
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Lokman Aleyhisselam'dan bahsettiği Erkam Radyo ve Erkam TV'de yayınlanan 16 Kasım 2020 tarihli sohbeti...
16 Kasım 2020 Sohbeti Bereket ve rahmet olması icin, Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashĂ‚b-ı kirĂ‚m, enbiyĂ‚-i izĂ‚mın, sĂ‚dĂ‚t-ı kirĂ‚m hazarĂ‚tı, cumle gecmişlerimizin rûh-i şerîflerine, şehidlerimizn rûh-i şeriflerine, hastalığa muptelĂ‚ olanların -inşĂ‚allah- şifĂ‚ya kavuşması niyetiyle;
Bir FĂ‚tiha-i Şerîfe, uc İhlĂ‚s…
Muhterem Kardeşlerimiz!
Bugunku dersimiz Hazret-i Lokman -aleyhisselĂ‚m- hakkında. 124 bin kusur peygamberden Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’e akseden, 28 veyahut da 25 peygamberdir.
Lokman -aleyhisselĂ‚m-, bir rivĂ‚yete gore Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- ’ın akrabĂ‚sı oluyor.
İslĂ‚m Ă‚limlerinin ekseriyeti, Lokman -aleyhisselĂ‚m- ’ın, peygamberden ziyĂ‚de, hikmet sahibi bir zĂ‚t olduğu, sĂ‚lih bir zĂ‚t olduğu kanaatinde.
Âyet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak:
“Andolsun ki Biz LokmĂ‚n ’a: «AllĂ‚h ’a şukret!» diyerek hikmet verdik…” (LokmĂ‚n, 12)
Bu şekilde Lokman -aleyhisselĂ‚m- demek ki şukruyle kalpte/gonul Ă‚leminde ufuklar acılıyor, ilĂ‚hî azamet tecellî ediyor ve lisanından hikmetler tevzî ediliyor.
Yine Ă‚yet-i kerîmenin devamında:
“…Şukreden, ancak kendisi icin şukretmiş olur. Nankorluk eden de bilsin ki, Allah hicbir şeye muhtac değildir, her turlu hamde lĂ‚yıktır.” (LokmĂ‚n, 12)
O zaman “Şukur nedir?”
Şukur; AllĂ‚h ’ın nîmetlerini CenĂ‚b-ı Hakk ’ın arzu ettiği istikĂ‚mette kullanabilmektir.
Allah goz verdi. Gozu, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın arzu ettiği şekilde kullanabilmek. İlĂ‚hî azameti seyretmek, kalbin duygulanması.
Dedikodudan uzak, daima rûhĂ‚nî sohbetlerle, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’le kulaklarımızın dolu olması.
Gucumuz-kuvvetimiz, nefsimizin yolunda değil de Hakk ’ın yolunda kullanabilmek.
En muhim; evlĂ‚tlarımız bu zamanda. EvlĂ‚tlarımızı Allah yolunda yetiştirebilmek.
Bu da en muhim bir şukur. Tabi bu cok zor.
Efendimiz “cobansınız” buyuruyor. (Bkz. BuhĂ‚rî, AhkĂ‚m, 1; Muslim, İmĂ‚ret, 20)
Tabi koyun cobanı olmak kolay, fakat keci cobanı olmak cok zor. Zamanımızda televizyon, internet vs. evlĂ‚dı alıyor, babaların-annelerin dışında bir hayata gonderiyor.
Yani butun uzuvlarımız, Hak yolunda istikĂ‚metlenecek. Şukur, bu olmuş oluyor.
Zira CenĂ‚b-ı Hak, ne kĂ‚inatta varsa insana Ă‚mĂ‚de kıldık, buyuruyor. CĂ‚siye Sûresi ’nin 13. Ă‚yetinde:
“Goklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olarak) Ă‚mĂ‚de kıldık (buyuruyor). Elbette bunda duşunen bir toplum icin ibretler vardır.”
Guneş Ă‚mĂ‚de, Ay Ă‚mĂ‚de, atmosfer Ă‚mĂ‚de, toprak Ă‚mĂ‚de, diğer mahlûkat Ă‚mĂ‚de, ne varsa Ă‚mĂ‚de…
Rabbimiz tefekkure davet ediyor. Zira yarattığı her şeyde ayrı bir tefekkur ve hikmet mevcut. Mikrodan makroya kadar. Bir atomun icindeki maddelerden makro Ă‚lemdeki bir sonsuzluğa kadar.
Şukrun Başı, Hamd Etmektir:
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Hamd, şukrun başıdır. AllĂ‚h ’a şukretmeyen kul, O ’na hamd etmiş sayılmaz.” (MunĂ‚vî, III, 418)
Bize de CenĂ‚b-ı Hak FĂ‚tiha ’nın ilk Ă‚yeti:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(“Hamd (ovme ve ovulme), Âlemlerin Rabbi AllĂ‚h ’a mahsustur.” [el-FĂ‚tiha, 2])
CenĂ‚b-ı Hakk ’a bir ovgu hĂ‚linde, bir teşekkur hĂ‚linde olmuş olacağız. Her namazın her rekĂ‚tında bize bir şukru hatırlatıyor, hamdi hatırlatıyor.
Peki, “Hikmet nedir?” o zaman. “Hikmet verdik” CenĂ‚b-ı Hak buyuruyor.
Hikmet; eşyanın, hĂ‚disĂ‚tın, vukuĂ‚tın sırrî tarafını idrĂ‚k etmektir. İc yuzunu idrĂ‚k etmektir. Bu ancak, mĂ‚rifetullahtan nasîb almakla mumkundur.
Zira CenĂ‚b-ı Hak o zaman oğretiyor:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ buyuruyor.
“…Siz muttakî olursanız, (ancak) Allah (o zaman) size oğretiyor...” (el-Bakara, 282) Kalpte tecellîler başlıyor. EvliyĂ‚ullĂ‚h ’ın durumu da bu.
Bakara, 269. Âyetinde:
“(Allah) hikmeti dilediğine verir (buyuruyor). Kime hikmet verilmişse, ona pek cok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri duşunup ibret alırlar.”
Demek ki hikmeti elde etmek, bu da kalbin bir sanatı olmuş oluyor. CenĂ‚b-ı Hakk ’a yaklaşmanın neticesinde olmuş oluyor.
ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- bir defasında yanında bulunanlara:
“–Tohum nerede biter?” diye sordu. Onlar da:
“–Tohum, toprakta biter, yerde biter!” dediler.
Bu soz uzerine ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-:
“–Aynı şekilde hikmet de ancak yer gibi olan kalpte biter.” buyurdu.
MĂ‚lum, CenĂ‚b-ı Hak:
“İbĂ‚durrahman, yeryuzunde mutevĂ‚zı olarak dolaşırlar…” (el-FurkĂ‚n, 63) Hiclik icinde. Ne nîmet varsa, ne kĂ‚biliyetimiz varsa hepsini ihsan eden, CenĂ‚b-ı Hak.
Demek ki kul, o zaman arz-ı endam hĂ‚linde, gosteriş vs. makam, mevki, malın getirdiği bir gosteriş icinde değil; arz-ı hĂ‚l, bir tevĂ‚zu icinde omrunu istikĂ‚metlendirecek.
MevlĂ‚nĂ‚ ’nın yine burada bir nuktesi var:
“AllĂ‚h ’a kul olmayanlar, kuru bir col gibidir buyuruyor. Col, her zaman suyu emer, icer, o şekilde tuketir diyor, ondan bir şey de bitmez.” buyuruyor. Yani, “Allah adamı olmayan, kuru bir col gibidir.”
İmĂ‚m MĂ‚lik buyuruyor:
“Bana ulaştığına gore, Lokman Hakîm ’e:
«–Sende gorduğumuz bu fazîletin mĂ‚hiyeti nedir?» diye sormuşlardı.
O da şu cevĂ‚bı verdi:
«–Doğru sozlu olmak, (yani hayatın butun safhasını doğruluğun kaplaması, sıddıkıyet.)
