
Din nicin gereklidir, din duygusunun kaynağı nedir? Nicin inanma ihtiyacı duyarız? Hak veya batıl, teorik olarak dinlerin sınıflandırılması nasıldır? Hak, muharref ve batıl dinlerin ozellikleri nelerdir?İslÂm ’a gore insanlığın ilk dini, tevhid dinidir. Dinin kurucusu, Yuce Allah'tır. Allah, kainatı, insanı yaratmış, kitaplar ve peygamberler gondermiştir. İnsanlar, bir erkek ve bir kadından yaratılmıştır. Hz. Adem'e her şeyin ismi oğretilmiş ve kendisi ilk peygamber olarak gorevlendirilmiştir. Hz. Adem, Allah'tan aldığı vahiy ve ilham ile kendi devrindekileri irşat etmiştir.
I-İSLÂM ’A GORE DİN DUYGUSUNUN KAYNAĞI İslÂm ’a gore insanlığın ilk dini, tevhid dinidir. Dinin kurucusu, Yuce Allah'tır. Allah, kainatı, insanı yaratmış, kitaplar ve peygamberler gondermiştir. İnsanlar, bir erkek ve bir kadından yaratılmıştır. Hz. Adem'e her şeyin ismi oğretilmiş ve kendisi ilk peygamber olarak gorevlendirilmiştir. Hz. Adem, Allah'tan aldığı vahiy ve ilham ile kendi devrindekileri irşat etmiştir.
Zamanla bu insanlar tevhid esaslarını unutup, Allah'tan başka şeylere, tabiat kuvvetlerine, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmaya ve bunları Allah'a ortak koşmaya yoneldikce; Allah da peygamberler gonderip onları "hak dine", “hak yola” davet etmiştir. Hak din, Allah'ın gonderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla akıl ve irade sahibi insanlara bildirilmiştir. Bunun icin once tevhid akidesi varolmuş, cok tanrıcılık (şirk ve politeizm) daha sonra insanların bozulmasıyla ortaya cıkmıştır.
Allah, insana gercekleri ve vazifelerini oğretmek uzere zaman zaman elciler ve kitaplar gondermiştir. Bazılarına kitap da verilen bu elciler, gonderildikleri insanlara uyarı ve irşat vazifelerini yeri­ne getirmişlerdir. Yuce Allah, insana kendisini bulması, gerceği anlaması icin akıl, emrettiği yolda yurumesi icin irade, yanıldığında yolunu duzeltmesi icin ilahî olculer lutfetmiş ve insanı yeryuzunun halifesi kılmıştır.
İslÂm, evrimcilerin anlattığı şekilde insanların ve dinlerin evrimini kabul etmez. Kur'an-ı Kerim, Yuce Allah'ın, insanı en guzel bicimde[1] ve inanma ihtiyacı icinde[2] yaratmış olduğunu bildirmektedir. İnsan, en guzel bicimde ve fıtratında Allah'ı arama duygusu icinde yaratılmış olmasına rağmen, kendi başına bırakılmamış, peygamberlerle desteklenmiştir.
Bu konuda, Kur'an-ı Kerim'de şoyle denilmektedir: "Biz, seni mujdeci ve uyarıcı olarak gonderdik. Gecmiş her millet icinde de mutla­ka bir uyarıcı bulunagelmiştir."[3] Bu "uyarıcı"nın vazifesi, "Andolsun ki her ummete Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kacının diyen bir elci gondermişizdir."[4] şeklinde acıklanmıştır. Bu konuya acıklık kazandıran bir başka Âyetin anlamı da şoyledir: "Biz bir elci gondermedikce (hic kimseye) azap etmeyiz"[5]. Yine Ra'd sûresi'nde "Her milletin bir yol gostereni vardır." [6] denilmektedir.
Zikri gecen elcilerden bazılarının adları Kur'an-ı Kerim'de verilmek­te ise de, aslında elcilerin sayısı bunlarla sınırlı değildir. Bu husus, Nisa sûresinde şu şekilde acıklanmaktadır: "...Mujdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmını sana anlattık, bir kısmını da anlatmadık."[7] Bu ve benzeri bazı Âyetlerden Hz. Muhammed Mustafa ’ya (a.s.) kıssası bildirilen peygamberler yanında bildirilmeyenlerin de bu­lunduğu anlaşılmaktadır.[8] Nitekim bir hadiste 124.000 peygamber gonderildiğinden bahsedilmektedir.[9]
Peygamberler; yollarını değiştirdiklerinde, insanları yeniden tevhide ve hak dine cağıran elcilerdir. Kitaplar, peygamberlerden sonra, onların getir­dikleri hukumlerin devamını sağlamıştır. Ancak belirli peygamberlerin ki­tapları vardır. Diğerleri onlara tabi olmuşlardır. Kitaplardaki hukumler iyi korunmayıp değiştirildikce, bir sonraki kitap oncekini duzeltip tamamlamış, yenilemiştir. İnsanlar coğalıp toplumlar geliştikce, dinin hukumlerinde de durum ve ihtiyaca gore gelişmeler olmuştur.
Kitaplar, once "suhuf" (sahifeler: tabletler, levhalar, papirusten sahifeler) halinde iken, sonra kitap haline donuşmuş ve Kur'an-ı Kerim ile son şeklini almıştır. Ancak suhuf'tan kitaba, dar cerceveli hukumlerden daha kapsamlı hukumlere doğru gelişme devam ederken tevhîd ve imanla ilgili oz değişmemiştir. Cunku vahyin kaynağı Yuce Allah'tır, peygamberler de aynı esasları tebliğ etmişlerdir.
Gorulduğu gibi, İslÂm'a gore, dinin kaynağı ilahîdir. Bir ibtidaî durumdan cok-tanrıcılığa, ora­dan da tek-tanrıcılığa geciş değildir.[10] İlk insandan bu yana, Yuce Allah'ın butun elcileri aynı tevhid esasını tebliğ etmişlerdir. Bu tebliğ, anlaşılsın ve tatbik edilsin diye her peygam­ber kavmine, kendi dili ile gonderilmiştir.
