lĂ‚zım ki, iblis daima meyveli ağaca taş atar.
Şoyle ki; iblis, ondaki fazîleti hazmedemedi. İnsan kılığına girerek halk arasında:
“–Bu kadar nîmet ve bolluk icinde kulluk yapmak kolaydır. Eyyûb ’u bir de darlık ve belĂ‚ Ă‚nında gormeli!..” diyordu.
Rabbimiz de, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın tevekkul-teslîmiyetini izhĂ‚r etmek icin bu sevgili peygamberine ceşitli musîbetler verdi.
CenĂ‚b­ı Hak, ilk olarak mallarını elinden aldı. Bir sel ile koyunlarını, bir ruzgĂ‚r ile de ekinlerini mahvetti CenĂ‚b-ı Hak.
Şeytan, coban kılığına girerek hemen Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’a koştu. Ağlaya ağlaya olup biteni haber verdi:
“–Ey Eyyûb dedi, malın da gitti dedi. Buyuk bir felĂ‚ket oldu. Allah, senin butun malını ve mulkunu telef etti!”
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- buyuk tevekkul ve teslimiyetle, hic telaşlanmadı. İnsan kılığına girmiş bulunan şeytana:
“–Mal ve mulku bana Rabbim vermişti. Mal, mulk AllĂ‚h ’a ait. Şimdi de aldı. YegĂ‚ne sahip O ’dur! Dilerse verir, dilerse alır!..”
Şeytan, bu soz ve tavırlar karşısında perişan oldu.
Daha sonra Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın ders okutmakta olduğu cocukları bir zelzele neticesinde, hepsi vefĂ‚t etti. Hicbir cocuğu kalmadı. Şeytan bu sefer de feryĂ‚d u figĂ‚n ederek Hazret­i Eyyûb ’un yanına geldi. Onu isyĂ‚na suruklemek maksadıyla:
“–Ey Eyyûb dedi, Allah TeĂ‚lĂ‚ senin evini zelzele ile yıktı. Butun cocuklarını elinden aldı. Onların canhıraş feryatları dayanılacak gibi değildir, evlĂ‚tlarının feryatları dayanılacak gibi değildir. Sen hĂ‚lĂ‚ duruyorsun!” dedi.
HĂ‚diseyi o kadar acıklı bir şekilde nakletti ki, Hazret­i Eyyûb ’un gozlerinden yaş geldi. Ancak bu imtihan karşısında buyuk bir sabır gosterdi.
Aynı şekilde Rasûlullah Efendimiz ’in oğlu İbrahim de vefat ettiği zaman, Efendimiz ’in gozunden bir yaş geldi.
“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah!” dedi ashĂ‚b-ı kirĂ‚m. “Siz de mi?” dedi.
“–Yok dedi, bu dedi, gozden gelen bu damla, bir merhametin neticesidir. Gozden damla gelir, fakat kalp, AllĂ‚h ’a tam teslimdir.” (Bkz. BuhĂ‚rî, CenĂ‚iz, 44; İbn-i Sa ’d, I, 138)
Bu acıklı duruma da sabır gosterdi.
Tabi şeytan, (maksadına) yine nĂ‚il olamadığından, ofkeden, bir şeyler diyecekti, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- buna fırsat vermedi:
“–Ey mel ’ûn! Sen iblîs ’sin! Beni Rabbime karşı isyana teşvik etmek istiyorsun! Bilesin ki evlĂ‚tlarım birer emanetti. Sahibi geri aldı! Veren O, alan O! Ben her hĂ‚lde Rabbime hamd eden bir kulum.” dedi.
Azîz Mahmud HudĂ‚yî Hazretleri de bu teslîmiyeti şoyle ifade eder:
Alan Sen ’sin, veren Sen ’sin, kılan Sen;
Ne verdinse odur; dahî nemiz var!..
Zor bir durum. İnsanın evlĂ‚dı, kendi parcası. Rasûlullah Efendimiz, o sabreden bir anne-babayı şu şekilde bildirir:
“Bir kulun cocuğu vefĂ‚t ettiğinde, Allah TeĂ‚lĂ‚ melekleri gonderir:
«–Kulumun cocuğunun rûhunu (mu) aldınız?» buyurur. Melekler:
«–Evet yĂ‚ Rabbi.» derler (Aldık derler). Allah TeĂ‚lĂ‚:
«–Onun gonul meyvesini mi kopardınız?» Melekler:
«–Evet yĂ‚ Rabbi.» derler. Hak TeĂ‚lĂ‚:
«–Peki, kulum ne dedi (karşılık olarak)?» Melekler:
«–O Sana hamd etti:
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
“…Biz AllĂ‚h ’a Ă‚idiz, yine AllĂ‚h ’a donduruleceğiz.” (Bkz. el-Bakara, 156) diyerek yalnız Sana ilticĂ‚ etti (o anne-baba).»
Bunun uzerine Allah TeĂ‚lĂ‚ şoyle buyurur:
«–Kulum icin Cennette bir ev inşĂ‚ edin. İsmini de “Beytu ’l-Hamd: Hamd Evi” koyun.» buyurur.” (Tirmizî, CenĂ‚iz, 36/1021)
Yine diğer bir şeyde Efendimiz şoyle buyuruyor:
“Kul hastalanınca, Allah TeĂ‚lĂ‚ iki melek gonderir ve onlara:
«–Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor, bir dinleyin!» diye emreder.
Eğer o kul, melekler geldiği zaman AllĂ‚h ’a hamd ediyor, senĂ‚da bulunuyor ise, onlar kulun bu hĂ‚lini, her şeyi (zĂ‚ten) en iyi bilen CenĂ‚b-ı Hakk ’a yukseltirler. (Melekler sırf kulunun ameline şĂ‚hid olsun diye gonderen) Allah TeĂ‚lĂ‚:
«–Kulumun rûhunu kabzedersem, onu Cennet ’e koymak, kulumun Ben ’im uzerimde hakkı olmuştur. ŞĂ‚yet şifĂ‚ verirsem, onun etini daha da hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmek, gunahlarını da affetmek, uzerimde hakkı olmuştur.»” CenĂ‚b-ı Hak buyuruyor, Muvattaʼda. (Muvatta, Ayn, 5)
Rabbimiz, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın malını, evlĂ‚tlarını aldıktan sonra, ona bir de hastalık verdi. Tabi Kur ’Ă‚n­ı Kerîm, bu hastalığın cinsini belirtmiyor. LĂ‚kin hastalığı o kadar derece arttı ki, hic kimse yanına uğramaz oldu. Yalnız hanımı Rahme HĂ‚tun, eşsiz bir sadĂ‚kat ve vefĂ‚ orneği sergiledi. Onun hizmetine devam etti. El işleri yaparak maîşetini temin etti.
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-, bu hastalığında hicbir zaman şikĂ‚yetci olmadı. Daima şukur hĂ‚linde idi. Rabbine sığındı, sabretti, hamd u senĂ‚ya devam etti. Edep gostererek, hastalık ve yorgunluğunu şeytana izĂ‚fe etti. Âyet­i kerîmede buyruluyor:
“(Rasûlum!) Kulumuz Eyyûb ’u da an! O, Rabbine: «Doğrusu şeytan, bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.» diye seslendi.” SĂ‚d Sûresi, 41. Ă‚yet.
Şeytan, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ı şukur, hamd ve rızĂ‚ hĂ‚linden uzaklaştıramayınca, bu defa şehir halkına vesvese vermeye başladı:
“–Sakın Rahme ile goruşup kendisine yardımcı olmayın! Yoksa Eyyûb ’un hastalığı Rahmeʼye, Rahmeʼden de size gecer! Derhal onu şehrinizden kovun!” dedi.
Şehir halkı, Rahme HĂ‚tun ’a:
“–Eyyûb ’la beraber burayı terk edin dedi. Yoksa sizi taşlayarak oldururuz!” dediler.