–Emaneti yerine getirmek, (kulun kula emaneti var, bir de AllĂ‚h ’a olan emanet var; dîni yaşamak ve dîni yaşatmak.)
–Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk etmek (faydası yok, hattĂ‚ zararı da olabilir. Ondan sonra

–Ahde vefĂ‚ gostermek.»” (Bkz. MuvattĂ‚, KelĂ‚m, 17)
En buyuk ahde vefĂ‚, Rasûlullah Efendimiz ’e vefĂ‚ gosterebilmek.
“Sakın benim yuzumu kıyamet gunu kara cıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Muslim, Hac, 147; Ebû DĂ‚vûd, MenĂ‚sik, 56)
KelĂ‚m-ı kibarda da:
“Hikmetin başı, Allah korkusudur.” buyruluyor.
Nîmetler arttıkca, şukrun de artması gerekir. İnsan kendi uzerindeki nîmetleri duşunecek; gozun gormesi, kulağın işitmesi, insan olarak dunyaya gelmesi.
Ondan cok daha oteye; musluman olarak, ummet-i Muhammed olarak… Yani butun hayatın muhtevĂ‚sında İslĂ‚m olacak. Rasûlullah Efendimiz ’in izi takip edilecek.
Nîmetler arttıkca, takvĂ‚ arttıkca, şukur de artacak.
Hikmet olarak, İbrahim Sûresi ’nde CenĂ‚b-ı Hak:
“ÎmĂ‚n eden kullarıma soyle (buyuruyor Rasûlullah Efendimiz ’e) namazlarını dosdoğru kılsınlar. Kendilerinde ne alışveriş ne de dostluğun bulunan bir gun gelmeden evvel, kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah icin gizli ve acık harcasınlar.” (İbrahim, 31)
Tabi riyĂ‚ olmayacak…
“(O, oyle lûtufkĂ‚r bir) Allah ’tır ki, gokleri ve yeri yarattı. Gokten su indirip onunla rızık olarak size turlu meyveler cıkardı…” (İbrahim, 32)
Tertemiz, berrak bir su iniyor, deniz suyu gibi değil. CenĂ‚b-ı Hak soruyor; “Ya deniz suyu inseydi, ne yapardınız?” diyor. (Bkz. el-VĂ‚kıa, 70)
Demek ki bunlar tefekkur hep…
Yani gokten, temizleniyor, tertemiz iniyor. “…Rızık olarak size her turlu meyveler cıkardı…” (İbrahim, 32) buyuruyor.
Demek ki bir insan, bir meyveyi yerken, onu bir tefekkur edecek: O hangi suyla doluyor. Kim dolduruyor? FÂil-i Mutlak kim?..
Yine:
“…İzniyle denizde yuzup gitmeleri icin gemileri emrinize verdi…” (İbrahim, 32)
CenĂ‚b-ı Hak karada bir yol veriyor, denizde bir yol veriyor.
“…(Yararlanmanız icin CenĂ‚b-ı Hak) nehirleri de akıttı.” (İbrahim, 32) buyuruyor. Her gecen yeri, nehirler de inbĂ‚t ediyor.
“Duzenli seyreden Guneş ’i ve Ay ’ı, size faydalı kıldı. Geceyi ve gunduzu istifadenize sundu.” (İbrahim, 33)
Demek ki geceye girerken duşunmek, gunduze girerken duşunmek: “Ben geceyi nasıl gecireceğim? Nasıl bir seher vakti olacak? CenĂ‚b-ı Hak nicin geceyi veriyor bize?..”
Demek ki gece nasıl bir, olum tatbikatı bize, seher nasıl bir diriliş?.. Turlu turlu hikmetler…
“O size istediğiniz her şeyden verdi. AllĂ‚h ’ın nîmetlerini sayacak olursanız, sayamazsınız. Doğrusu insan, cok zĂ‚lim ve cok nankordur.” (İbrahim, 34)
Bu zĂ‚limliği nedir insanın? En cok kendine zĂ‚lim. Kendi istikbĂ‚lini hebĂ‚ ediyor.
İlim nedir o zaman?
Gercek ilim, CenĂ‚b-ı Hakk ’ı bilebilmektir. Yani bu dunya dershanesinin dersi, CenĂ‚b-ı Hakk ’ı bilebilmek, mĂ‚rifetullahtan nasip almak, o şekilde kulun yurek Ă‚leminde hikmet kapılarının acılması.
Demek ki nefsini bilen, CenĂ‚b-ı Hakk ’ı bilir.
Burada en muhim idrak, tefekkur; insan ne şekilde meydana geldi? Nasıl icindeki bu cihazlar, bu fakulteler meydana geldi? CenĂ‚b-ı Hakk ’ın o kula, ihsan ettiği, ikram ettiği her şey…
Onun icin bilmek, zihni bir arşiv hĂ‚line getirmek değil, esas ilim, bu kalbin istikĂ‚metlenmesi, kĂ‚inattaki muammĂ‚ları cozebilmek, hikmete Ă‚şinĂ‚ olabilmek.
Peki, bilenler kimler o zaman?
Yine Kur ’Ă‚nî ifadeyle, uc şart bildiriliyor. Birincisi tabi, hayatın butun muhtevĂ‚sında İslĂ‚m olacak.
Âyette; “سَاجِدًا وَقَاۤئِمًا” buyruluyor. Seher vaktinde ilĂ‚hî huzurda bulunanlar.
İkincisi: Âhiret endişesinde olanlar. Her hĂ‚limizin hesabı olacak.
Ucuncusu; kul, acziyet icinde, ne kadar ibadeti, tĂ‚ati olursa olsun, peygamberler bile hep bir duĂ‚ hĂ‚linde yaşardı. Demek ki bir mu ’min de hep duĂ‚ hĂ‚linde yaşayacak. (Bkz. ez-Zumer, 9)
Hikmetli Sozler, Rûhu Dinlendirir:
Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anh- şoyle buyuruyor:
“Nukteli ve hikmetli soz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.”
Yine buyuruyor:
“Kalbini oğutle yaşat, (tabi insanın bir de kendi kendine oğut vermesi) ve hikmetle de aydınlat.” buyuruyor Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anh-.
Yine Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anh-:
“İnsanları, duşundurucu hikmetli sozlerle îkĂ‚z edin, kalpleri huzur bulsun.”
Musluman olarak yaşayabilmek en buyuk şukur sebebi. Kullar Cennet ’e girerken diyecekler -A ’rĂ‚f Sûresi, 43. Ă‚yet-:
“…HidĂ‚yetiyle bizi (bu nîmete) kavuşturan AllĂ‚h ’a hamdolsun! Allah bizi doğru yola yonlendirmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik…”
CenĂ‚b-ı Hak peygamber gonderiyor. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm kavlî Ă‚yetler, şu kĂ‚inat kevnî Ă‚yetler. Hep CenĂ‚b-ı Hak kuluna bir yardım hĂ‚linde.
VelhĂ‚sıl sohbetin başında belirttiğimiz gibi “Nîmetlerimi sayamazsınız.” buyruluyor. (Bkz. İbrahim, 34)
–İnsan olarak yaratılmamız:
Demek ki her bir mahlûk gorduğumuz zaman; “Ben o mahlûk gibi yaratılabilirdim. Demek ki o mahlûk da bana zimmetli. Kedi olsun, kopek olsun, yaralı kuş olsun vs…”
–En buyuk peygambere ummet olmamız.
–Kur ’Ă‚n ’a muhatap olmamız, hem şukur sebebi, hem de istikĂ‚mette bir huzur bulmamız…
–Butun azalarımızı yerinde kullanabilmek en buyuk şukur sebebi.