İslÂm, diğer dinler arasında, adını kendi kutsal kitabından alan yegane dindir.[11] Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala, "Bugun size dininizi ikmal ettim, uzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin icin din olarak İslÂm'a razı oldum."[12] demekte ve İslÂm'dan başka bir dinin kabul edilmeyeceğini[13] bildirmektedir. Dolayısıyla İslÂm'la din muessesesi ikmal edilmiş, Yuce Allah'ın, insanlara olan nimeti tamamlanmıştır.
Hz. Muhammed (s.a.), Allah'ın elcisi ve son peygamberidir. Bir Âyet-i kerîmede Hz. İsa'nın şoyle dediği bildirilmektedir: "Ey İsrail Oğulları! Doğrusu ben, benden once gelmiş olan Tevrat'ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygam­beri mujdeleyen Allah tarafından size gonderilen bir peygamberim."[14]
Bu ve benzeri Âyetlerden, peygamberlerin aynı esasları bildirdiği, vahyedilen kitapların kendinden onceki ilahî kitapları tasdik ve tekit ettiği, bu kitapların daha sonra gelecek peygamberi mujdelediği ortaya cıkmaktadır. Buna gore peygamberler zincirinin son halkasını Hz. Muhammed (s.a.) ve kitapların sonuncusunu da Kur'an-ı Kerim oluşturmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de hıristiyanlar ve yahudiler "Ehl-i Kitap" kabul edilmektedir. Bu dinlerin, orijinal ve bozulmamış yapılarının hak din uzere olduğu acıklanmaktadır.[15]
Demekki, İslÂm inancına gore, dinin kaynağı ancak vahiy ve nubuvvettir. Bu da tarihen sabittir.
İnsan, diğer varlıklar arasında en seckin bir varlıktır. Yuce Allah, onu yeryuzunun halifesi kılmıştır. Dağların, goklerin yuklenemediği emaneti, vazifeyi o yuklenmiştir.[16] Bu ağır yuke katlanabilmesi icin Yuce Allah onu ceşitli istidat ve kabiliyetlerle donatmıştır. Din duygusu da bunlar arasındadır. Rûm sûresinin 30. Âyetinde Cenab-ı Hak şoyle buyurmaktadır: "Sen, yuzunu bir hanif olarak, dine, Allah'ın fıtratına cevir ki O, insanları bunun (fıtratın) uzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez."
Aynı konu ile ilgili Ebu Hureyre'den (r.a.) rivÂyet edilen bir hadis-i şerif de şoyledir: "Her doğan, ancak İslÂm fıtratı uzere doğar. Sonra anası, babası yahudi ise onu yahudi, nasranî (hıristiyan) ise nasranî, mecusî ise mecusî yaparlar."[17]
Bu hadiste din duygusunun fıtrî olduğu; tertemiz ve masum olarak yaratılmış olan insanın, aile ve cevresinin etkisiyle din değiştirdiği belirtilmektedir. Ayrıca bu hadis, hıristiyan inancındaki “insanın doğarken gunahkÂr olarak doğduğu” iddiasını kabul etmemekte; buna mukabil insanın gunahsız olarak doğduğunu, aldığı eğitim ve terbiyeye gore şekillendiğini ortaya koymaktadır.[18]
Hz. Adem'den itibaren butun insanlar, Yuce Allah tarafından gonderilen tevhid dininin esaslarını kavrayıp benimseyecek ve hayatlarını bu esaslara gore duzenleyecek seviyede zihnî, ruhî ve bedenî kapasiteye sahip olarak yaratılmışlardır. Allah'ın başlangıctan itibaren insanlara bildir­diği dinin tevhid dini olduğu ve onların bu dini benimsemeye yatkın bir fıtratta yaratıldığı belirtilmiştir.[19]
Buyuk Larus Ansiklopedisi, din duygusunun butun insan cinsi arasında muşterek olduğunu, en ilkel ve vahşi kabilelerden tutun da en ileri cemiyetlere kadar hepsinde din fikrinin bulunduğunu, tabiat otesine ve ilahî bir guce inanmanın, in­sanlığın cihanşumul ve ebedi bir icgudusu olduğunu belirtmektedir.
Her donemde insanlık daima şu sorulara cevap aramıştır: Kainat ve insan nedir? Nereden gelmiştir? Onu kim yaratmıştır? Kim idare etmektedir? Hedefi nedir? Bu ve benzeri sorular hep aklımızı kurcalamaktadır. Dunya uzerinde yaşarken zihnimize ve hayatımıza hangi kurallar hakim olmalıdır? Bu hayattan sonra bizi nasıl bir gelecek bekliyor? Sonsuz bir ha­yat mı, yoksa hemen bitiverecek bir omur mu? gibi sorulara her millet, her toplum, her kabile kendi anlayışına gore iyi veya kotu, makul veya gulunc, değişen veya değişmeyen cevaplar vermiştir.
Yaşadığımız yuzyılda ilmî, fennî, iktisadî ve sosyal gelişmemiz hangi seviyede olursa olsun, pratik hayatta ne buyuk adımlar atmış olursak olalım, kendi gecimimizi ve bakmak zorunda olduğumuz kimselerin gecimini sağlamak icin ne kadar yorulursak yorulalım bir an icin dinlenip rahatlarsak, ister boburlenelim ister tevazu edelim, ister iyi olalım is­ter kotu, zihnimiz muhakkak şu ezeli suallere takı­lır: Biz ne icin ve ne amacla yaratıldık? Hak ve gorevlerimiz nedir?
Unlu filozof Henri Bergson bu konuda: «İlimden, sanattan ve felsefe­den yoksun insan toplulukları bulunmuştur ve bulu­nacaktır da. Ama dinsiz bir toplumun var olduğu hic gorulmemiştir.» demiştir.[20]
II-DİNİN LUZUMU VE İNANMA İHTİYACI Din, insanla beraber varolmuş ve insanla beraber varlığını surdurecektir. Tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın, dinsiz insan bulunsa da, dinsiz bir toplum gorulmemektedir.