Rahme HĂ‚tun, cĂ‚resiz kaldı. Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- zaten bitkin, zayıflamıştı, sırtına alarak o insanların bulunduğu yerden uzaklaştırdı. Şehir dışında bir yer edindi. Kucuk bir kulube yaptı. Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’a kumdan bir yatak, başına taştan bir yastık koydu. Hizmetine sadĂ‚katle devam etti.
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- bu durumda bile, oradan gelip gecene “emr­i bi ’l­mĂ‚rûf ve nehy­i ani ’l­munker”de bulunuyordu. Daima hakka davet ediyordu.
Rahme HĂ‚tun, gecimlerini temin icin şehirdeki hanımlara iplik bukuyordu. Bir ara efendisine:
“–Sen bir peygambersin! Allah TeĂ‚lĂ‚ ’dan sıhhat ve Ă‚fiyet istersen de bu dertleri senden alır. Sen CenĂ‚b-ı Hakkʼın mumtaz bir kulusun.”
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ise hanımına:
“–Sıhhat ve Ă‚fiyetle gecen gunlerimiz ne kadardır?” diye sordu. Rahme HĂ‚tun:
“–Seksen yıl.” dedi.
Bunun uzerine Hazret­i Eyyûb:
“–Ey Rahme! Şiddet ve belĂ‚ zamanı sıhhat ve safĂ‚ suresi kadar olmadan CenĂ‚b­ı Hakkʼa şikĂ‚yet etmekten hayĂ‚ ederim. (Seksen sene bizim sıhhat hayatı gecti, daha o kadar hastalık hĂ‚limiz gecmedi.) Allah TeĂ‚lĂ‚ bize nîmetler verirken (rĂ‚zıyız da), O ’ndan gelen belĂ‚lara nicin sabretmeyelim?!”
Daima bizi bir tefekkure davet...
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın bu sabrını, Rasûlullah Efendimiz şoyle senĂ‚ ediyor:
“Hazret-i Eyyûb, insanların en halîmi, en sabırlısı, en gazabını (ofkesini) yeneni idi.” (İbn­i Ebî Şeybe, Musannef, III, 201)
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın sabrı ve rızĂ‚ hĂ‚li, Hak yoluna giren sĂ‚lik ve dervişlerin bilhassa ibret ve hisse alması gereken en guzel bir misaldir.
MevlĂ‚nĂ‚ʼda bir misal var bu hususta. Yani Dostʼtan gelen ıztırapları hoş karşılamak… MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, sevenin sevdiği uğrunda katlanacağı fedĂ‚karlıkları şu temsilî hikĂ‚ye ile anlatır:
Bir efendiye hediye olarak bir kavun geldi. O da sevdiği, gonuldaşı, derin duygulu, sĂ‚dık hizmetkĂ‚rı Lokman ’ı cağırttırdı.
Lokman gelince efendisi kavundan bir dilim kesip ona ikram etti. Lokmanʼı cok seviyordu. Lokman o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi yedi.
Efendisi ona ikinci bir dilimi verdi. Zira efendisi, Lokman ’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu. Ona ikram etmenin huzuru icindeydi.
Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi;
“–Bunu da ben yiyeyim; ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım.” dedi.
Efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili ucukladı, boğazı kavruldu. Kendinden gecti. Ondan sonra Lokman ’a sordu:
“–Ey benim kıymetli, canım hizmetkĂ‚rım! Boyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Neden bir şey soylemedin?”
Lokman dedi ki:
“–Ben; siz efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddeten ve mĂ‚nen o kadar cok nimetlerle perverde oldum ki, size bunlar icin mukabelede bulunamadığımdan dolayı, utancımdan iki buklum olmuşumdur. Sizin elinizle ikram ettiğiniz bir şeye;
«–Bu acıdır, yenilemez.» diye, ben diyebilir miyim bunu?!.
Hem sizin elinizden gelen her acı bana tatlı gelir. Cunku bedenimin butun cuzleri sizin nîmetlerinizle perverde olmuştur.
Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryĂ‚d edersem, başıma yuzlerce defa toprak sacılsın. LûtufkĂ‚r elinin tadı, bu kavunda nasıl bir acılık bırakır?
Tabi bunu da en muşahhas, ashĂ‚b-ı kirĂ‚mda goruyoruz. Nasıl bir Efendimizʼe muhabbet vardı?! “Sen emret yĂ‚ RasûlĂ‚llah diyordu. Canım, malım, her şeyim Sana fedĂ‚ olsun!” diyordu. Hakikaten bunun icin samimî bir fedakĂ‚rlık icindeydi.
Bunu Bedirʼde goruyoruz, Uhudʼda goruyoruz, Hendekʼte goruyoruz, butun Efendimizʼin seferlerinde, Hudeybiyeʼde goruyoruz; hep bir fedakĂ‚rlık hĂ‚lindeydi ashĂ‚b-ı kirĂ‚m. Niye? Muhabbet, cok seviyor. Yani dunya eridi, Rasûlullah Efendimizʼin sevgisi, hepsinin otesine gecti.
MevlĂ‚nĂ‚ bu hikĂ‚yeden sonra muhabbetin ne olduğunu izah ediyor:
“Muhabbetten acılar tatlılaşır, bakırlar altın olur.
Muhabbet ile tortular durulur arınır, dermansız dertler şifa bulur.
Muhabbetten dolayı zindanlar gul bahcesine doner.
Muhabbetten oturu karanlık evler aydınlanır, nurlanır. NĂ‚r/ateş, nûr olur.
HĂ‚sılı muhabbet ile, kahırlar lûtuf olur, zahmetler rahmete doner.” (Mesnevî

En buyuk cileler; başta CenĂ‚b-ı Hakk ’ın en sevgili kulları peygamberlerin, daha sonra da peygamberlerin vĂ‚risi olan Hak dostlarının ve sĂ‚lih kulların başından gecmiştir. Cileler, onlara terfi-i derecĂ‚t durumundadır.
Hazret-i Âdem -aleyhisselĂ‚m-, yıllarca tevbesinin kabulu icin gozyaşı doktu. Hic insan da yok. Kendisi Serendibʼde, HavvĂ‚ VĂ‚lidemiz Ciddeʼde, kırk sene.
Yusuf -aleyhisselĂ‚m-, haksız bir yere atıldığı kuyuda ve zindanda nice cileler cekti. Arkadan bir de Zuleyhaʼnın musibetine uğradı.
Hazret-i Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- işte muhteşem varlıklardan sonra; -maldı, evlĂ‚ttı vs.- yokluk, hastalık, onlarla bir imtihandan gecti
ZekeriyyĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- YahyĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- şehid edildi.
Yani butun peygamberler; muşriklerin cirkin hucumları, hakaretleri ve iftiralarına maruz kaldılar. Kimisi de cok ağır bir şekilde şehid edildi.
En geniş nimet ve imkĂ‚nlara mazhar olan, Hazret-i Suleyman -aleyhisselĂ‚m- ’dır. Onun dahî hayatında an gelmiş, iptilalara dûcĂ‚r olmuştur. “Onu tahtında olu bir ceset gibi bıraktık.” buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak. Sonra kaldırıyor, istiğfar ediyor, tekrar veriyor. (Bkz. SĂ‚d, 34)
-SallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz, cektiği cileler ile ne kadar bir tahammul hĂ‚lindeydi.
Efendimiz; ashabına karşı son derece şefkatli iken, 13 sene Mekke devrinde, Fahr-i KĂ‚inat Efendimiz ’in gozleri onunde, sahĂ‚be efendilerimiz dovulduler, sovulduler, işkencelere tĂ‚bî tutuldular. Kızgın taşların uzerine yatırıldılar. Uzerlerine dev taş kutleleri konarak kemikleri kırıldı.