En cok şukreden istifade edecek, onun mukĂ‚fĂ‚tını gorecek. CenĂ‚b-ı Hak buyuruyor:
“…Eğer şukrederseniz, elbette size (olan nîmetlerimi) artırırım…” (İbrahim, 7)
Bu, fertte oyle, toplumda oyle, milletlerde oyle. En başta ecdĂ‚dımıza bakarsak, İznik ’te kurulan ufacık bir Osmanlı aşireti, 3 asırda, bugunku Turkiye ’nin -aşağı yukarı- 30 misli hacim verdi CenĂ‚b-ı Hak.
Demek ki bu şukur, AllĂ‚h ’ın nîmetinin ziyadeleşmesi icin cok muhim. Allah ’a şukredememek de bir nankorluk oluyor -Allah korusun-.
Esʼad Erbilî Hazretleri şukur hakkında şoyle buyuruyor:
“Şu­kur sadece «YĂ‚ Rabbi, Sana şukurler olsun!» demek de­ğildir. BilĂ‚kis AllĂ‚h ’ın kendisine lûtfettiği (goz, kulak, dil, kalp, akıl, sağlık ve hayat başta olmak uzere) butun nîmetleri yaratılış maksadına gore istikĂ‚metlendirebilmek.”
Zira CenĂ‚b-ı Hak kıyĂ‚met gunu:
اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا
buyuruyor. “Kitabını oku! Bugun sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrĂ‚, 14)
Başka şahide ihtiyac yok.
“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gozleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecekler. Derilerine (aleyhinde şahitlik etmesinin sebebini soracak). Onlar da:
«Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. (Gozu konuşturdu, kulağı konuşturdu, derileri konuşturdu.) İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O ’na donduruluyorsunuz.» derler.” (Bkz. Fussilet, 20-21)
Şukrun en makbulu, gonul Ă‚lemini ihyĂ‚ edebilmek ve din kardeşlerine faydalı olabilmek, hizmet ve ictimĂ‚î vazifeler ve ibadetlerimiz…
Efendimiz ’in cok guzel bir duĂ‚sı var:
“AllĂ‚h ’ım (diyor)! Beni cok şukreden ve cok sabreden bir kulun eyle! Beni kendi gozumde kucuk, diğer insanların gozunde buyuk eyle (ki onlara tesirim ve faydam olabilsin)!” (Heysemî, X, 181)
Peygamberler bile CenĂ‚b-ı Hakk ’a şukur borcunu lĂ‚yıkıyla odeyebilmek hususunda, acziyetlerini îtiraf hĂ‚linde bir kulluk hayatı yaşamışlardır.
Efendimiz geceleri ayakları şişinceye kadar uzun uzun namaz kılmış; elbisesini, sakal-ı şerîflerini, secde ettikleri yeri, mubĂ‚rek gozyaşlarıyla yıkamıştır. Kendisine Âişe VĂ‚lidemiz:
“–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Allah TeĂ‚lĂ‚ Siz ’in gecmiş-gelecek her şeyinizi affetti, nicin bu kadar ağlıyorsunuz?” deyince:
“–AllĂ‚h ’a cok şukreden bir kul olmayayım mı?..” buyurdu. (Bkz. İbn-i HibbĂ‚n, II, 386)
Bir gunah yok Efendimiz ’de. Bir zelle olsa beşeriyet îcĂ‚bı, bir misal olarak, hemen te ’yîd-i ilĂ‚hî geliyor. Fakat Rasûlullah Efendimiz bir an gaflette bulunmaktan korkuyor. “Goz acıncaya kadar bir gafletten, yĂ‚ Rabbi Sana sığınırım.” diyor. (Bkz. CĂ‚miu ’s-Sağîr, c. I, s. 58)
Bişr-i HĂ‚fî Hazretleri:
“ÂzĂ‚ları icinde yalnız dili ile şukreden kimsenin şukru azdır (buyuruyor). Cunku gozun şukru, bir hayır gorduğu zaman ondan hikmet devşirmek, dolayısıyla tefekkurun artması. Şer gorduğu zaman da ondan ateşten kacar gibi kacması.
Kulağın şukru, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmak.
Ellerin şukru, onlarla hakkı olandan başkasını tutmamak. (Yani hayırlı hizmetler etmek ve infakta bulunmaktır.)
Midenin şukru, helĂ‚l gıdĂ‚ ile gıdĂ‚lanmaktır,
(Akıl ve kalbin şukru) ilim, hilm (ve mĂ‚rifetullah ’tır, kalpte CenĂ‚b-ı Hakk ’ı tanıyabilmektir).
Ayakların şukru, hayır-hasenat istikĂ‚metinde olması.
Kim boyle yaparsa hakîkaten şukretmiş olur.” buyuruyor.
Peki zenginlikte şukur nasıl yaşanacak?
Allah kimine rızkı cok veriyor. Zenginlikte şukur nasıl yaşanacak? Serveti AllĂ‚h ’ın emĂ‚neti olarak gorecek. RiyĂ‚zat hĂ‚linde yaşayacak, fazlasını infĂ‚k edecek. CenĂ‚b-ı Hak cunku “قُلِ الْعَفْوَ” buyuruyor. “Fazlasını infak et” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219)
İsraf ve pintilikten kurtulacak. Bu buyuk bir felĂ‚ket. Bunun cezası Ă‚hirette ortaya cıkacak. Kendine zimmetli olan din kardeşlerine sahip cıkacak… Yani “ağniyĂ‚-i şĂ‚kirîn”den / şukreden zenginlerden olabilmeye gayret edecek.
Nitekim CenĂ‚b-ı Hak, zenginliğin vazifesini yerine getiren Suleyman -aleyhisselĂ‚m- ’a;
نِعْمَ الْعَبْدُ
(“O ne guzel bir kul!” [Bkz. SĂ‚d, 30]) buyuruyor.
Fakirlikte şukur nasıl olacak?
Sabır ve hĂ‚le rızĂ‚ icinde yaşayacak. Kendi imkĂ‚nlarıyla kulluk ve gayrete devam edecek. İmkĂ‚nsızlıkları, isyanlara ve hatalara duşmeye mazeret bulmayacak… “Nicin? Neden?” demeyeceksin… ŞikĂ‚yeti unutacaksın! Daima altın altı, beterin beteri var. Sabreden fakirlerden olabilmek…
Hastalığın şukru nasıl olacak?
Hayatındaki sıkıntıların, hastalığın kendisi icin bir ecir kaynağı olduğunu unutmayacak. Gunahların dokulmesine bir sebep olduğunu… Mahrum olduğu her nîmetin mes ’ûliyeti ve hesabından kurtulduğu icin sevinecek, tesellî bulacak.
Hazret-i ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- teninde alacalar olmuş, iki şakağı da cokmuş bir şahsa rastladı. O şahıs, uzerindeki hastalıklara hic aldırmıyordu. Yanına yaklaştı. “Bir hĂ‚lini hatırını sorayım bu hastanın” dedi. Hasta şu şekilde duĂ‚ ediyordu:
“–YĂ‚ Rabbi! Sana sonsuz hamd u senĂ‚lar olsun. MahlûkĂ‚tın bircoğunu muptelĂ‚ kıldığın dertten beni halĂ‚s eyledin.” diye duĂ‚ ediyordu.
ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- muhatabının kalbî idrak ve kemĂ‚lini yoklamak maksadıyla ona:
“–Ey kişi, Allah ’ın senden giderdiği hangi dert var ki dedi, sende butun dertler var, vucudun oyle…”
O da dedi ki:
“–Ey Rûhullah dedi, ey ÎsĂ‚ dedi, en fecî hastalık, belĂ‚, kalbin Hak ’tan mahrum olmasıdır. Şukurler olsun, Allah TeĂ‚lĂ‚ beni bundan muhafaza buyurdu. Zira ben CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kalbime verdiği mĂ‚rifetullah lezzeti ve huzuru icindeyim. Onun dışındaki dunya nîmetlerini gormuyor ve sizlerin gorduğunu ben goremiyorum, Allah setrediyor.”