İnsanlık tarihinin her doneminde din, canlılığını korumuş ve insan hayatının ayrılmaz bir vasfı olma karakterini surdurmuştur. İnsan, her zaman kendisinin insan ustu bağları bulunduğunu, ihtiyacları icin kendini aşan bir kudrete yonelmesi gerektiğini duşunmuştur. Cunku insan, melekle hayvan arasında bir yaratılışa sahiptir. Bu iki cinsin birbirine zıt tabiat cizgileri, insanda sanatkarane bir şekilde birleşmiştir. İnsanın bu şekilde yaratılması, aday secildiği makama ulaşması icindir. Bu makam, "Allah'ın halifesi" olması, emanetin merkezinde bulunması, emirleri yerine getirip yasaklardan kacınması ve "kul" olduğunun şuuruna varmasıdır.
İnsanın veya toplumun dinden kopması mumkun değildir. O, hem tarihin her yerinde, hem de hayatımızın her koşesinde kendini gosteren bir realitedir. İnsanlara guc veren, toplumu duzenleyen, fazilet ve iyiliğe yonelten, yalnızlığı, sıkıntıları gideren, guven duygusu aşılayan hep din duygusudur.
İnsan maddî tarafı yanında manevî tarafı da olan bir varlıktır. Maddî yonu itibariyle, biyolojik ihtiyaclarını karşılamaya; manevî dunyası itibariyle de beslenmeye, desteklenmeye ihtiyacı vardır. Onun bu ihtiyaclarını karşılayan manevî olguların en başta geleni dindir. Belli bir kulture ulaşarak tarihte yer alan butun milletlerin manevî dunyaları bir dinî inancla şekillenmiştir.
Din olgusu, fıtrî (doğuştan gelen) bir ozellik olarak, insanın kendi varlığını tanıması ile ortaya cıkar ve bu şuur ile birlikte gelişir. İnsanın karşılaştığı temel mesele, insanın kendisini ve alemi kimin yarattığını araştırması, boylece kendi varlığını aşan duşuncelere varmasıdır.
Bu duşunceyle insan muşahhastan mucerrede gecer, kendisinin, cevresindeki varlıklardan daha ustun bir ozelliğe sahip olduğunu anlar, kendisi ve cevresindeki varlıkları yaratan Yuce bir kudetin varlığına ulaşır. Boylece her şeyi var eden bir yaratıcının bulunduğuna ikna olup ona bağlanır. İnsanın yuce bir kudrete gonulden bağlı olması, onu kuvvetlendirir. Dua, niyaz, Allah'a sığınma insanı yuceltir. Allah sevgisi ve bu sevgiden kaynaklanan korku insanı pişirir, hamlığını giderir; kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter kazandırır. Boyle kimselerin icinde yer aldığı toplumlarda fazilet yarışı başlar.
Din, fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, top­lumları yukselten ve geliştiren bir kurumdur. Din, insanlara yon veren, kanun ve nizamların kavuşamadığı yerlerde de onları iyi ve faydalı şeyleri yapmaya yonelten bir hayat nizamıdır. Cunku din, anarşinin, haksızlığın, adaletsizliğin, kotuluğun duşmanıdır. Din, toplum duzenini korumayı gaye edinir.
Tarihte iktisadî, maddî bakımdan gucsuz toplum­ların yaşadığı gorulmuştur; fakat dinî duyguları zayıflamış, manen cokmuş toplumların varlıklarını devam ettirebildiği pek gorulmemiştir.
Dinin zayıflaması, ahlakî ve hukukî sucların işlenmesini hızlandırır. Cunku din olmayınca ahlÂk icin hicbir yaptırım gucu kalmaz. Helal-haram anlayışı kalkınca toplumun duzeni sarsılır; insanları ve insan gruplarını hicbir şey tutamaz; anarşi ortaya cıkar ve boylece ceşitli sıkıntılar başlar.
Halbuki her zaman ve her yerde kendini kontrol eden bir Yaradan'ın varlığına inanan insan, daima iyi olanı yapıp kotu olandan kacmaya gayret eder. Din olmayınca hayatın tadı kalmaz, ahlÂk icin de bir mueyyide bulunmaz.
Din, ahlÂk icin de bir kaynaktır. Dinden kaynaklanmayan ahlÂk, bekleneni vermez. Merhum Mehmet Akif Ersoy bu hususla ilgili olarak
"Ne irfandır veren ahlÂka yukseklik, ne vicdandır
Fazilet hissi insanlar­da Allah korkusundandır."
diyerek bilgi ve vicdanın Allah korkusu olmadan guzel bir ahlak oluşturamayacağına dikkat ceker.
Yalnızlık, caresizlik, korku, keder, hastalık, musibet ve felaketler karşısında insanın yegane teselli kaynağı dindir. İnsanın olum karşısındaki tutumunda en onemli rol, dine duşmektedir. Âhiret inancı, sadece ceza, mukafaat olarak değil, aynı zamanda, insanın icindeki “ebedîlik duygusu” ’na cevap vermek bakımından da onem taşımaktadır.
İnsan, olumden değil, yok olmaktan korkar. İslÂm'da insan, olumle yok olmamakta, başka bir dunyada hayatına devam etmektedir. Bu hayatın dışında bir başka dunyanın varlığı inancı, insanı yarınki hayata alıştırır. Suclardan arınıp ebedî bir kurtuluşa ulaşma, huzura, cennet gibi buyuk bir nimete kavuşma, Allah'ın rızasını elde etme ideali, insanda umit ve arzu doğurur, dunyanın ızdırab ve sıkıntılarına karşı koymayı sağlar.
Din, ruhların yağmurudur. Milletler icin luzumludur. Cunku onun yağmuru milletlerin ruhunun gıdasıdır. Umitsizlikten uzak, tersine umitle dolu bir istikbale, nefretsiz bir geleceğe, hoşnutluğa ve sukunete goturen, kuşkuları ve hurafeleri gideren de dindir.
Butun bunlara rağmen, din ve ahlÂka luzum olmadığını ileri surup, dini ilerlemeye mani goren, ilim ve fennin din yerine kaim olmasını isteyen; dinin tabiî ve sosyal yetersizliklerin bir yansıması ve insanları uyuşturan bir afyon olduğunu savunan, dolayısıyla beşeriyetin dinsizleşmek suretiyle ilerleyeceğini iddia edenler de bulunmuştur ve hala bulunmaktadır. Bu duşuncede olanlar, kaldırmak istedikleri din yerine başka şeyleri koymaya calışmışlardır. Ancak zamanla, insanların bu fikir sahiplerine tapar hale gelmeleri, yani dinsizliği de bir nevi din haline getirmeleri, insanın mutlaka bir şeye inanmak zorunda olduğunu gostermektedir.