İslĂ‚m ’ın ilk şehîdesi Sumeyye HĂ‚tun; bir ayağı bir deveye, diğer ayağı bir deveye bağlandı, ters istikamete goturulup parca parca edilerek katledildi.
Fakat muhabbet, demek ki onlara bu ıztırĂ‚bı hafifletiyor.
Efendimiz butun bunlara sabretti. Ki Efendimiz, ummetine raûf ve rahîm. Bir ananın-babanın merhametinden daha fazla merhameti vardı.
Diğer taraftan 7 tane evlĂ‚dı vardı. 7 evlĂ‚dının 6 ’sını kendi eliyle toprağa verdi. Sabretti... Tahammul etti...
Diğer taraftan muşrikler, cok sevdiği Hazret-i Hamza ’yı, Mus‘ab bin Umeyrʼi, CĂ‚fer bin Ebû TĂ‚libʼi, Zeyd bin HĂ‚rise gibi bircok kıymetli talebelerini şehid ettiler.
Reci ’de, Bi ’r-i Maune ’de, gozu gibi sakındığı AshĂ‚b-ı Suffe, Kur ’an talebelerini şehid ettiler.
Sabretti... Tahammul etti...
Kendine yapılan zulumleri ise, daima affetti. Mekke fethinden sonra, tam bir kısas fırsatı doğmuşken, 20 yıldır birikmiş hesapların, ıztırapların uzerine bir şal attı. Af ilan etti. Mekkeliler;
“‒Sen, kerem ve ihsan sahibi bir kardeş oğlusun!..” diye, Efendimiz ’in faziletini itiraf ettiler. (Bkz. İbn-i HişĂ‚m, IV, 32; VĂ‚kıdî, II, 835; İbn-i Sa ’d, II, 142-143)
-SallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz; cilelere, en guzel şekilde sabır ve tahammul gostermenin, kotuluğu iyiliklerle savarak, kendisini oldurmeye geleni diriltmenin en guzel misallerini sergiledi.
AshĂ‚b-ı kirĂ‚m bu cilelerle olgunlaştı.
Mekke devri de 13 sene suren pek zorlu bir cile mevsimidir. Bilhassa BilĂ‚l -radıyallĂ‚hu anh-, HabbĂ‚b, YĂ‚sir, Sumeyye gibi fakir ve zayıf sahĂ‚bîler cok ağır işkencelere tahammul ettiler. Sadece onlar değil, Hazret-i Ebû Bekir gibi varlıklı sahĂ‚bîler dahî defalarca hucumlara uğradı. HattĂ‚ bir muşrikin demir ayakkabısıyla dovuldu, tartaklandı ve olumden zor kurtuldu.
HakĂ‚ret, istihzĂ‚, muhĂ‚sara, aclık, daha ne cileler...
Sonunda yurtlarını, evlerini ve akrabalarını bırakarak, servetlerini bırakarak hattĂ‚, Medîne ’ye hicret etmek zorunda bırakıldılar.
Medîne devrinde cile sona ermedi. Bu sefer de munĂ‚fıklar, muşrikler, yahudiler arasında butun sıkıntı ve meşakkatlere maruz kaldılar. Savaşlara mecbur kaldılar, en yakınlarını kaybettiler ve şehid verdiler.
TĂ‚ muşrikler, 450 km.den geliyorlardı, İslĂ‚mʼı kaldırmak icin. Kendilerini CenĂ‚b-ı Hak felĂ‚kete uğrattı.
Bu cileler neticesinde gonulleri; en guzel kıvamda olgunlaştı, her turlu hamlıktan kurtuldu. Onlar, bilhassa tevhid uzere akāid hususunda her ceşit imtihandan gectiler. Hicbir şekilde İslĂ‚m ’dan taviz vermeyip kalb-i selîme nail oldular. Nihayet rızĂ‚-yı ilĂ‚hîye vĂ‚sıl oldular.
Nasıl bir yemek pişirmeden yenmez, hazmedilmez ise; gonul de, ancak cileler icinde kemĂ‚le erer. DergĂ‚h-ı ilĂ‚hîde kabul bir gonul hĂ‚line gelir.
Bu ne guzel bir misaldir. KĂ‚inat bir kevnî Ă‚yetlerle dolu. Sahilde olanlar bilirler: Denizle karanın birleştiği yerde kumsal vardır. Dalgalar orayı devamlı dover. Asırlarca dover. Oradaki taşlar da granit gibidir, kırılmaz.
Tasavvufta, insanın seyr u sulûku “yeniden doğması”na benzetilmiştir. Bu manevî doğum.
Unutulmamalıdır ki insanı olgunlaştıran, cilelerdir.
“Kadının batnı (karnı) yeni bir cocuk doğurmadıkca, kan sute donmez.” Kadın, o cileleri, anne o cileleri cekecek ki o kandan sut cıkacak.
Bu yol cilelidir, zahmetlidir, fakat neticesi rahmet doludur.
Doğum da tahammulun bir bereketidir. Bir anne, dokuz ay karnında meşakkatlerle taşıdıktan sonra, evladını dunyaya getirir. Annelik şerefine bu zahmetlerle erişir.
MevlÂn yine burada buyurur:
“Doğum ağrısı; gebeye gore ağrıdır, ama ana karnındaki cocuğa gore, zindandan kurtuluştur.”
Demek ki Allah yolunda tahammul edilmesi icab eden gucluklere, iptilalara; sonunda hĂ‚sıl olacak nîmetler zĂ‚viyesinden bakabilirsek, onlar mubĂ‚rek bir vesîledir.
Hatt MevlÂnÂ, daha oteye:
“Sana diyor, Allah ıztırap vermişse diyor, buna cok diyor, sevin diyor. Bu şekilde senin diyor, Ă‚hiretin selĂ‚mete erecek diyor. Fakat sabretmek şartıyla, şukretmek şartıyla.”
Yine kÂinattan MevlÂn misal verir:
“Ayın kapkaranlık gecelere sabretmesi onu apaydın eder.
Gulun dikene sabretmesi, guzel bir koku verir.”
Es‘ad Erbilî Hazretleri ise; Ă‚şık gonullere, cilelere tahammulu kolaylaştıran vuslat sırrını şoyle ifade eder:
“Aşk gulistanının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin ustunden yuzlerce gonca toplarım!”
“Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam, ruyamda Gul ’u gorurum!”
Tabiat da, cilelere tahammulun neticesinde bereketlenir.
MeselĂ‚ toprak, sonbahar ve kışın ağır zorluklarına tahammul eder, ancak bu şekilde bir ilkbahar cıkar. O kupkuru ağaclar meyvelerini verir ve guzelliklerini de serper. Yani ancak cilelerden sonra canlanıp yeşermek nasib olur.
Yine MevlÂn der:
“Yemyeşil daldan ayrılmayacak yapraklar bitsin diye gonul, dalındaki sararmış yaprakları doker.
Gam, gonulden neyi doker, neyi sokerse karşılık olarak gercekten onun cok daha guzeli verilir.”
Yine diğer bir misal:
İbrahim -aleyhisselĂ‚m- SĂ‚re VĂ‚lidemizʼle Mısırʼa girdiler. Mısırʼa girerken hemen huduttaki bekciler, saraya, Firavunʼa haber verdiler:
“‒CemĂ‚l sahibi bir kadın geldi.” dediler.
Firavun, cemĂ‚l sahibi kadınları yanına alırdı tecĂ‚vuz icin. İbrahim -aleyhisselĂ‚m- da nasıl bir sabır, ne kadar bir zorluk! SĂ‚re VĂ‚lidemizʼi iceri aldılar, Firavunʼa takdim edecekler, Firavun da zevkini alacak. Fakat orada İbrahim -aleyhisselĂ‚m- da bahcede. Yani ne kadar bir ıztırap!