ÂmĂ‚lık zor. Bir kişiye; “Dunya ’yı sana verelim, gozlerin Ă‚mĂ‚ olsun.” deseler, kabul etmez yani. Etmemesi de tabiîdir. Fakat kıyĂ‚met gunu de Ă‚mĂ‚ eğer sĂ‚lih bir Ă‚mĂ‚ ise, orada şukredecek;
“–YĂ‚ Rabbi diyecek, dunya bir fasıldı, geldi gecti. ElhamdulillĂ‚h, beni şu gozlerimin Ă‚mĂ‚ olmasıyla bircok şeylerden korudun beni. Gıybetten korudun, harama bakmaktan korudun vs…”
15-20 sene evvel, -Ă‚mĂ‚lara derse gidiyordum Ă‚cizĂ‚ne- bir Ă‚mĂ‚ delikanlı kalktı:
“–Hocam, şukur mu zordur, sabır mı zordur?” dedi.
Soruyu soran Ă‚mĂ‚. Yani ben nasıl cevap vereyim?
“–Oğlum dedim, duruma gore değişir bu dedim. An gelir şukur zordur, an gelir sabır zordur.”
“–Yok yok hocam dedi, değil dedi. Şukur zor dedi. Nasıl olsa dedi, sabretsen de etmesen de dedi hayat gecip akıyor dedi. Onun icin elhamdulillah sabrediyoruz dedi. Bu hayat fĂ‚nî dedi. Fakat AllĂ‚h ’ın verdiği nîmetler dedi, insan olmak, musluman olmak, ummet-i Muhammed olmak, bunun şukru cok zor.” dedi.
Yine MevlÂn buyuruyor:
“Şukretmek, dĂ‚imĂ‚ uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da şukur nîmeti ile gercek nîmeti avla!”
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gun Muaz bin Cebel ’in elinden tuttu şoyle, ona şu duĂ‚yı telkin etti:
“Ey MuĂ‚z dedi, AllĂ‚h ’a yemin ederim ki, ben seni gercekten seviyorum.
Ey MuĂ‚z, sana her namazın sonunda (duĂ‚ya kalktığımız zaman):
اَللّٰهُمَّ اَعِنِّى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ
«AllĂ‚h ’ım! Sen ’i zikretmek (yani her zaman CenĂ‚b-ı Hakk ’ı hatırlamak, aman yĂ‚ Rabbi demek. Birincisi zikretmek, CenĂ‚b-ı Hakk ’ı unutmayacaksın. İkincisi) Sana şukretmek (şukurden bir şey kalmayacaksın), Sana guzelce kulluk etmekte bana yardım et yĂ‚ Rabbi!»” (Ebû DĂ‚vûd, Vitr, 26)
O da AllĂ‚h ’ın yardımı ile olacak.
“Sana bu duĂ‚yı hic bırakmamanı tavsiye ederim ey Muaz!” dedi Rasûlullah Efendimiz. (Bkz. Ebû DĂ‚vud, Vitr, 26)
Şukurden uzaklaşmak, bir nankorluk.
İnsan, bir bardak su ikram edene bir teşekkur ediyor. Hastalanınca biri cicek getirmiş, ona bir teşekkur ediyor. Allah o ciceği yaratmasaydı nereden getirecekti o ciceği? Daima hep şukur AllĂ‚h ’a.
“Lokman (aleyhisselĂ‚m) oğluna nasihatte:
«Yavrucuğum! AllĂ‚h ’a ortak koşma! Doğrusu şirk, buyuk bir zulumdur (karanlıktır).» dedi.” (LokmĂ‚n, 13)
Tevhid akîdesinin ortaklığa tahammulu yoktur. RiyĂ‚ da ufak bir şirktir. Onun icin kul, yaptığı bir hayır-hasenat vs. bununla bir gosteriş yapmayacak. Allah ile kendi arasında kalacak. Kullardan, fĂ‚nilerden ortak sokmayacak araya.
Bir baba, evlĂ‚dına nasihatte bulunurken ona dĂ‚imĂ‚ guzel sozlerle nasihat edecek. Cunku kendi evlĂ‚dına oğut vererek terbiye etmesi, babanın ağır bir mes ’ûliyetidir. Zira yavrularımız bizlere CenĂ‚b-ı Hakk ’ın emĂ‚netidir.
Cocuk yetiştirmek konusunda anne ve babanın bilhassa dikkat etmesi gereken başlıca hususiyetler vardır:
Âyet-i kerîmede, Furkan Sûresi ’nde CenĂ‚b-ı Hak:
رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا
(“(Ve o kullar): «Rabbimiz! Bize gozumuzu aydınlatacak eşler ve zurriyetler bağışla ve bizi takvĂ‚ sahiplerine onder kıl…” [el-FurkĂ‚n, 74]) Yani eşler, goz nûru olacak. Eğer eşler goz nûru olursa zevc-zevce, yetiştirdikleri de -inşĂ‚allah- goz nûru olur.
وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا
“Takva sahipleri icin bir onder” olur. Sırf takvĂ‚ olmak, muttakî olmak kĂ‚fi değil. Hem de toplum bir huzur hĂ‚line girer.
İşte Omer bin Abdulaziz devri, Osmanlının ilk uc asrı, asr-ı saĂ‚det başta.
Bir anne-baba evlĂ‚dını yetiştirmek icin şu hususlara dikkat etmesi lĂ‚zım.
Cocuğa rûhĂ‚niyet telkin edecek guzel bir isim koyacak. Cunku isim musemmĂ‚yı ceker. Rasûlullah Efendimiz bir yerden gecerken o koyun, o karyenin ismini sorardı. O isim uygun değilse o ismi değiştirirdi. Bundan sonra bu koyun ismi boyle olsun buyururdu.
Gelen kişinin ismini sorardı, onun ismini tashih ederdi eğer gonle uygun bir isim değilse.
İkincisi; yedirilen lokmaların helĂ‚lliğine dikkat edilecek.
Cocuklarda taklit meyli hĂ‚kimdir. Bu sebeple onlara ornek olacak anne-baba bir davranış sergileyecek. Onlar aralarında bir munĂ‚kaşa etmeyecek. Hak dostlarının irşĂ‚dı, sozden ziyĂ‚de hĂ‚l ile ornek olmaktadır.
Cocuklarının/yavrularının davranışlarını dĂ‚imĂ‚ kontrol edecek. Goz onunde yapmadıkları kabahatleri, gizli ve tenha yerlerde işlemelerine meydan vermeyecek.
Zira bu durumda karakterleri zaafa uğrar, ikiyuzlu olurlar. Bu hĂ‚lin ilk tezahurleri de yalan ve riyĂ‚dır; yalana başlar, riyĂ‚ya başlar.
Yine; cocuklarımızın guzel işlerini takdir edip mukĂ‚fatlandırmak, hatĂ‚larını ise goz ardı etmemek. Onu yumuşak bir lisanla, misaller vererek îkaz etmek.
Yine; sık sık ceza vererek cocukları arsız hĂ‚le getirmemek. O zaman dinlemezler, arsız olurlar, lĂ‚ubĂ‚lî olurlar.
Diğeri; emir, yasak ve kĂ‚ideleri, cocukların kavrayabileceği şekilde, îzĂ‚h ederek, ikna edici bir şekilde telkin etmek. Yani onun seviyesine inmek. Efendimiz; “Cocuklarla cocuklaşın.” diyor. (Bkz. Deylemî, III, 51) Onların seviyesine gore hitap etmek.
ÂdĂ‚b-ı muĂ‚şeret ve ahlĂ‚k kĂ‚ideleri oğretilecek.
Meşrû sınırlar dĂ‚hilinde cocukluklarını yaşamalarına imkĂ‚n tanınacak. Yani fazla serbest bırakılmadığı gibi de, haddinden fazla baskı da yapılmayacak.
Omer -radıyallĂ‚hu anh- ’ın idarecilere cok guzel bir nasihati var:
“Şiddet gostermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol.” buyuruyor. Bir sanat bu, kalbin sanatı.