Toplumları dinsizleştirmek icin okullar acıp, baskı ile dini ortadan kaldırmak, dinsizliği hakim kılmak isteyen rejimlerde bile insanlardaki inanma, tapınma duygusunun sondurulememesi; baskıdan kacıp ormanlarda, kuytu yerlerde ibadet eden insanlara rastlanması da inanmanın fıtrî ihtiyac olduğunun delilidir.
Yine II. Dunya Harbi'nde, Marksist Blok'ta şeflerin kiliselere koşması, milletin ve papaz­ların mabetlerde dua etmelerine izin verilmiş olması ve bu blok'ta, on yıllarca dine baskı uygulanmasına rağmen, dine yonelme duygusunun gi­derilememiş olduğunun gozlenmesi, uzerinde duşunulmesi gereken bir husustur.
Sonuc olarak, dinsiz bir toplum yaşayamaz. Dini kaldırmakla top­lumları ileri gotureceğini iddia edenlerin fikirlerinin din yerine gecirilmek istenmesi, dinsiz, inancsız bir toplumun yaşayamayacağını doğrulamaktadır.[21]
XIX. yuzyılın başlarından itibaren ilim ve teknikteki ilerlemeler, in­sanın artık dine ihtiyacı kalmadığı gibi bir izlenimi zihinlere hakim kılmaya calışmışsa da bu egemenlik uzun omurlu olmamış, insan yine yaratılışından kaynaklanan bu en tabiî manevî ihtiyacını gidermek icin dine sarılmıştır. Bu bakımdan bazı batılı sosyolog ve psikologlar XX. yuzyılı “dine donuş asrı” olarak nitelendirmişlerdir.
İnsanlara dinamik bir yapı kazandıran, toplumların hayatını ozlenen bir bicimde duzenleyen fazilet ve hayra yonelten din, gunumuzde her zamankinden daha fazla ihtiyac duyulan bir realite haline gelmiştir. Cunku, insan yalnızlığını, guvensizliğini, karamsarlığını, umitsizliğini vb. ancak dine yonelerek ve ona sığınmak suretiyle giderebilir. Manevi yapısını ancak boyle duzene koyabilir. Doğuştan gelen, fıtrî bir ozelliği bulunan, insanın kendi oz varlığındaki şuurla birlikte ortaya cıkan din, yine insanın kendi bilinci ile paralel olarak bir gelişme grafiği cizer. İnsan bu idrak sayesinde Allah'a bağlanır. Dua ve niyazlarla sıkıntı ve bunalımlarını O'na arzeder. Dindar olmak suretiyle gonul zenginliğine ve kalbi doyuma ulaşır.
"Bunlar, iman eden ve kalpleri ancak Allah'ın zikriyle huzura kavuşan kimselerdir. Haberiniz olsun, kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle huzur bulur" [22] mealindeki Âyet, bu gerceği ozlu bir şekilde ifade etmektedir.
Buyuk filozof İbn-i Sina (980-1037), insanın yaratılış icabı medeni olduğunu, toplu halde yaşamak fıtratını taşıdığını ifade eder. Hic­bir insan butun ihtiyaclarını tek başına karşılayamaz. Bundan dolayıdır ki cemiyet halinde yaşayan fertler, birtakım karşılıklı hak ve vazifelerle bir­birlerine bağlıdırlar.
Toplumun bekası, mutluluğu, ictimaî hakların, ahlakî kayıtların, buyuk bir titizlikle korunmasına bağlıdır. Hak ile gorevi birbirinden ayır­mak mumkun değildir. Cemiyetlerin devam ve bekası icin zaruri olan hak ve gorevleri teminat altına alacak, bu kavramları himaye edecek ve insan kalbinin derinliklerine yerleştirecek olan en kıymetli değer, bunlara kut­siyet vermiş olan din ve uluhiyet fikridir.
Dinin manevî otoritesinin hakim olmadığı cemiyetlerde "Hak kuv­vetlinindir, kuvvetliler yaşamalı, zayıflar ortadan kalkmalıdır." tarzındaki sakat ve acımasız mantık, gecerlilik kazanır. Bundan sonra o toplumlarda saadet ve huzurdan soz edilemez. Fertleri, dinin manevî otoritesine kalben ve fikren bağlanmış cemiyetlerde ise zayıf, aciz, yoksul ve kimsesizler daima himaye gormuş, yalnızlıklarını unutmuşlardır. Bir toplum, dinin manevî otoritesini benimsediği kadar, ahlakî umdeleri de kabullendiği olcude olgunluğa ulaşır. Ahlakî prensiplerin başta gelen kaynağı ise dindir.[23]
Dinsizlerin halini Prof. Dr. Ferit Kam oldukca guzel tanımlar:
“Dinsiz bir adam ga­yet karanlık bir gecede fırtınaya tutulmuş, yelkensiz, du­zensiz, kaptansız bir gemi gibi bu hadiseler ummanının mut­hiş dalgaları arasında calkalanır durur. Nihayet selamet sahiline ulaşmadan dehşetli bir kayaya carpıp parca par­ca olur.
Eğer dinsiz olmak, beşerin mumkun olan butun zevk­lerden istenildiği kadar hisse almak maksadını guduyorsa emin olmalı ki Cenab-ı Hak asla buna meydan vermez. Bu kotu inanc sahiplerinin dimağından zevk alma kabiliyetini derhal kaldırır. Din gittiği dakikada insanın gozune siyah bir gozluk takılır. Dunya insanın nazarında bir bela zinda­nı kesilir. Butun varlıkları simsiyah gormeğe başlar. Yer ve gok ateşten bir kement (urgan) gibi boğazına gecmek icin her an darlaşır. Kalp, her turlu insanî meziyetlerden uzakla­şır.