Hemen SĂ‚re VĂ‚lidemiz iki rekĂ‚t bir namaz kıldı. O namaz neticesinde yanına Firavun geldi, eli-ayağı titremeye başladı:
“‒Aman dedi, bu kadını burada defedin dedi. Cinnî midir nedir dedi. Neredeyse dedi, beni felc hĂ‚line getirecek dedi. HattĂ‚ HĂ‚cerʼi de yanına verin, buradan iyice gitsin, uzaklaştırsın!” dedi.
CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmede:
“Ey îmĂ‚n edenler! Sabır ve namaz ile Allah ’tan yardım isteyin. Şuphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153)
VelhĂ‚sıl her meşakkat karşısında dayanılacak şey, namaz ve namazla beraber sabır. İki guc, selĂ‚mete erebilmek icin.
Tabi bu 80 sene bir sıhhat hayatı.
“Şurada birkac sene ancak bu ıztırap hayatındayız.” dedi, hanımına.
“‒Ey Rahme dedi, şiddet ve belĂ‚ zamanı, sıhhat ve safĂ‚ suresi kadar olmadan, CenĂ‚b-ı MevlĂ‚ʼya şikĂ‚yet etmekten hayĂ‚ ederim.” dedi. Allah TeĂ‚lĂ‚ bizlere nîmetleri verirken rĂ‚zı oluyoruz da, ondan gelen belĂ‚lara nicin sabretmeyelim?” dedi.
Âyette “…Gayzlarını yutarlar…” (Âl-i İmrĂ‚n, 134) buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak.
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-ʼın sabrı ve rızĂ‚ hĂ‚li, Hak yoluna giren sĂ‚lik ve dervişlerin bilhassa ibret ve hisse alması gereken en buyuk bir misĂ‚ldir.
Tabi şunu da unutmamak lĂ‚zım ki:
“Her zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gercekten zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirĂ‚h, 5-6) buyruluyor.
Nitekim Efendimizʼin MîrĂ‚cʼa nĂ‚il olması, TĂ‚ifʼte cektiği bir eziyetlerden sonra. Hatice VĂ‚lidemiz, Efendimizʼin en destekcisiydi, o vefat etti. Ondan sonra yine hep şukur hĂ‚lindeydi, sabır hĂ‚lindeydi. CenĂ‚b-ı Hak MîrĂ‚cʼa nĂ‚il eyledi.
Yani cileler, gamlar, hayatta mes ’ud olmaya mĂ‚nî gibi gorunurse de, hakîkatte oyle değildir. Sabretmesini ve Allah ’tan gelenlere rızĂ‚ gostermesini bilenler icin, belki daha buyuk bir surûra ulaşmak icindir.
VelhĂ‚sıl Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- şeytanın tasallutlarına karşı hep boyle bir sabırla, şukurle, ona guzel, veciz ifadeler verdi. Onu yanından o şekilde defetti. Bir netice, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-ʼdan alamayınca, şeytan, Rahmeʼye dondu. İkide bir onune cıktı ve aklını celmeye calıştı.
Tabi Rahme HĂ‚tun da bunları Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-ʼa anlatıyordu. Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-:
“–Ey hanım dedi. O senin yoluna cıkan iblîs ’tir. Dikkatli ol; seni vesvese ile benden ayırmak istiyor!..” dedi.
Rahme HĂ‚tun, Yusuf -aleyhisselĂ‚m- ’ın torunlarındandı. Bu sebeple cemĂ‚l sahibi idi. CivĂ‚rında ondan daha guzel bir hanım yoktu.
Şeytan, bir gun onun karşısına yakışıklı bir kişi sûretinde cıktı:
“–Senden daha guzel birini gormedim dedi. Ben şu yakın koydeyim. Servetimin de haddi­hesĂ‚bı yoktur...” dedi.
Rahme HĂ‚tun da CenĂ‚b-ı Hakkʼa sığınarak:
“–Ben hasta olan Eyyûb Peygamber ’in hanımıyım. Ona hizmet etmekteyim. Ve ben, o şerefli peygamberden başkasına aslĂ‚ meyletmem...” dedi ve yuruyup gitti.
Rahme HĂ‚tun, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın yanına donunce anlattı.
“–Ey Rahme dedi. Ben sana ondan sakınmanı soylemedim mi? Yanına gelen senin şeytandı. Sana iyileşince yuz tane sopa vurayım!” dedi.
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın hastalığı gittikce şiddetlendi. HattĂ‚ onun peygamberlik vazifesini yapmasına mĂ‚nî olmaya başladı. O zaman CenĂ‚b-ı Hakk ’a şoyle duĂ‚ etti:
“…Bana gercekten hastalık isĂ‚bet etti. Sen (yĂ‚ Rabbi) merhametlilerin en merhametlisisin!” (el­EnbiyĂ‚, 83)
CĂ‚fer SĂ‚dık Hazretleri buyuruyor ki:
“Musîbet muddeti uzayınca şeytan: «Ey Eyyûb! Hastalıktan kurtulmak istersen, bana secde et!» dedi. Hazret­i Eyyûb ’un kalbi mahzun oldu: «Hastalıktan değil, duşmanın harîs olmasından rahatsızlandım.» dedi. Rabbine: «Bana bu hastalık isĂ‚bet etti yĂ‚ Rabbi!» dedi.” Yani şifĂ‚ icin.
Diğer bir rivĂ‚yette:
Kendisine îmĂ‚n etmiş bulunan birkac kişi de:
“‒Eğer bunda hayır olsaydı, bu belĂ‚ya dûcĂ‚r olmazdı!”
NĂ‚danların bu sozleri de, Hazret­i Eyyûb ’u son derece rencide etti.
Diğer bir rivĂ‚yette:
Rahme HĂ‚tun cĂ‚resizlik icinde kalarak yiyecek almak icin elbisesini sattı. Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- bunu oğrenince buyuk bir uzuntuyle Rabbine ilticĂ‚ etti.
Diğer bir rivĂ‚yette:
CebrĂ‚îl -aleyhisselĂ‚m-, Hazret­i Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’a gelerek:
“‒Hak TeĂ‚lĂ‚ ’nın hazinesinde musîbet imtihĂ‚nı coktur. Onlara tĂ‚kat getiremezsin. Sen Allah ’tan Ă‚fiyet talebinde bulun!” demiş, şifĂ‚yĂ‚b olması icin CenĂ‚b­ı Hakk ’a duĂ‚ etmesini soylemişti. Bunun uzerine duĂ‚ ediyor.
RivĂ‚yete gore, bir kimse Rasûlullah Efendimizʼin mescidine girdi, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ile alĂ‚kalı Efendimizʼe bazı sorular sordu. Peygamber Efendimizʼin gozunden yaşlar dokuldu. Şoyle buyurdu:
“Allah TeĂ‚lĂ‚ ’ya yemin ederim ki, Eyyûb belĂ‚dan inlemedi... Yedi sene, yedi ay, yedi gun, yedi gece o belĂ‚da kaldı. (Bu belĂ‚ neticesinde) namaz kılmak icin ayakta duramıyordu, duşuyordu. Hak yolundaki hizmetinde kusur gordu. (O zaman Ă‚yette buyrulan):
«Bana gercekten hastalık isĂ‚bet etti» dedi.” (Bkz. Kurtubî, Tefsîr, XI, 323, 327)
Bu hĂ‚lini dĂ‚imĂ‚ CenĂ‚b-ı Hakkʼa arz etti. Nitekim YĂ‚kub -aleyhisselĂ‚m- da Yusufʼun hasreti icin CenĂ‚b-ı Hakk ’a şoyle ilticĂ‚ etmişti:
“Ben butun kederimi, huznumu ancak AllĂ‚h ’a arz ediyorum…” (Yûsuf, 86) buyurmuştu.
VelhĂ‚sıl Rahme HĂ‚tun yine yiyecek aramak icin cıkmıştı. CebrĂ‚îl geldi.