Fazla serbestlik; nefsĂ‚niyeti azdırır, tembelliğe sebep olur. Fazla baskı da cocuğun ezik ve silik bir karakter sahibi olmasına sebebiyet verir. Onun icin olcuyu anne-babanın iyi tutması lazım.
Kendilerine dĂ‚imĂ‚ CenĂ‚b-ı Hakk ’ın nîmetleri hatırlatılacak, onlar hamd ve şukre alıştırılacak. Onlara FĂ‚tiha oğretilecek. Yani FĂ‚tiha ’nın rûhu oğretilecek.
Daha kucuk yaşta iken ibadet mes ’ûliyeti ve hizmetin ehemmiyeti telkin edilecek.
Asil bir nesil yetiştirmek, insanlık muktezĂ‚sı olan ulvî bir duygudur. EvlĂ‚tların yetiştirilmesi hususunda cekilen mihnet ve meşakkatler, annenin-babanın gunahlarının affına vesîle olur.
Efendimiz buyuruyor:
“Hicbir baba, cocuğuna guzel ahlĂ‚ktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33/1952)
Mal mirası değil, karakter ve şahsiyet mirası.
Yine, Lokman -aleyhisselĂ‚m- şirkin bir zulum olduğunu, bir karanlık olduğunu bahsediyor. Şirk, AllĂ‚h ’ın verdiği butun nimetlere karşı en buyuk bir ihanettir. Hicbir mantıkî tarafı yoktur şirkin.
Kul, dunyaya “arz-ı endĂ‚m” icin gelmedi; “arz-ı hĂ‚l” icin geldi. DĂ‚imĂ‚ bir “abd-i Ă‚ciz” olacak, Ă‚cizliğini idrĂ‚k edecek.
Yani makam-mevkî, şehvet ve şohret icin değil, “AllĂ‚h ’a kulluk” icin yaratıldığının şuurunda olacak. Yani;
“AllĂ‚h ’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar, yeryuzunde tevĂ‚zu ile yururler. Kendini bilmezler laf attığı zaman (incitmeksizin) «SelĂ‚m!» derler (gecerler).” (el-FurkĂ‚n, 63)
MutevĂ‚zı mu ’min; comert olur, merhametli olur, temiz bir vicdana sahip olur ve hizmet ehli olur. FĂ‚nî varlığından sıyrılmış bir hĂ‚lde kendisini hizmet kervanının en gerisinde kabul eden bir gonul neferidir.
Huseyin Efendi vardı rahmetli, Bursa ’da. Onunla zaman zaman goruşurduk de, AllĂ‚h ’ın cok değişik bir kuluydu. Hep şukur hĂ‚linde yaşardı.
“–Huseyin abi, nasılsınız?” deyince:
“–Sorma, ben adam olamadım!” derdi.
Sonsuz guc, CenĂ‚b-ı Hakk ’a aittir. Kulun kurtuluşu ise, yalnız AllĂ‚h ’a teslim olması ve yalnız O ’ndan yardım istemesi neticesindedir. Yine CenĂ‚b-ı Hak:
“HevĂ‚-hevesini ilĂ‚h hĂ‚line getirenleri gordun mu? (Buyuruyor.) Sen ona vekil değilsin?” (el-FurkĂ‚n, 43) diyor, CenĂ‚b-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz ’e.
Yani velhĂ‚sıl, riyĂ‚ ve kibir de bir noktada şirkin onunu acmış oluyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Ummetim hakkında en korktuğum şey, AllĂ‚h ’a şirk koşmaktır. Bu sozumle onların Ay ’a, Guneş ’e veya puta tapacaklarını kastetmiyorum. Beni korkutan asıl şey, AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sının dışındaki gĂ‚yeler icin yapılacak ameller (dunya ihtirası), gizli şehvetlerdir (ve gosteriş duygularıdır).” (İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 21)
Allah korusun, bu da bugun de had safhada.
CenĂ‚b-ı Hak buyuruyor:
“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Cunku annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. (Baba, sıkıntıya katlanmıyor, anne katlanıyor 9 ay.) Sutten ayrılması da iki yıl icinde olur. (İşte bunun icin) once Bana (CenĂ‚b-ı Hakk ’a yani), sonra da ana-babana şukret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Donuş ancak Bana ’dır.” (Lokman, 14)
Onun icin CenĂ‚b-ı Hak buyuruyor; “Anneler-babalar yaşlanır, sen onlara sakın ha “uf” deme!” buyuruyor İsrĂ‚ Sûresi ’nde. “قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor. Yani o cocuklaşmış anne-babaya ikramkĂ‚r konuş, sakın şikĂ‚yet etme anne-babandan. Cunku o sana tahammul etti cocukken. (Bkz. el-İsrĂ‚, 23)
Yine MevlÂn da bu hususta:
“Anne hakkına dikkat et! Onu başında tac et! Zira anneler doğum sancısı cekmeselerdi, cocuklar da dunyaya gelmeye yol bulamazlardı.”
Yani annenin hicbir şeyi olmasa, sana onun 9 ay cektiği bir cile var.
“…Sutten ayrılması da iki yıl icinde olur...” (Lokman, 14)
Demek ki annenin hĂ‚let-i rûhiyesi ekseriyetle cocuğa gecer. Bu da cok muhim. Eğer annenin hĂ‚let-i rûhiyesi nasılsa, takvĂ‚ sahibiyse evlĂ‚dına gecer. Yine bunun icin muhtelif Ă‚yetler var.
Burada itaat AllĂ‚h ’a, ondan sonra anne-babaya. HattĂ‚ Sa‘d bin Ebî Vakkas var, o, annesine cok itaatkĂ‚rdı. İslĂ‚m ’a girdiği zaman annesi karşı cıktı:
“–Ey Sa‘d! Sen ne yaptın?” dedi. “Boyle eski dînini bıraktın, yeni bir dîne gectin!” dedi. “Sen yine eski dînine donunceye kadar dedi, ben de hicbir şey yemeyeceğim!” dedi. EvlĂ‚dının merhametini biliyor kendisine.
“–Anneciğim dedi, vallĂ‚hi yuz tane canın olsa da hepsi birer birer cıksa, ben bu dîni hicbir şey icin aslĂ‚ terk etmem, bilesin! Artık dilersen ye, dilersen yeme!..” dedi.
Bunun uzerine annesi yemeye başladı. RivĂ‚yete gore şu Ă‚yet nĂ‚zil oldu, Lokman Sûresi 15. Ă‚yet:
“Eğer onlar (yani annen-baban), seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (koru korune) Bana ortak koşman icin zorlarsa, onlara itaat etme! Onlarla dunyada iyi gecin (sadece)!..” (LokmĂ‚n, 15) (Muslim, FedĂ‚ilu ’s­SahĂ‚be, 43­44; İbn­i Esîr, Usdu ’l-GĂ‚be, c. II, s. 368)
Tabi cefĂ‚yı ceken, anne. Fakat baba da terbiye edecek. Baba da yukunu alacak, sırf anneye bırakmayacak.
Efendimiz:
“–Kimin mesuliyet var?” diye gelip sahĂ‚bî sorunca;
“–Annen, annen, annen, ondan sonra baban.” dedi. (Bkz. BuhĂ‚rî, Edeb, 2; Muslim, Birr, 1)
Baba, helĂ‚l lokma getirecek, bir de hĂ‚liyle evlĂ‚dına karakter tĂ‚lim edecek. Daima cocuklarda taklit meyli vardır. Anne-babayı buyuk gorur, taklit eder.
Yine hadîs-i şerîfte buyruluyor:
“Baba, Cennetʼin orta kapısıdır…” (Tirmizi, Birr, 3, [1901])
“Makbul olduğunda şuphe bulunmayan uc duĂ‚ vardır (Tirmizî naklediyor):
Mazlumun duĂ‚sı; misafirin duĂ‚sı; babanın evlĂ‚dına duĂ‚sı.” (Tirmizî, Birr 7, DaavĂ‚t 47; Ebû DĂ‚vûd, Vitr, 29)
Yine 15. Âyette:
“…Bana yonelenlerin yoluna uy. (Yani sĂ‚lihlerin, sĂ‚dıkların.) Donuşunuz ancak Bana ’dır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (Lokman, 15)
كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
(“…SĂ‚dıklarla beraber olun!” [et-Tevbe, 119]) buyruluyor.