Dinsizlik bunalımı vucudunun butun hucrelerine yayılır. Uykusu azap, uyanıklığı sayısız endişelerle dolu­dur. Kuşların cana can katan nağmeleri ona matem iniltileri, bahar ciceklerinin acılarak guluşu, elem ve dertten dolayı ağlama gibi gelir. Nereye baksa nefret ve lanetin derin izlerini gorur. Butun bu varlıkların kendisine diş gı­cırdatmakta olduğuna hukmeder.
Sebepsiz, gayesiz, sahipsiz, manasız gorduğu bu alem, nazarında bir matem levhası ve bela cehennemi kesilir. Onun icin, fazilet manasız bir soz, vicdan ahmakların sakındırma, korkutma aleti, sevgi bir hastalık, şefkat guduk akıllara mahsus arızî bir vehimdir.
Din gidince fazilet binası yıkılır, yuksek duygular namına kalpte ve zihinde ne varsa hepsi birer birer cekilir. Kalıp bomboş, tamtakır kalır. O sahayı aydınlatan ne ka­dar şule varsa hepsi soner. Onun yerini sonu olmayan bir meydan, goz gozu gormeyen bir zindan kaplar. O zinda­nın her tarafından muphem, vahşi ve muthiş sesler yan­kılanmaya başlar.
İşte buna zulmet icindeki kufur ve dinsizlik derler ki Cehennem'in aynısıdır. Orada insanın dimağını istila eden karanlık fikirler, o Cehennem''in ateşten kırbaclı zebanileridir. Cenab-ı Hak dinsizlere en buyuk azabın numunesini bu suretle gosterir. «Biz, o en buyuk azaptan once de onlara mutlaka yakın azaptan tattıracağız.»[24] Âyeti, bu gerceği ifade eder.
1820 tarihinde Fransa'da dinsizlik yuzunden her sene bin beş yuz kişi intihar ettiği halde bugun sekiz-on bin ki­şi intihar ediyor. Deliler, bu hesabın dışındadır.
Hayatın sıkıntı ve felaketlerine ancak din ile muka­vemet edilir. Dunyanın lezzeti de o his ile mumkundur. «İnsan dunyada kendisinin başıboş bırakılacağını mı sa­nır?»[25] Âyetinin yuce manası uyarınca insanı bu dunyada oyle ilahî emirlerden azade, başı boş gezdirmezler. İnsan maddeten nasıl bir takım kayıt ve şartlara tabi ise, manen de oyledir. Bizim gormediğimiz bir kuvvet daima bize hakimdir.”[26]
III-DİNLERİN SINIFLANDIRILMASI A-HAK DİNLER VE OZELLİKLERİ İslÂm uleması, dinleri, haiz oldukları manevî kıymete gore tasnif etmiş­lerdir. Bu esasa gore dinleri hak dinler, muharref dinler ve batıl dinler diye uc kısımda değerlendirmişlerdir. “Ahlakî fazilet uzerine kurulmuş, kudret ve iradesi butun kainata ha­kim, ilmi her şeyi kuşatmış tek bir Allah ve O ’nun peygamberlerine imanı ve yalnız Allah'a ibadeti emreden dinlere hak din” denir.
İtikadına gore beşeriyetin ilk dini din-i hak veya din-i Tevhid ’dir. İnsanlar, ilk peygamber Hz. Adem ’in (a.s.) vahye mazhar olduğu tarihten itibaren bir olan Allah'a iba­det etmişlerdir.
Fakat sonradan insanlar, ihtilafa duşerek bir kısmı saf itikad ve ima­nı muhafaza etmiş, bir kısmı da doğru yoldan cıkarak dalalet cukuruna duşmuşlerdir. Bunun uzerine Yuce Allah, zaman zaman peygamberler gonderip doğru yoldan cıkmayanları mukafatla mujdelemiş, sapkınları da azab ile korkutmuş ve insanlara doğruyu, hak ve hakikati bildirmek icin de peygamberlere kitaplar indirmiştir.
Her peygamber hangi kavme gonderilmiş ise onları hak dine cağırmış ve onlara Allah'ın mesajlarını bildirmiştir. Birer hakikat ve hidayet guneşi olan o buyuk insanların gosterdiği yol­dan gidenler, hak din ve itikadı muahafaza etmiş; onları dinlemiyenler de karanlıklar icinde kalmışlardır. Boylece birtakım hurafe ve batıl itikadlar meydana gelmiş ve beşeriyet arasında yayılmıştır.[27]
HAK DİNLERİN ORTAK OZELLİKLERİ
1.Hak din, Allah ’ın kanunudur.
Bu dini vahiyle bildiren Yuce Allah'tır.
2.Hak din, yalnız Allah'a iman ve kulluk esasına dayanır.
Bilindiği gibi din dediğimiz zaman ilk akla gelen unsur Al­lah inancıdır. Allah'tan ol­mayan ve Allah'ın birliğini esas almayan bir din bozulmuş demektir.
Hak din, ahirete imanı emreder. Allah'a iman, ahirete iman ile tamam olur. Buna gore hak dinin ahirete iman esasını da talim ve telkin etmesi lazımdır. Bunu acık bir şekilde iman esasları arasına almamış dinlere hak din adı verilemez.
Hak din, nubuvveti (peygamberlik muessesesini) esas alır. Hak dini Allah adına insanlara tebliğ eden kimseler peygamberlerdir. Vahye mazhar olmuş bu yuce şahsiyetler, her turlu kotulukten uzak ve en guzel sıfatlarla muttasıftırlar.
5.Hak din, kutsal bir kitaba dayanır.
Her peygambere bir kitap verilmiştir. Kendilerine kitap gonderilmeyen peygamberler kendinden evvelki peygamberlerin kitapları ile hareket etmekle mukelleftirler. Bunun icin esasında hak olan her din, mukaddes bir kitaba dayanmaktadır. Semavi dinlerden biri olan Yahudiliğin mukaddes kitabı Tevrat ’tır. Fakat gunumuzde mevcut olan Tevrat, Hz. Musa'ya vahyedilmiş olan Tevrat'ın aynısı olarak kabul edilmemektedir.
İncillere gelince, Hz İsa ’ya ait İncil adını taşıyan bir kita­bın mevcut olması icab ediyorsa da, bugun elde mevcut boyle bir kitap yoktur. Sayıları yuzlere varan incil nushalarının, pey­gamber olmayan kimseler tarafından sonradan yazıldığı bi­linmektedir.