CenĂ‚b­ı Hakk ’ın şu emrini bildirdi:
“Ayağını yere vur! İşte icilecek soğuk bir su!” (Bkz. SĂ‚d, 42)
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ayağını yere vurdu. Hemen bir pınar cıktı. O da bu su ile yıkandı ve boylece mûcize olarak ic ve dış hastalıkların hepsinden kurtuldu.
Bir başka rivĂ‚yete gore, Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- yere vurdu, biri sıcak, diğeri soğuk iki kaynak cıktı. O da, sıcak suyla yıkandı, soğuk suyla da icti.
Tabi burada dikkat edilecek; “Ayağını yere vur!” emredilmesi, demek ki kuldan da bir gayret lĂ‚zım.
VelhĂ‚sıl Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın buyuk edep, tĂ‚zim, şukur, sabır neticesinde duĂ‚sı kabûl edildi. Kendisine şifĂ‚ ve rahmet, lûtuf kapıları acıldı.
“Bunun uzerine (Ă‚yet­i kerîmede buyruluyor) Biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler icin bir hĂ‚tıra olmak uzere onun duĂ‚sını kabul ettik. Dert ve sıkıntı olarak ne varsa (hepsini) giderdik (o dert, sıkıntıların). Ona Ă‚ile efrĂ‚dını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (el­EnbiyĂ‚, 84)
Bu sırada Rahme HĂ‚tun donuyor, erzak almaya gitmişti. Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-ʼı tanıyamadı. Orada bir delikanlı bir genc gordu. Ve Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-ʼı kaybettiğini zannetti. FeryĂ‚d edip ağladı. Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- seslendi, o delikanlı dedi ki:
“–Ey hanım! Kimi arıyorsun sen?” dedi.
“–Bir hastam vardı, hayat arkadaşımdı. Bu kadar sıkıntı cekmiş iken, şimdi ben o hazineyi kaybettim...” dedi.
“–O nasıl bir kimse idi?” diye sordu o delikanlı.
“–O sabırlı Eyyûb ’du. Sağlıklı iken sana benzerdi.” O delikanlıya diyor.
“–Ey Rahme!” diyor Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-. “İşte o benim diyor. Allah TeĂ‚lĂ‚, bana sıhhat verdi.” diyor.
Her ikisi de sevincle ağlaşarak CenĂ‚b­ı Hakk ’a şukurde bulundular. Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- eski genclik ve dincliğine kavuştu. Buna ilĂ‚veten Allah TeĂ‚lĂ‚, ona evvelkinden daha fazla hem mal hem de evlĂ‚tlar verdi.
Yine Ă‚yet-i kerîme, SĂ‚d Sûresi, 43. Ă‚yet:
“Biz ’den bir rahmet ve akl-ı selîm sahipleri icin bir ibret olmak uzere, ona hem Ă‚ilesini, hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.”
Demek ki daima sabırdan sonra rahmet geliyor. Zaten dunya da oyle, birtakım sabırlardan sonra, -inşĂ‚allah- ebedî bir saĂ‚det gelecek.
Sadece şurada cok ibretli bir hĂ‚dise var:
Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- her gecenin sabahında derinden bir “Ă‚hh!” cekerdi. Sebebini sordu. Dedi ki:
“–Bu gece seher vaktinde; «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye ses duymadım.” dedi.
Yani daha evvelden daima hÂtiften bir ses gelirdi:
“‒Hastamız, nasılsın?” derdi. “Fakat şimdi o ses gelmiyor.” dedi. Onun icin bir “Ă‚h” cekti.
Demek ki burada sabredenler icin, şukredenler icin, CenĂ‚b-ı Hak daima buyuk mukĂ‚fatlar ihsan ediyor.
VelhĂ‚sıl “HĂ‚le rızĂ‚”, bunun neticesi “sabır ve tevekkul”, kemĂ‚l sahibi mu ’minlerin fĂ‚rik vasfıdır.
Efendimiz zamanında cok zor zamanlar oldu. Hendek Harbiʼnde olduğu gibi. “AllĂ‚hʼın yardımı acaba gelmeyecek mi?” diye kimi muʼminlerde bir vesvese gelmeye başladı. O zaman Rasûlullah:
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
“Ey AllĂ‚hʼım! Esas hayat, Ă‚hiret hayatıdır.” diye telkin ediyordu. (BuhĂ‚rî, Cihad, 110)
Yine bu Mekke Fethiʼnde, Mekkeʼye girerken Efendimiz, devenin uzerinde şukur hĂ‚lindeydi. Sakalı, devenin sırtına değecek kadar bir secde hĂ‚lindeydi. O zaman da muʼminlere herhangi bir şımarma gelmesin diye:
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
(“AllĂ‚h ’ım! Esas hayat, Ă‚hiret hayatıdır.” [BuhĂ‚rî, Rikāk, 1]) buyurdu.
Omer bin Abdulazîz ’e sordular:
“–Neyi seversin?” dediler. O da şoyle cevap verdi:
“–Benim sevincim, yalnız benim mukadderĂ‚tımdır, kaderimdir. Ben Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın hukmunu severim...”
Demek ki kulun mukadderĂ‚tına îtiraz etmemesi, “bu Allahʼtandır” deyip rızĂ‚ gostermesi…
Yine Ă‚yet-i kerîmede buyrulur:
“(KıyĂ‚met gunu) Allah TeĂ‚lĂ‚ şoyle buyurur:
Bu, sĂ‚dıklara sadĂ‚katlerinin fayda verdiği gundur…” (el­MĂ‚ide, 119) kıyĂ‚met gunu. Onların CenĂ‚b-ı Hak mukĂ‚fĂ‚tını bildiriyor.
Yine rivÂyete gore:
“CenĂ‚b-ı Hak Cennet ehline:
«–RĂ‚zı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?» diye sorar. Onlar da:
«–Ey Rabbimiz, nasıl hoşnut olmayalım ki! Bize başka kullarından hicbirine vermediğin nîmetleri verdin.»
Bunun uzerine Allah TeÂl buyurur:
«–Size bundan sonra daha da buyuğunu vereceğim.»” (Bkz. BuhĂ‚rî, Rikāk, 51; Muslim, Cennet, 9)
VelhĂ‚sıl dunyanın bir imtihan hĂ‚li olduğunu unutmamak lĂ‚zım. Daima zorun zoru vardır, meşakkatin meşakkati vardır. Bir aşağımıza bakarak maddî durumdan, şukretmek. (Bkz. Muslim, Zuhd, 9) Fazilette de bir yukarısına bakarak, erişmeye gayret etmek. (Bkz. Tirmizî, KıyĂ‚met, 58/2512)
Daima uyanık bir gonle sahip olmamız… MeselĂ‚ bir cenaze arabası gorduğumuzde, o tabutun icinde şimdi ben olabilirdim… Bir kazĂ‚ gorduğumuz zaman, bu kazanın icinde ben bulunabilirdim… Kabristanın onunden gecerken, bir gun ben de bu kabrin icine gireceğim. Yani hayat nedir sualinin en guzel cevabı, işte kabirlerin mezar taşları…
SaĂ‚detin şaşmaz kĂ‚idesi, saĂ‚det nerede? Parada mı, malda mulkte mi? SaĂ‚det nerede? SaĂ‚det;
–Aklı vahye tĂ‚bî kılmak,
–Kalbi guzel ahlĂ‚k ile tezyîn etmek, sabır ve şukur, “عَمَلًا صَالِحًا” bu sayede hayatın beklenmedik surprizlerine karşı rızĂ‚ gostermek.
Yine gercek saÂdet;
–Hayatın med-cezirlerini olduğu gibi kabullenmek,
–Meşakkatlerine tahammul etmek sabırla,
–IslĂ‚hına gayret etme,
–Her şeyin guzel tarafını gorme,
–Âlemlerin Rabbi ’ne teslîm olmakla mumkundur.