Ne kadar?
“…Sana yakîn/olum, gelinceye kadar.” (Bkz. el-Hicr, 99)
Ă‚yet: “Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kotuluk), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın icinde veya goklerde, yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri gorup bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (LokmĂ‚n, 16)
Sadece insan orada kendisinin şahidi kendisi olacak.
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿7﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿8﴾
“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu gorecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu gorecektir.” [ez-ZilzĂ‚l, 7-8])
Yani ilĂ‚hî nizamda zerreler bile hesap edilecek. Zerre, sanki kuyumcunun hassas terazisiyle olculecek. Yani oduncu kantarıyla değil, eğer bir misal vermek îcĂ‚b ederse.
AllĂ‚hʼın rahmeti ve gazabı, kimi zaman buyuk bir şeyde, bazen normal bir şeyde, bazen de kucuk bir şeyde olmuş oluyor.
MeselĂ‚ bir, ibadetli bir kadın, kedisini ihmal ediyor, kedisi oluyor. Cehennemʼe girecek bir gunah işlemiş oluyor. Bir cana kastediyor.
Bir gunahkĂ‚r colde bir kopeği suluyor, kuyuya inerek. Ayakkabısıyla cıkartıyor. Ona merhamet ediyor, affoluyor.
Onun icin kucuk-buyuk denmeyecek, her hayra dikkat edilecek, her şerden de kacınılacak.
Ă‚yet: “Yavrucuğum! Namazını dosdoğru kıl!..” (LokmĂ‚n, 17)
Bir babanın, bir annenin evlĂ‚dına en buyuk meziyeti, onu namaza alıştırmasıdır. Bu da anne-babanın bir kalbinin sanatıdır. Bu da kucuk yaşta başlar.
“Zamanla olur efendim, şimdi okul derslerini yapsın, sonra olur…” Olmuyor sonra!
Rasûlullah Efendimiz buna kucuk yaşta başlanmasını arzu ediyor. Namaza alıştıracak, vermeye alıştıracak, pinti olmayacak, comert olacak.
Demek ki namaz muhim. Huşû ile namazın, CenĂ‚b-ı Hak:
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Muʼminler felĂ‚h buldu, onlar ki namazı huşû ile kılarlar.” (el-Mu ’minûn, 1-2)
Yani zĂ‚hiri ikmal edildiği gibi bĂ‚tını da ikmĂ‚l edilecek. Kul, kimin huzurunda bulunduğunun idrĂ‚ki icinde olacak.
İhsan duygusu, nasıl, sen AllĂ‚hʼı gormuyorsun, Allah seni goruyor, her hĂ‚lini… Onun icin namaz kılmak, kalbin bir sanatı. TakvĂ‚ arttıkca namazın makbûliyeti artar.
“Yavrucuğum, namazını dosdoğru kıl. İyiliği emret, kotulukten vazgecirmeye calış!..” (LokmĂ‚n, 17)
En başta kendin, ondan sonra evlĂ‚dın, cevre cevre gidecek oyle. Yani sen, sırf kendinden mesʼûl değilsin, cevreden de mesʼûlsun.
“…Başına gelenlere sabret!..” (LokmĂ‚n, 17)
Hayat bir imtihan, med-cezirlerle dolu.
“…Doğrusu bunlar, buyuk bir azim (ve kararlılık gerektiren) işlerdir.” (LokmĂ‚n, 17) buyruluyor.
Demek ki namaz, emr­i bi ’l­mĂ‚rûf, nehy­i ani ’l­munkerʼe vesîle olacak.
Ahmed ibn-i Hanbel anlatıyor:
“Ben on yaşımdaydım diyor. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’i hıfzetmiştim. Sabah namazına annem beni kaldırırdı. Soğuk Bağdat gunlerinde abdest suyumu ısıtırdı benim. Sonra elbiselerimi giydirirdi. Evimiz uzak ve yol da karanlıktı. Kendisi de başortusunu takıp tesetture girerdi. Beni diyor, caminin kapısına kadar gotururdu.” (Ali el-Karnî, Durûs, XXVI, 4, XLIII, 21)
Ne mutlu o anneye ki, şimdi Ahmed ibn-i Hanbelʼin mezhebi, muslumanların ucte biri, dortte biri oraya mensup. Hep annenin yaptığı emeğin bir sadaka-i cĂ‚riyesi gelecek anneye.
Demek ki anne-babanın en mesʼûliyeti, evlĂ‚dını kucuk yaşta namaza alıştıracak.
Enes anlatıyor:
VefĂ‚tı esnĂ‚sında Efendimiz ’in yanındaydım buyuruyor. Bize uc defa:
“Namaz hususunda Allah ’tan korkun!” dedi.
“Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah ’tan korkun. İki zayıf hakkında Allah ’tan korkun:
Dul kadın ve yetim cocuk.
(Bunlar sahipsiz oluyor. Daima bunlar, Allah korusun, şerre de gitmeleri kolay oluyor. Yine

Namaz hususunda Allah ’tan korkun! Namaz, namaz…” diye tekrarlıyordu. MubĂ‚rek lisanlarını duyamaz hĂ‚le geldik. Yine Efendimiz tekrarlıyordu. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Yani Efendimiz, bir muʼminin Cehennemʼe girmesini istemiyor. Butun derdi, ummet-i Muhammedʼin derdi. Onun icin buyuruyor:
Gunde on defa hic yoksa:
اَللّٰهُمَّ اَصْلِحْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ
اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ
اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ رَحْمَةً عَامَّةً
(AllĂ‚h ’ım, ummet-i Muhammed ’in hĂ‚lini ıslah eyle!
AllĂ‚h ’ım, ummet-i Muhammed ’in sıkıntılarını gider!
AllĂ‚h ’ım, ummet-i Muhammed ’e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!)
Bu duayı tekrarlamamızı, ummet-i Muhammedʼe dua etmemizi arzu ediyor. (Bkz. Ali el-Muttakî, no: 3212, 3702; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)
Namaz, muhĂ‚rebe esnĂ‚sında bile kılınacak yani. Bir grup kılacak, o gidecek, obur grup gelip kılacak. Efendimiz en cok, ihvĂ‚n-ı dînin, yani sahĂ‚bînin cemaate gelmesini isterdi. Cemaate gelmeyeni sorardı:
“‒Niye cemaate gelmedi?” derdi.
Ki CenĂ‚b-ı Hak yirmi beş, yirmi yedi kat bir ecir ihsan ediyor.
Eğer seyahatteyse dua ederdi, hastaysa ziyaret ederdi, eğer ihmalden gelmemişse onun uzerinde cok dururdu. (Bkz. Heysemî, II, 295)
Evet, emr-i bi ’l-mĂ‚rûf ve nehy-i ani ’l-munker, ikincisi, Ă‚yette gelen nasihatlerden. Bu da bilhassa bugun de cok muhim. Bilhassa evlĂ‚tlarımızı, cevremizi, dunyanın gidişinden kendimizin mesʼûl olduğunun idrĂ‚ki icinde olmamız lĂ‚zım.
Rasûlullah Efendimiz o gun, hayatın, dunyanın zor şartları altında, dunyanın bir ucundan bir ucuna, insan olan her yere ashĂ‚b-ı kirĂ‚mı gonderdi.