İslÂm dininin kutsal kitabı olan Kur'an-ı Kerim, tarihi vesikalarla da ispat edildiği gibi hicbir şekilde tahrife maruz kalmayan, orijinalliğini olduğu gibi muhafaza eden yegane ilahî kitaptır. Dinleri tarafsız bir gozle inceleyen herkes bu gerceği itiraf etmektedir.
Hak din, meleklere imanı emreder. Biz, kainat denilen şu varlık aleminin mahiyetini (esasının ne olduğunu) bilemiyoruz. Bildiğimiz bir takım tabiat hadiseleri­dir. Bu hadiselerden de ancak tecrube alanına girenlerin bir kısmı­ bilinmektedir. Geri kalan sonsuz hadiseler, ilim ve fennin dışında kalıyor.
Hal boyle olunca tecrubenin dışında kalan bircok hakikat vardır ki, bunları bir iman meselesi olarak kabul etmek mecburiyetindeyiz. Meleklere iman da bu cumledendir.
Hak dinde ibadet yalnız Allah icin yapılır. Butun varlıkları yoktan var eden yalnız Allah olduğu icin, O ’ndan başkasına ibadet etmek ve O ’ndan başkasının yardımını istemek asla doğru gorulmez.
Ubudiyet, Yaratan ’ın buyukluğunu kabul edip ona karşı kulluğumuzu ve şukran hislerimizi izhar etmektir. Bir in­san icin bu onemli bir vazifedir. Bu vazifenin esası, Allah'ın yuceliği onunde O ’na safiyet ve samimiyetle bağlanmaktır.
Kulluk vazifesine başkalarını da iştirak ettirmek, yani şirk koşmak Allah ile kendi arasına bir takım vasıtalar koymak demek olduğundan, se­mavî din anlayışına ters duşer ve boyle bir din, hak din olmaktan cıkar.
Hak din akıl ve ilimle catışmaz. İlahi emir ve yasaklarla ancak akıllı olanlar mu­kelleftirler. Din ve ilim akla dayanmakta ve akla hitap etmektedir. Bu bakımdan onların birbirlerine muhalefetleri soz konusu değildir. Hak din aynı zamanda ilmi emreder ve insanları ilme teşvik eder. Zira dinin yuceliği, temelinin ilmi derinliğine de bağlıdır.
Hak din, insan eşitliğine dayanır. İnsanların hepsi insanlık bakımından eşit hak ve hurriyetlere sahip olarak doğmuşlardır. İnsanların birbirlerine karşı cinsleri, dilleri, vatanları ve renkleri yonunden bir ustunlukleri yoktur. Ustunluk ancak takv ile yani Allah ’a en guzel bir kulluk ile olur; ilim, ahlak ve akıl da onu tamamlar.
Yaşama hakkı, hurriyet, mulk edinme ve tasarruf (serbest kullanım) hakkı, başkalarıyla eşit haklara sahip olma durumu, istisnasız her insan icin tabiî bir haktır. Hak vasfını taşıyan her din, insanların bu tabiî haklarına saygı gostermekle kalmaz, aynı za­manda her birini ihtiva eden hukumler ve mueyyideler koyar. İslam ’ın yuce kitabı Kur ’an-ı Kerim meselenin esasını, veciz ifadesiyle şoyle beyan buyurur:
"Ey insanlar! Hakikaten biz sizi bir erkekle bir kadından (Adem ile Havva'dan) yarattık. Sizi, birbirinizle tanışasınız diye buyuk buyuk cemiyetlere, kucuk kucuk kabilelere ayırdık. Şuphesiz sizin Allah katında en ustun olanınız, Allah'a en ya­kın olanınızdır.”[28]
Hak din, sosyal duzeni korumayı hedef alır. Allah tarafindan gonderilmiş olan dinlerde Allah'ın kullarına bildirdiği hukumler toplumun menfaatleriyle ilgilidir. Al­lah'ın gondermiş olduğu bu hukumlerin gercek sebeplerini, "kamu yararı ve sosyal guvenlik" tabiri ile ifade etmek mumkundur. Yuka­rıda işaret edildiği gibi semavî dinlerde ilahî emir ve yasaklar, sosyal hayatın duzen ve devamını hedef alır.
Hak din, toplumun menfa­atlerini, ferdin ve ferdî menfaatin ustunde tutar. Nitekim son hak din olan İslÂm ’da daima adaletin hakim kılınması ve insanlar arasında adalet prensibine gore hare­ket edilmesi istenmiştir. Yine hadislerde muminin, kendisi icin sevdiğini mumin kardeşi icin de sevmesi, imanın olgunluğuna bir işaret sayılmıştır. Bu ve benzeri adalet anlayışı, hak dinlerin sosyal karakterini gosterir.
B- MUHARREF DİNLER Bir de aslı bozulmuş (muharref) dinler vardır ki bunlar aslı bakı­mından birer gercek din iken, sonradan bozulmuş, dayandıkları kutsal kitap­ların orijinali ortadan kalkmış olan dinlerdir. Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi. Bu dinlerin Allah inancında, tevhîd akidesinden uzaklaşma gorulur. Din adamları tarafından buyuk olcude ilaveler ve cıkarmalar yapılmış olan Tev­rat, bugun yahudiliğe millî bir karakter kazandırmış, yerin ve goğun sahibi olan Yehova ’nın, yalnız İsrail Oğulları ’nın ilahı olduğu inancı telkin edilmiştir.
Cenab-ı Hak daha sonra Hz. İsa'ya İncil'i gondermiş, ancak Hıristiyan­lığın kutsal kitabı olan İncil'in orijinali de bozulmuş ve akidede Hz. Adem'den beri gelen tevhid inancından uzaklaştırılmıştır. Hz. İsa'yı Allah ve Allah'ın oğlu kabul etme yahut uc ilahtan birisi (teslis) sayma, onları şirk ve kufre duşu­ren noktalardandır. Bu konularla ilgili ileride daha detaylı bilgi verileceği icin burada fazla detaya girmiyoruz.