LokmĂ‚n -aleyhisselĂ‚m-ʼın şoyle guzel bir oğudu vardır:
“Yavrucuğum! Gonlunu dunyevî kederlerle, uzuntulerle meşgul etme! Ac gozlulukten sakın. Takdîre rızĂ‚ goster.”
Yani hayatı, butun vukuĂ‚tı, hĂ‚disĂ‚tı, olduğu gibi kabullenmek saĂ‚det. CenĂ‚b-ı Hakkʼın takdiri boyle. Olan hĂ‚diselere rızĂ‚, eskāline rızĂ‚, yani sıkletlerine katlanabilmek; ıslahına da gayret etmek.
Gonle surur veren tecellî ve hĂ‚diseler karşısında rĂ‚zı olup, buna mukĂ‚bil; gam ve keder veren hĂ‚diseler karşısında hoşnutsuzluk gostermemek. Kalbin sanatına bağlı, kalbin derecesine bağlı.
VelhĂ‚sıl insan, mĂ‚nevî olgunluğun zirvesine varamadan, bu şekil zaaftan kolay kolay da kurtulamaz.
Yine Mesnevîʼde ibretli bir kıssa bildiriliyor:
RivĂ‚yete gore ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, teninde alaca olmuş, goz cukurları iyice cokmuş ve uzerinde alaca hastalığı bulunan bir kişiyi goruyor. Bu kişi kendi kendine:
“–YĂ‚ Rabbi diyor, Sana sonsuz hamd u senĂ‚lar olsun. MahlûkĂ‚tın pek coğunu mubtela kıldığın dertten beni halĂ‚s eyledin!..”
Onun bir muhabbetini olcmek, bir de idrĂ‚k ve kemĂ‚lini yoklamak maksadıyla ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- iyice yanına yaklaşıyor hastanın:
“–Ey kişi diyor, AllĂ‚h ’ın senden giderdiği hangi dert var ki diyor, butun dertler senin uzerinde?!.” diyor.
Hasta, ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-ʼa şoyle cevap veriyor:
“–Ey Rûhullah diyor. En fecî hastalık ve belĂ‚, kalbin Hak ’tan gafil ve Hakʼtan mahrum olmasıdır. Şukurler olsun ki Allah TeĂ‚lĂ‚, beni bundan muhafaza buyurdu, bu gafletten. Zira ben, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kalbime verdiği mĂ‚rifetullah lezzeti ile bir neş ’e icindeyim. Onun dışındaki, sizin gorduğunuzu ben gormuyorum bile.”
Demek ki ilĂ‚hî muhabbet kalbe girince, dunyevî Ă‚rızalar, gucunu kaybediyor. Bu, şuna benzer, bir misal olarak:
Milyarları bulunan bir kimse, yolda giderken bir elli lira duşurse, bir yuz lira duşurse, bir kıymet ifade eder mi trilyonların yanında? CenĂ‚b-ı Hak bize en buyuk nîmeti ihsan etti, -elhamdu lillĂ‚h- musluman olarak geldik. Musluman olarak geldik, -inşĂ‚allah- musluman olarak da son nefesimizi veririz -inşĂ‚allah-.
En buyuk servet, Muslumanlığımız. En buyuk servet, 124.000 peygamberin en yucesine ummet olduk. Oyle Peygamber ki raûf ve rahîm. Bir annenin-babanın merhametinden daha merhametli.
“Ben (buyuruyor) kabrimde de «ummetî, ummetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Muttakî, Kenzu ’l-UmmĂ‚l, XIV, 414)
“Guzel amelleriniz bana gelir, ben sevinirim, menfî amelleriniz de gelir, sizin icin istiğfar ederim.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, IX, 24)
CenĂ‚b-ı Hak bizi boyle bir Peygamberʼe ummet kıldı. Demek ki lĂ‚yık olmaya gayret etmek… VedĂ‚ Haccıʼnda da:
“Aman ummetim dedi, gunah işleyerek beni mahcup etmeyin kıyamet gunu buyurdu, CenĂ‚b-ı Hakkʼa karşı.” (Bkz. Muslim, Hac, 147; Ebû DĂ‚vûd, MenĂ‚sik, 56)
VelhĂ‚sıl netice olarak:
“MukĂ‚fĂ‚tın buyukluğu, belĂ‚nın şiddetine goredir. Allah, sevdiği topluluğu belĂ‚ya uğratır. (En başta peygamberler geliyor.) Kim başına gelene rızĂ‚ gosterirse, Allah ondan hoşnud olur. Kim de rızĂ‚ gostermezse, AllĂ‚h ’ın gazabına uğrar.” (Tirmizî, Zuhd, 57/2396; İbn-i MĂ‚ce, Fiten, 23)
Ebû Hureyre anlatıyor, -radıyallĂ‚hu anh-:
Bir gun Rasûlullah Efendimiz ashĂ‚bına:
“–Şu kelimeleri kim benden alıp onlarla amel edecek ve (buna ilĂ‚veten) tebliğ edecek?” buyurdu. Ben hemen atılıp:
“–Ben, ey AllĂ‚h ’ın Rasûlu!” dedim.
Efendimiz benim elimden tuttu boyle, şu beş şeyi saydı:
“–Haramdan sakınırsan, AllĂ‚h ’ın en Ă‚bid kulu olursun!
–AllĂ‚h ’ın sana olan taksîmine rĂ‚zı olursan, (yani kanaat sahibi olursan) insanların en zengini olursun!
–Komşuna ihsanda bulun ki (kĂ‚mil bir) mu ’min olasın.
–Kendin icin istediğini, başkaları icin de (diğer kardeşlerin icin de) iste ki (kĂ‚mil bir) mu ’min olasın!
–Fazla gulme! Cunku fazla gulmek kalbi oldurur.” (Tirmizî, Zuhd, 2/2305; İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 24)
İnsan fazla gulerken Ă‚hireti unutur, Ă‚hiret hatırına gelmez.
Yine, Hazret-i Yunus -aleyhisselĂ‚m- CebrĂ‚ilʼe:
“–Bana yeryuzunde bir Ă‚bid kimse gosterir misin?” dedi.
O da, bir adam gosterdi, elleri-ayakları cuzzamdan dolayı curumuş bir vaziyetteydi ve gozunu de kaybetmişti. Fakat şoyle demekteydi:
“–Ey AllĂ‚h ’ım! Bana bu eller ve ayaklar vĂ‚sıtasıyla ne vermiş isen, ancak Sen verdin. Neden uzaklaştırmış isen, Sen uzaklaştırdın. Ey AllĂ‚h ’ım! Benim icimde sadece bir arzu bıraktın ki, o yalnızca Sana vuslat arzusudur.”
Yani demek ki bu arzu cok muhim. Bu arzuya kavuşabilmek. Tabi bu da kalbin bir sanatıdır.
İbrahim bin Edhem Hazretleri:
“Bizim duyduğumuz vecd, istiğrak, muhabbeti, eğer krallar, guc sahipleri bilseler, muşahhas bir şey olsa, tahtlarından vazgecerlerdi bizim elimizden almak icin.”
Adamın biri bir kole satın almıştı. Efendisi onu alıp evine goturunce aralarında şoyle bir konuşma gecti:
Efendi dedi ki:
“–Benim bu evimde neler yemek istersin?” dedi. Yani hĂ‚let-i rûhiyesini anlayacak getirdiği o kolenin.
Kole dedi ki:
“–Ne verirsen onu.” dedi.
“–Nasıl elbiseler giymek istersin?” dedi efendisi.
“–Sen ne giydirirsen onu.” dedi. Yine Efendi:
“–Hangi odada kalmak istersin?” Yine cevaben:
“–Hangi odada kalmamı istersen orada kalırım.” dedi.
“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?” dedi efendi.
“–Hangi işleri yapmamı istersen onları yaparım.” dedi.