CenĂ‚b-ı Hak, bu irşad nasıl olacak, burada CenĂ‚b-ı Hak buyuruyor:
“(Rasûlum!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet (birinci, hikmetle. Yani kulturlu, bilgili, idrak sahibi, yuksek kimseyi hikmetle İslĂ‚mʼa davet et. Cok bir kimse, MevlĂ‚nĂ‚ʼnın o Mesnevîʼsinde o telkinlerle, diğer evliyĂ‚ullĂ‚hʼın telkinleriyle İslĂ‚mʼa giriyor. Birincisi, hikmetle. Eğer seviye yuksekse hikmetle. Seviye ortadaysa) guzel oğutle (eğer seviye inatcıysa, ona da) mucĂ‚dele et!..” buyuruyor. (Bkz. en-Nahl, 125)
Yani ona da, “قَوْلًا لَيِّنًا” (yumuşak soz) (Bkz. TĂ‚hĂ‚, 44) buyuruyor. Musa -aleyhisselĂ‚m- Firavunʼa giderken, ona yumuşak lisan, suyun akışı gibi, onlara dîni tebliğ et, buyurdu.
SĂ‚mi Efendi Hazretleriʼnden bir hĂ‚tıra; yani nezĂ‚ketle emr-i bi ’l-mĂ‚rûf. Bu cok muhim.
Bir duğun merĂ‚simine dĂ‚vet ediliyor SĂ‚mi Efendi Hazretleri. Damadın yuzuğunu UstĂ‚dın takması isteniyor. SĂ‚mi Efendi Hazretleri bakıyor ki, tepsinin uzerinde altın bir yuzuk geliyor. Kimseye bir şey demiyor. Kendi yuzuğunu parmağından cıkartıyor, damadın parmağına takıyor:
“‒Bu diyor, bugunun hĂ‚tırası olarak bunu kabul edin!” buyuruyor.
Nasıl bir nezĂ‚ketle bir tebliğ…
Yani boylece İslĂ‚m ’ın, altından yapılan sus eşyalarını erkeklere yasakladığını gĂ‚yet nĂ‚zik bir uslupla, fiilî olarak tĂ‚lim ediliyor.
Sabra gelince -ucuncu şey-; sabrın dunyevî tarafı cok acı, derecesine gore. Onu Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-ʼda goruyoruz, Efendimizʼde goruyoruz. Fakat sabır oyle bir şey oluyor ki, sabır bir haz vermiş oluyor. Sabır, cefadan ziyade hazza donuyor. Onun vucut cefĂ‚sını cekiyor, kalp onun hazzını duyuyor.
İşte Efendimiz ac, acken ganimetler geliyor, onu Âişe VĂ‚lidemiz buyuruyor, dağıtmadan huzur bulamazdı, ancak dağıtarak onun hazzıyla doyardı.
Onun icin sabır cok muhim.
Demin bahsettiğimiz gibi zenginlikte sabır olacak. İsrafa duşulmeyecek.
Fakirlikte sabır. İlĂ‚hî olculer dışına taşmayacak.
Hastalıkta sabır.
Efendimizʼin sabrı cok daha oteye. Nuh -aleyhisselĂ‚m- 950 sene sonra:
اَنِّى مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ
(“…Ben yenik duştum. Bana yardım et!” [el-Kamer, 10]) dedi.
“‒YĂ‚ Rabbi, artık ben mağlup oldum dedi, bunlar hidĂ‚yete gelmiyor dedi. Al yĂ‚ Rabbi intikĂ‚mını dedi, bana yardım et.” dedi.
Efendimizʼde boyle bir şey yok, hicbir zaman.
Âyet-i kerîmede:
“...(Ey Rasûlum!) Sabredenleri mujdele!” (el­Bakara, 155)
Yine zor durumlarda kalındı…
“Ey îmĂ‚n edenler! Sabır ve namaz ile Allah ’tan yardım isteyin…” Bakara, 153. Ă‚yet.
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, iptilĂ‚lara sabırla tahammul gostermenin insana kazandırdığı kemĂ‚lĂ‚tı şoyle ifade ediyor:
“Gulun dikene katlanması, onu guzel kokulu yaptı.”
Zira gul, dikene tahammulu sÂyesinde terbiye ve tezkiye olur.
Muʼminde mĂ‚nevî terakkînin en muhim şartı da sabır suzgecinden gecmek, yani Allah yolunda başına gelen sıkıntılara Ă‚hiretteki mukĂ‚fĂ‚tını duşunerek sabırla katlanmaktır. ŞikĂ‚yeti, isyĂ‚nı, sızlanmayı bir kenara bırakabilmektir.
Esʼad Erbilî Hazretleri de bu sabrın getirdiği, kazandırdığını, mısrĂ‚larında şoyle anlatır:
“Aşk guslistĂ‚nının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin ustunden yuzlerce gonca toplarım!”
“Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam ruyamda Gul ’u gorurum!”
-SallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de buyuruyor:
“…Allah yolunda hic kimsenin gormediği eziyetlere ben mĂ‚ruz kaldım…” (Tirmizî, KıyĂ‚met, 34/2472)
Fakat hicbir zaman en ufak bir şikĂ‚yet yok, daima “RĂ‚zıyım yĂ‚ Rabbi, rĂ‚zıyım yĂ‚ Rabbi!” buyuruyor.
Yedi yavrusunun altısını sağlığında kaybediyor. En guzide ashĂ‚b-ı kirĂ‚mı Uhudʼda kaybediyor. Hazret-i Hamzaʼyı, Musʼabʼı vs. yetmiş tane şehid veriliyor.
Maûne hĂ‚disesinde AshĂ‚b-ı Suffe talebeleri tuzağa duşuruluyor. Gozunden yaş geliyor, fakat bir sabır hĂ‚linde.
MevlĂ‚nĂ‚ʼnın da guzel bir ifadesi var, daha ayrı bir pencereden bakıyor:
“BelĂ‚lardan coğu peygamberlere gelir. Cunku ham adamları yola getirmek, zaten (başlı başına bir) belĂ‚dır.”
Yani o cĂ‚hiliye insanı nasıl bir fazîletler insanı hĂ‚line geldi?..
Ondan sonra Lokman -aleyhisselĂ‚m- buyuruyor evlĂ‚dına:
“Kucumseyerek insanlardan yuz cevirme ve yeryuzunde boburlenerek yurume! Zira Allah, kendini beğenmiş kimseleri aslĂ‚ sevmez!” (LokmĂ‚n, 18)
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
(“Arkadan cekiştirmeyi, yuze karşı eğlenmeyi Ă‚det edinen herkesin vay hĂ‚line!” [el-Humeze, 1]) buyuruyor. Allah korusun, hepsine CenĂ‚b-ı Hak, kulliyen yazıklar olsun, diyor. Kim onlar? Kaş goz işaretiyle alay eden, kucuk goren… Onun icin, en buyuk gunahlardan biri de ibĂ‚dullahı istihkār / AllĂ‚hʼın kullarını kucuk gormek.
Senin de son nefesin belli değil, o istihkār ettiğin kimsenin de son nefesi belli değil. Zira:
“…Yeryuzunde boburlenerek dolaşma!..” (Lokman, 18)
En kotu şey, Allah korusun, kibir, gosteriş, sukse… CenĂ‚b-ı Hak onu aslĂ‚ sevmez, buyuruyor.
Bu kibrin, koku Cehennemʼde olduğu icin yanması lĂ‚zım ki temizlenecek.
KibriyĂ‚ sıfatı yalnız CenĂ‚b-ı Hakkʼa mahsus. Nitekim iblîs ’in Cennetʼten kovularak AllĂ‚h ’ın kullarını dalĂ‚lete sevk etme memuru olması, Âdem -aleyhisselĂ‚m- ’a karşı kibirlenmesinin neticesinde oldu. Aynı şekilde KĂ‚run, Harun -aleyhisselĂ‚m- ’a haset duydu, kucuk gordu, felĂ‚kete dûcĂ‚r oldu, yerin dibine gomuldu.
“…Kavmi ona dedi ki (KĂ‚runʼa): Şımarma (dedi)! Bil ki Allah şımaranları sevmez.” (el-Kasas, 76) dedi.