C-BATIL DİNLER Asılları bakımından tevhid inancı ile ilgisi bulunmayan dinlere ise batıl din denir. Bunların kaynağı vahiy değil, insandır. Bazı toplumla­rın din adıyla uydurup, ortaya attıkları şeylerdir. Bunlarda akla, hikmete ve toplum yararına uygun bazı hukumler bulunsa bile esas itibariyle Yuce Allah'a ve O'nun bir peygamberine dayanmadığı icin kutsal yonleri yoktur.[29] Aya, guneşe, yıldızlara, kutsal saydıkları bazı hayvanlara, insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara veya bazı tabiat guclerine tapmak bu niteliktedir. Hindu­izm, Budizm, Mecusilik ve Şamanizm bunlar arasında sayılabilir.
1-Budizm Nedir?
Budizm, M. O. 6. veya 5. yy'da Gautama Buddha[30] adlı kişinin eğitimine bağlı olarak Hindistan'da kurulmuş olan buyuk inanc sistemlerinden birisidir. Hindistan'da doğup orada gelişmesine rağmen daha ziyade uzak doğuda yayılmıştır.
Tarih icerisinde Budizm, ceşitli kollara ayrılmıştır. Ayrıca Hinduizm icerisinde farklı bir hareket olarak da ortaya cıkan Budizm, Hinduizmin tanrı duşuncesini ve kast sistemini reddeder. Acı ve ıztırapla dolu olan hayattan, insanın kendi cabasıyla kurtulabileceğini savunur, kurtuluşun, Nirvana ’ya ulaşmaya bağlı olduğunu iddia eder.
Budizm, bir kurtuluş yolu olarak dort kutsal ha­kikatin varlığını kabullenir. Bunlardan ilki; hayatın ıstiraplarla dolu olduğudur. İkincisi, canlıları reinkarnasyona zorlayan sebebin, yaşama arzu ve isteği, yani hayat sevgisidir. Ucuncusu, ıztırapların sona erdirilmesidir. Bunun yolu ise his ve duygu­larla beslenen yaşama arzusunun sondurulmesinden gecmektedir. Dorduncu gercek ise ıztırapları dindirmenin yolunun bilinmesidir. Bu ise doğru inanmak, doğru duşunmek, doğru konuş­mak ve doğru davranışlarda bulunmaktır. Bunları iyi kavrayıp uygula­yan kişi, tenasuh cemberinden kurtulup kurtuluşa (Nirvana'ya) ulaşabilir.
Nirvana Nedir?
Budizme gore Nirvana “yokluk” demektir. Başka bir ekol onu, “ruhun kavuştuğu bir mutluluk” olarak kabul eder. Nirvana bir ceşit ayrılmayı ifade etmekle bir­likte, var iken yok olmak da değildir. Yok olan şey, arzu ve ihtiraslardır. Nirvana terimi Budistlerin kutsal kitapları olan Vedalar ve Gita gibi metinlerde yer alır. Buralarda o, “kurtulmuş ruhların mekanı” anlamında kulla­nılır.
İslÂm, Budizm ’deki ruhun Nirvana ’ya ulaştığı goruşunu kabul etmez. Nirvana, “ruhun sonsuz bir mutluluğa ulaşarak tatmin olması” manasına gelen bir terimdir. Nirvana ile reenkarnasyon sonucu değişik şekillere giren ruh, sonunda aydınlığa ulaşır ve boylece kurtuluşa erer. Bu anlayışa gore insanların kıyamet gunu yaptıklarından hesaba cekilmesi soz konusu değildir.
İslam ’a gore ise olen ruh hesap gununu bekleyecek, hesabın sonunda mutlak mukafaata ulaştırılacak veya cezaya carptılacaktır. İslam ’da Allah ’ın iradesi dışına cıkmak, cennet ve cehennemde olmek ve yok olmak soz konusu değildir.[31]
Reenkarnasyon (ruh gocu) Nedir?
Başta Hint dinleri olmak uzere ceşitli dinlerde olumsuz olan ruhun, ya surekli olarak ya da gunahlarından temizlenene kadar bir bedenden diğer bedene tekrar tekrar gecmesidir. Bu dusunceye gore olumlu olan yalnızca bedenlerdir. Dolayısıyla beden olduğunde ruh, bir başka bedende tekrar doğar ve boyle­likle hayatını devam ettirir.
Bazı dinlerde ruhun islemiş olduğu iyilik ya da kotuluk, onun bir sonraki iyi ya da kotu bedenini belirler, bu durumda yeniden doğan ruh, daha iyi ya da daha kotu bir insan, hatta bir tanrı sekline gecebileceği gibi bir hayvan ya da bir bitki şekline de donuşebilir. Boylece ruhun rekrar tekrar vucut bulmasının sonsuza değin sureceği duşunulur. Budizmde aydınlanan kişi, ruh gocunden cıkarak Nirvana ’ya kavuşur.
İslÂm ’a gore reenkarnasyon fikri, bir cok acıdan yanlış bulunmuştur. Bu inanc, işlenen suca verilecek ceza acısından, kader ve sorumluluk bakımından, ahiret ve mahşer inancı acısından, ilahî adalet ve yaratıcının kainata koyduğu nizam ve intizam bakımından, imtihan, ilahî rahmet ve merhamet acısından, insanın şeref ve haysiyeti bakımından, dunya ve ahiret dengesinin nasıl kurulacağı gibi bir cok acıdan, celişki ve yanlışlıklar ihtiva etmektedir. Ayrıca bu duşunce gunumuz modern bilim anlayışı ve akıl acısından da bir cok tenkide maruz kalmaktadır. [32]
İslÂm, vucudu terk eden ruhun başka bir bedene girip tekrar dunyaya geldiği inancını, yani tenasuh ve reenkarnasyonu kabul etmez. Bu batıl inanc Kur ’an Âyetlerinde kesinlikle reddedilir: “Nihayet onlardan birine olum geldiği zaman ‘Rabb ’im! Beni geri dunyaya dondur ki ayrıldığım dunyada salih amel işleyeyim ’ der. Buna Yuce Allah şoyle karşılık verir. Hayır asla! Onun soylediği bu soz boş laftan ibarettir. Cunku onların onlerinde ta dirilecekleri kıyamet gunune kadar surecek olan bir perde (berzah) vardır.”[33] “Kim bir kotuluk yaparsa, onun cezasını gorur;”[34] “Herkesin kazancı yalnız kendisine aittir. Hicbir suclu başkasının sucunu yuklenmez;”[35] “Biz hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık;”[36] “Şuphesiz biz insanı en guzel bicimde yarattık.”[37]
2- Hinduizm Nedir?