Bu son cevĂ‚bın ardından, efendi bir muddet tefekkure daldı. Bir muddet sonra gozlerinden suzulen yaşları silerken şoyle dedi:
“–Keşke ben de Rabbime boyle teslîm olsam ne kadar mutlu olurdum!..”
Bu arada kole demişti ki:
“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kolenin irĂ‚desi ve ihtiyĂ‚rı olur mu?..”
Bunun uzerine efendi:
“–Seni ben Ă‚zĂ‚d ediyorum. Allah icin hursun. Fakat benim yanımda kalmanı arzu ediyorum. (Senden inʼikĂ‚s alacağım.) TĂ‚ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim...”
O kole en buyuk dersi verdi diyor.
Tabi burada, kole olmak… MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri de:
“مَنْ بَنْدَهءِ قُرْآنَمْ” diyor. “Ben KurʼĂ‚nʼın kolesiyim diyor. Muhammed Mustafaʼnın yolunun da ayağının tozunun toprağıyım.” diyor.
İşte en guzel kolelik de bu. AllĂ‚hʼın butun emirlerine “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا” (işittik ve itaat ettik) diyebilmek. (Bkz. el-Bakara, 285)
Ve Rasûlullah Efendimiz:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
(“Kişi sevdiği ile beraberdir.” [BuhĂ‚rî, Edeb, 96])
Rasûlullah Efendimizʼin hĂ‚linden bir hĂ‚l alabilmek.
Âyet-i kerîmede buyruluyor, Bakara 207. Ă‚yetinde:
“İnsanlardan oyleleri vardır ki, AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sını kazanmak icin kendini fedĂ‚ eder. (Yani Allah rızĂ‚sı uğruna gerektiğinde butun şahsî menfaatleri terk eder.) Allah kullarına karşı Raûf ’tur (cok şefkatlidir).”
Uhud Harbiʼnin sonunda geri cekildi muşrikler Mekkeʼye donmek icin. Rasûlullah Efendimiz:
“–Onları dedi, HamrĂ‚uʼl-Esedʼe kadar gecirelim.” dedi. Ki, bir daha gelmesinler, bir korku verelim, dedi.
Burada iki kardeş; biri Abdullah bin Sehl, kardeşi RĂ‚fî -radıyallĂ‚hu anh-. Bunlar, Uhudʼda Rasûlullah Efendimizʼle beraber, Oʼnun yanında savaşmışlardı ve yaralı olarak Medîneʼye donmuşlerdi. Allah Rasûlu, duşmanı takip icin muslumanları davet ettiğini işittikleri zaman ikisi de birbirlerine dediler ki iki kardeş:
“‒VallĂ‚hi bizim bir binitimiz yok, bir devemiz, bir atımız yok, yaramız da ağır. Fakat RasûlullĂ‚h Efendimiz ’in bulunduğu bir seferi kacırmamız olur mu?!” diyerek hemen yola cıktılar.
Yarası diğerine gore hafif olan, ağır yaralı olanın kĂ‚h yurumesine yardım etti koluna girdi, kĂ‚h da o artık kolda yuruyemez hĂ‚le geldi, sırtına aldı onu, hafif yaralı, ağır yaralıyı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi ’nin yanından ayrılmadılar. (Bkz. İbn-i HişĂ‚m, III, 53)
Bu fedĂ‚kĂ‚rlığı sergileyen mu ’minler, ilĂ‚hî iltifĂ‚ta mazhar oldu. Âl-i İmrĂ‚n, 172. Ă‚yetinde:
“Yara aldıktan sonra yine AllĂ‚h ’ın ve Peygamber ’in cağrısına uyanlar, (bilhassa) iclerinden iyilik yapanlar (yani amel-i sĂ‚lih sahibi olanlar) ve takvĂ‚ sahibi olanlar icin pek buyuk mukĂ‚fĂ‚t vardır.” CenĂ‚b-ı Hak buyuruyor.
Efendim, tabi en muhim, CenĂ‚b-ı Hak son nefeste pişmanlığımızı bildiriyor:
“Herhangi birinize olum gelip de: Rabbim! Beni yakın bir zamana geciktirsen de (olumumu) sadaka versem, sĂ‚lihlerden olsam! demeden once, verdiğimiz rızıklardan harcayın.” (el-MunĂ‚fikûn, 10) buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak.
Efendimiz buyuruyor:
“SĂ‚lihler dahî pişman olacak, keşke daha oteye gitseydik.” (Bkz. Tirmizî, Zuhd, 59/2403)
Kabirde ve kıyamette, kazanma-kaybetmek yok, bitti. Onun icin her Ă‚nımız cok kıymetli…
Ondan bir evvelki Ă‚yette de CenĂ‚b-ı Hak:
“Ey îmĂ‚n edenler! Mallarınız ve cocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (el-MunĂ‚fikûn, 9)
Anne-babanın en muhim vazifesi, evlĂ‚dını Hak yolunda yetiştirmesidir. Emanettir evlĂ‚tlar. İlk defa onlara vereceği, İslĂ‚mî şuurdur.
Fakat maalesef o, kucuk goruluyor; “Efendim diyor, şu mektebi bitirsin vs. kolay deniyor. Fakat maalesef anne-baba kendi eliyle cocuğu husrana sevk ediyor.
Olduğu zaman, cocuğu erken olurse uzuluyor. Fakat esas uzulecek, kıyamette olacak.
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
(“Onlara merhametli Rabbin soylediği selĂ‚m vardır.” [YĂ‚sîn, 58])
“Orada Cennetlikler bir tarafa, Cehennemlikler, siz de bu tarafa!” denilecek. (Bkz. YĂ‚sîn, 58-59)
Zenginsek vazifemiz; AllĂ‚h ’ın emĂ‚neti olduğunun idrĂ‚ki icinde olmak. RiyĂ‚zat hĂ‚linde yaşayıp fazlasını Allah yolunda infĂ‚k etmek.
Sana bunu, varlığı, bir imtihan olarak CenĂ‚b-ı Hak verdi. Fakat gafil insan ne diyor? Velfecri Sûresiʼnde; “Beni sevdi ki, bana diyor, imkĂ‚nlar verdi, zenginlikler verdi…” diyor. (Bkz. el-Fecr, 15) Değil! O, gafil insanın duşuncesi. Mal, mulk vs. evlĂ‚t, bunlar, bunlar imtihanlar.
EvlĂ‚dını Allah yolunda yetiştireceksin, KurʼĂ‚n yolunda yetiştireceksin. Malını da, kendin riyĂ‚zat hĂ‚linde, istersen Dolmabahce Sarayıʼnda otur, kader olarak, riyĂ‚zat hĂ‚linde yaşayacaksın, infak edeceksin. Zenginin şukru. Kendini israftan, pintilikten koruyacaksın. Asr-ı saĂ‚deti misal alacaksın. Abdurrahman bin Avf da zengindi, Ebû Bekir Efendimiz de zengindi, Ebû Talha da zengindi.
Suleyman -aleyhisselĂ‚m-ʼa “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor, “o ne guzel bir kuldu” buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak. (Bkz. SĂ‚d, 30) Kalbini kasa yapmadı.
Fakirsen… CenĂ‚b-ı Hak seni fakir olarak getirdi. Sabır ve hĂ‚le rızĂ‚ icin, kendi imkĂ‚nlarınla kulluk ve gayretlere devam etmek. İsyan ve hataya duşmemek… Âyette:
“Allah beni onemsemedi der, bana vermedi.” der. (Bkz. el-Fecr, 16) Sana belki bir mukĂ‚fat fakirlik. CenĂ‚b-ı Hak Kasas Sûresiʼnde KĂ‚runʼa verdi, KĂ‚run da kahroldu gitti. Şımardı, “mal benimdir” dedi.
Onun icin Efendimizʼi duşunecek. Eğer zenginse yine Efendimizʼi duşunecek, nasıl ganimetler gelirdi, onu dağıtmadan bir lezzet duyamazdı. Tabi O, yuksek, zirve olcu.