SĂ‚lih bir kişi bir manzara goruyor. Bir kişi bir kişiye diyor ki:
“‒Yuzun de ne kadar cirkinmiş senin!” diyor. O da diyor ki:
“‒Sen diyor, nakşı mı ayıplıyorsun, yoksa diyor NakkĂ‚ş ’ı mı ayıplıyorsun?” diyor. Cok dikkat edilecek bir husus!..
“‒Yuzun ne kadar cirkin!” diyor. O sĂ‚lih kişi diyor ki:
“‒Sen diyor, nakşı mı ayıplıyorsun, yoksa NakkĂ‚şʼı mı ayıplıyorsun?” Yani işin nereye gittiğinin farkında olmak lĂ‚zım.
RivĂ‚yete gore Nuh -aleyhisselĂ‚m-, cerahat akan bir kopek goruyor, yuzunu obur tarafa ceviriyor o manzara karşısında.
CenĂ‚b-ı Hak:
“–Ey Nuh! Ben ’i mi ayıpladın diyor. Onu Ben yarattım.” buyuruyor.
Gunahların en muhimlerinden biri de “İbĂ‚dullĂ‚hʼı istihkār, istihfaf, alay etme, kucuk gorme.”
Hepsini zimmetli olarak bilebilmek…
BahĂ‚uddin Nakşibend Hazretleri en cok mĂ‚nevî mevkiyi diyor, burada kazandım diyor, o hasta, cerahatli hayvanları tedavi etmekle, hasta insanları tedavi etmekle, yolları temizlemekle.
Daima kulda “ben” olmayacak.
Bedir buyuk bir zaferdi. Orada hemen EnfĂ‚l Sûresiʼnden Ă‚yetler indi. Birisi dedi ki;
“–Ben şoyle kelle ucurdum!” dedi.
Oburu;
“–Şoyle yaptım dedi, şu kadar kişiyi ben ortadan kaldırdım!” dedi.
CenĂ‚b-ı Hak da:
“(Ey Habîbim!) Savaşta onları siz oldurmediniz, fakat onları Allah oldurdu. (O gucu veren, Allah.) Attığın zaman da Sen atmadın, lĂ‚kin Allah attı. Bunu, mu ’minleri guzel bir imtihanla denemek icin (yaptı). Şuphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-EnfĂ‚l, 17)
Yine;
اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ . وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِى دِينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا . فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ
(“AllĂ‚h ’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların boluk boluk AllĂ‚h ’ın dînine girmekte olduklarını gorduğun vakit Rabbine hamd ederek O ’nu tesbih et ve O ’ndan mağfiret dile…” [en-Nasr, 1-3])
Mekke Fethiʼnde fevc fevc insanlar İslĂ‚mʼa giriyor. Buyuk bir zafer! CenĂ‚b-ı Hak:
“فَسَبِّحْ بِحَمْدِ” buyuruyor.
“Rabbini hamd ile tesbih et.” diyor.
Bir de; “وَاسْتَغْفِرْهُ” bir de “istiğfar et” diyor.
Hep AllĂ‚hʼın buyuk bir nîmeti. CenĂ‚b-ı Hak fazlasıyla ihsĂ‚n ediyor.
“Yuruyuşunde mûtedil ol!..” (Lokman, 19) buyuruyor.
Şu kĂ‚inat, ilĂ‚hî bir endam aynası. Cok iş goruyor merkep, cok iş goruyor ama, sesi de cirkin cok. CenĂ‚b-ı Hak onun sesini o şekilde yapıyor ki, îkaz ediyor;
“…En cirkin ses, merkebin sesidir.” (Lokman, 19)
Demek ki bir muʼmin, merkep gibi konuşmayacak. Azarlayarak, bağırarak, cağırarak konuşmayacak. Sakin sakin konuşacak. Eğer bir hata varsa, onu sakin olarak ifade edecek.
Herkes bulbul sesine Ă‚şinĂ‚dır. Fakat merkebin sesine kimse Ă‚şinĂ‚ değildir.
وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا
buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak: “…İnsanlara guzel soz soyleyin…” (el-Bakara, 83) buyuruyor.
“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır…” (el-Bakara, 263) Yani inciterek sadaka veriyorsan, bir tatlı dil, ondan daha hayırlı. Maalesef o var tabi; “Bak sana haydi ben veriyorum, haydi, onun icin bana cok minnettar ol.” Bunlar cok sakat lĂ‚flar! Bir kazĂ‚ya dûcĂ‚r olur boyle sozler!
Efendimizʼin misali de cok. Ebû KursĂ‚fe diyor:
“Ben, annem, teyzem diyor, Rasûlullahʼa gittik diyor, bey‘at ettik diyor. Sonra bana dediler ki -ben cocuktum-;
«–Yavrucuğum, bu ZĂ‚t gibisini hic gormedik! Yuzu O ’ndan daha guzel, elbisesi daha temiz ve sozu daha yumuşak başka birisini bilmiyoruz (şimdiye kadar). Sanki mubĂ‚rek ağzından nur sacılıyordu (konuşurken).»” (Heysemî, VIII, 279-280)
Yine burada diğer bir Ă‚yet var, CenĂ‚b-ı Hakkʼın azamet-i ilĂ‚hiyyesi, yani “سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًا : yedi tabaka semĂ‚” (Bkz. el-Mulk, 3) var, Arş var, kursu var, fakat onun dışında bir boşluk yok. Butun ne varsa CenĂ‚b-ı Hakkʼa ait. CenĂ‚b-ı Hak muteĂ‚l. Sonsuz bir azamet sahibi.
“ŞĂ‚yet yeryuzundeki ağaclar kalem, deniz arkasından yedi deniz katılarak (murekkep olsa) yine AllĂ‚h ’ın sozleri (yazmakla) tukenmez. Şuphe yok ki Allah mutlak gĂ‚lip ve hikmet sahibidir.” (LokmĂ‚n, 27)
Hızır -aleyhisselĂ‚m- gemiyle… İlim oğretecek MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-ʼa, ilm-i ledunnîyi oğretecek. Bir hĂ‚diseden sonra MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- şaşırıyor. O sırada guverteye bir tane kuş konuyor. Deryadan bir, gagasında bir damla su var.
“‒Bak MûsĂ‚ diyor, senin ilmin diyor, şu kuşun gagasındaki bir damla suyun icinde diyor. Benim ilmim de bu kuşun gagasının icinde diyor. Butun ne kadar melek, insan, cin, mahlûkat varsa hepsinin ilmi de yine şu kuşun gagasının icindeki bir damla icinde. Şu sonsuz derya da AllĂ‚hʼın ilmi. Kendini burada olc diyor ilmini.” diyor. (Bkz. BuhĂ‚rî, Tefsîr, 18/2-4)
Onun icin CenĂ‚b-ı Hak aslĂ‚ ve katʼĂ‚ “ben” istemiyor. Kul daima “Sen yĂ‚ Rabbi” diyecek.
Yine burada:
“…Sakın dunya hayatı sizi aldatmasın. Şeytan, AllĂ‚hʼın affına guvendirerek sizi kandırmasın.” (LokmĂ‚n, 33)
Evet, Allah, Rahman, Rahimʼdir CenĂ‚b-ı Hak ama, istikĂ‚metinde bulunacaksın. Her turlu melʼaneti işle, “Allah Rahman ve Rahimʼdir…” O olmaz o!
Burada, bilinmeyen cok şey var ama, burada beş şeyi bildiriyor:
“Kıyamet vakti hakkında bilgi ancak AllĂ‚hʼın katındadır…” (LokmĂ‚n, 34)
Rasûlullah Efendimiz bile bilmiyor. CebrĂ‚il sorduğu zaman;
“‒Sorulan sorandan fazla bilmiyor.” buyuruyor.
“…Yağmuru O yağdırıyor…” (LokmĂ‚n, 34)
Bazı şeyler periyoda bağlı. Guneş, Ay bir saniye şaşmıyor. Bir Ă‚rıza yok. Fakat “Yağmuru O yağdırıyor.”
Yağmur ne zaman yağacak, nereye yağacak, ne za