Fakirsen, yine -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi duşuneceksin. O da herkes bir taş bağlarken, Efendimiz iki taş bağlıyordu. Yani sabır ve rızĂ‚ hĂ‚lini kullanabilmek.
Belki; hasta olarak geldi… Belki, kıyamet gunu Ă‚mĂ‚ “YĂ‚ Rabbi diyecek, iyi ki ben Ă‚mĂ‚ olarak geldim, gozumu birtakım haramlardan korudum, bircok dedikodulara girmememe sebep oldu bu benim Ă‚mĂ‚lığım.” diyecek.
CenĂ‚b-ı Hak peygamberlerden bile Ă‚mĂ‚ peygamber gonderiyor.
Guclu-kuvvetli isek bizim vazifemiz nedir?
En zoru da bu. CenĂ‚b-ı Hak, Ă‚hirette;
“Gucunu nerede kullandın?” buyuracak.
Bu sebeple, guclu olan mu ’min; sahĂ‚beyi ornek alacak. SahĂ‚be Cinʼe gitti, Semerkandʼa gitti, Afrikaʼya girdi, Kayrevanʼa gitti. Nerede insan topluluğu var, orada hidĂ‚yete davet icin gitti.
Gencsen, dunyanın akışından kendini mesʼûl goreceksin. İnsan yetiştirmeye calışacaksın. Arkandan, insan mirası bırakmanın gayreti icinde olacaksın. İlkbaharda tabiatın nasıl coştuğuna ibretle bakıp, kendi hayatımızda bir misal alacağız…
Genclik, bir sefer olan bir fırsat. Geriye almak da mumkun değil.
Yaşlıysak vazifemiz nedir?
Bir ibadet şuuruyla, gucumuz kadar ibadete dikkat etmek, bir de etrafımıza, en yakınımızdan başlayarak, onlara tebliğ etmek.
Eğer vazife sahibiysek, yani bir idareciysek, durumumuz nedir?
Emrimizin altındakileri adĂ‚let ve hakkĂ‚niyetle idare edecek, mes ’ûliyetini hic unutmayacak.
Efendimiz vefat ederken, Enes diyor, iyice Efendimiz ’in sesi kısıldı, duyamaz hĂ‚le geldik. Efendimiz iki şey uzerinde cok duruyordu. “Namaz, namaz, namaz” ikincisi “emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” Yetimler, dullar vs. “Emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Makam ve mevkinin getireceği enĂ‚niyet, gurur, kibir gibi duyguları kalpten sokup atmak. Ummetin derdiyle dertlenmek.
Başkasının emri altındayken bizim vazifemiz nedir o zaman?
Kazancını helĂ‚l ettirme gayreti icinde, durustce calışacaksın. Eğer imamsan, cemaatin noksanlığını telafi etmeye calışacaksın. Oğretmensen, ayrı… Talebenin ruhuna girecek bir damar bulacaksın. Ona îmĂ‚nı aşılayacaksın.
Anne-baba isen evlĂ‚dının sana bir emĂ‚net olduğunu unutmayacaksın. Onun dunyevî bir dereceye girmesi icin gayret ediyorsun, onun ebedî hayatı icin dert edeceksin. Aksi hĂ‚lde evlĂ‚t, kıyamet gunu davacı olacak “annem-babam beni ihmal etti” diyecek. “Dunyayı one aldı, Ă‚hireti geriye bıraktı.” Bu da cok acı bir şey yani. Bir anneyi-babayı evlĂ‚dının şikĂ‚yet etmesi.
Ana-babanın hakkı odenmez. Fakat kıyamette de anne-baba eğer ihmĂ‚l etmişse, onun bir Ă‚hiret mektebi icinde olduğunu unutturmuşsa, o zaman Allah korusun.
Cocuğu olmayan kişi, Allah verir, burada da Hazret-i Âişe VĂ‚lidemiz ’i duşunecek. Onun evlĂ‚dı yoktu. Fakat onun 300 tane talebesi vardı. Onun evlĂ‚tları 300 tane talebesiydi.
İbn-i Abbas diyor ki:
“Âişe ’nin diyor, -radıyallĂ‚hu anhĂ‚-, onun ictihadlarından faydalanmayan hicbir muctehid yoktur.” diyor.
Ummet-i Muhammed ’in annesiydi.
Yine burada Kehf Sûresi ’ndeki Hızır kıssasındaki durumu duşunmek lĂ‚zım.
Yine CenĂ‚b-ı Hak bizim “şekûr” olmamızı istiyor, “şukredici” olmamızı istiyor.
Malıyla şukretmek, nefsiyle şukretmek ve kalbiyle şukretmek.
Malıyla şukretmek:
Biriktirmeyecek, bunu Allah bana niye verdi diyecek, Allah yolunda seve seve harcayacak.
Nefsiyle şukretmek:
Nefsini dĂ‚imĂ‚ gucunu-kuvvetini Allah yolunda kullanacak. Hizmeti bir nîmet bilecek.
Kalbiyle şukur:
AllĂ‚h ’ı zikretmediği bir an olmayacak.
Bu sabır da şukur de ikisi de cok muhim. Omer -radıyallĂ‚hu anh-:
“Bana diyor, sabır mı, şukur mu, hangisi daha faziletlidir deseler, ben bir şey diyemem diyor, ikisi de birbirinden faziletli.”
Yani velhĂ‚sıl şukur; AllĂ‚h ’ın nîmetlerini CenĂ‚b-ı Hakk ’ın arzu ettiği istikĂ‚mette kullanmaktır.
Her rekĂ‚tta olduğu gibi:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(“Hamd, Âlemlerin Rabbi AllĂ‚h ’a mahsustur.” [el-FĂ‚tiha, 2])
Akıl, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın buyuk bir nîmeti. LĂ‚kin akıl, iki uclu bıcak gibi. İnsan, aklı vahyin icinde kullanmalı. O zaman aklın faydasını gorur. CenĂ‚b-ı Hak insana cok fazla bir akıl vermiyor. Vahyin icinde kullanacak kadar bir akıl vermiş oluyor. Akıl, bir malzeme. Fakat tutup da onu Kur ’Ă‚n dışında kullanırsa, bir felĂ‚ket olmuş oluyor. İşte feylesofların durumu da budur.
Tefekkur, bir iman anahtarıdır. KĂ‚inat, her sayfasıyla insana sunulmuş bir kitaptır. İnsan, şu kĂ‚inattaki kevnî Ă‚yetleri, hikmetleri okuyacak, kalp ilĂ‚hî vitrinler seyredecek, şukreden bir kul olmaya gayret edecek.
En buyuk şukur, CenĂ‚b-ı Hakk ’a olan şukurdur. Zira CenĂ‚b-ı Hak bizi insan ve musluman olarak halketti. Peygamberlerin en ustunune de bizleri ummet kıldı.
Butun şey, FĂ‚tiha ’yı yaşayabilmek.
Din kardeşliğinin şukru:
Bir kardeşin eksiğini, diğer kardeşin telĂ‚fi etmesi.
Bende var, onda yok, demek ki o bana zimmetli. Ben de ona muhtacım, yarın kıyamet gununde ben onun duĂ‚sına muhtacım.
Merhamet nedir? Sendeki olan ve ondaki bulunmayana ikram etmektir. Diğer bir ifadeyle merhamet, başkalarının mahrumiyetini telĂ‚fi icin, onların yardımına koşmaktır, kendimizi toplumdan mes ’ûl gormektir. CenĂ‚b-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“Sonra o gun, (kıyamet gunu) butun nîmetlerden mutlaka hesaba cekileceksiniz.” (Bkz. et-TekĂ‚sur, 8) buyuruyor. Ki peygamberler de dĂ‚hil buna.
Butun mahlûkat insan icin yaratıldı. Hayvanların durumundan da mes ’ûluz.
Efendimiz,