Geleneksel Hint inanclarına verilen genel bir addır. Hindistan geleneğine ait bazı ortak ozellikleri yansıtmakla birlikte Hinduizm, belirli bir inanc sistemi olmaktan ziyade, bircok dini geleneğe verilen ortak bir isimdir. Bu nedenle dinler tarihcileri, Hinduizm ’in dini bir akımı mı yoksa Hint kulturel geleneğini mi ifade ettiği konusunda goruş farklılıkları icerisindedirler.
Hinduizm, dunyanın en eski ve en geniş kutsal metinlerine sahip olan bir gelenektir. M. O. 1300-800 yılları arasına ait olan Vedalar, Brahmanalar gibi metinler, Hinduizm ’in kutsal metinlerini oluş­turmaktadır. Hinduizmin ozellikleri arasında kast sistemi, Karma (Samsara) doktrini ve Avatara tasavvuru dikkati ceker. Tanrı duşuncesi acısından Hinduizm, ateist gruplardan teistlere ve panteistlere, monoteistlerden politeistlere kadar bircok akımı bunyesinde toplar. Ancak genellikle Hindu'­ların politeist oldukları gorulmektedir.
Yuzlerce hatta binlerce tanrısal varlığa inanılmakla birlikte, yaratıcı tanrı Brahma, koruyucu tanrı Vişnu ve yıkıcı tanrı Şiva uclusu, tanrılar grubunun (Panteon) başını cekmektedir.
Tanrı duşuncesi konusundaki ceşitlilik, ayin ve ibadetler konusunda da gorulmektedir. Hindular arasında dunyadan tamamıyla el etek ce­ken ve mutlak inzivayı yaşam bicimi edinen mistiklerden karma bir şekilde gayr-ı meşru ilişkiye girenlere, beslenme diyeti konusunda kendilerine sınırlama getirenlerden bu konuda kendilerini tamamıyla serbest bırakanlara kadar bircok farklı grubun varlığına rastlanır.
Genel olarak hindular, tanrı timsali olan heykel ve suretlere tapınır ve onlara hediyeler sunarlar. Rahiplerin yoneticiliğinde kur­ban torenleri duzenlerler, kendilerince kutsal mekanlara hac seyahatleri tertip ederler ve kutsal sularda vaftiz[38] olurlar. Hinduların cok ayrıntılı ve karmaşık zaman hesaplamaları da dikkat cekicidir.
Avatara Nedir?
Hinduizm inancında avatara onemli bir yer tutar. Avatara, tanrının insan veya hayvan şekline donuşup dunyevî bir varlık suretinde yeryuzune inmesidir. Tanrı daha cok hint tarihinde bir savaş kahramanı olan Krişna ’nın suretine burunerek yeryuzune inmiş ve zor zamanlarda onlara yardım etmiştir.
Karma Nedir?
Hinduizmin Temel prensiplerinden birisi olan Karma, bir ahlak kuralı olarak değerlendirilebilir. Karma, onlara gore ne yaparsan karşılığını gorur­sun anlayışına yonelik bir sistemdir. Ruh gocune inanmayı esas alan Hinduizme gore butun varlıklar, surdurdukleri hayatta ortaya koydukları başarıyla bir son­raki yaşam bicimlerini tayin ederler.
Normal yaşantıda kast değiştirmenin imkansız olduğu Hint inancında bir kişi ancak bir sonraki doğumunda kast değiştirebilir; eğer onceki hayatını iyi bir kişi olarak surdurmuşse olum sonrası yeniden doğumunda bir ust kasta tabi olarak hayat bulabilir. Bunun tersi de mumkundur; kişi inancsız ve kotu bir hayat surmuşse bir sonraki hayatında daha alt kastlardan birinde do­ğar.
Aynı şekilde bir kişi hayat tarzına gore bir sonraki hayatında sa­dece bir insan olarak değil, bir hayvan ya da bir bitki olarak da doğabilir. Cok iyi ve zahitce bir hayat yaşayan kişiler, sonraki doğumlarında birer tanrı da olabilirler.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı uzere karma, kişinin bir sonraki hayatını bizzat kendi tutum ve davranışlarının belirlemesine dayalı bir sistemdir. Butun varlıklar (tanrılar ve evren de dahil), Karma'ya dahildir. Mesela, Hint duşuncesine gore bir dunyanın omru bittiğinde evren butun olarak yok olur ve sonra yeniden doğar. Onceki hayatında evrenin iyi ya da kotu oluşu, onun yeni hayatındaki konumunu belirler.
Kast sistemi Nedir?
Hinduizme gore toplum 5 ana sınıftan (kasttan) oluşur: 1) Rahipler ve bilginler grubunu oluşturan Brahmana, 2) prensler ve savaşcılardan oluşan Kşatriya, 3) tuccar ve zenginlerden oluşan Vaişya, 4) halkın geri kalan kısmını temsil eden, ciftci ve işcilerden oluşan Sudra ve 5) butun haklardan mahrum sayılan Paryalar.
Bu kastlar, sosyal hayatta birbirinden kesin cizgilerle ayrılmışlardır. Bir kasttan diğerine gecmek ve kastlar arası evlilik yapmak kesinlikle kabul edilmez. Kişinin hangi kasta tabi olduğu doğumuyla belirlenir ve hayat boyu değişmeden devam eder. Ancak karma yoluyla bu kastlardan kurtulabilir. Yani Hinduizmin inanc esaslarını en guzel bir şekilde yerine getirirse bir sonraki doğumunda bir ust kasta gecebilir veya uzerine duşen gorevi yerine getirmezse daha aşağı bir kasta duşebilir.
3-Mecusîlik (Zerduştluk) Nedir?
Zerduşt[39] tarafın­dan kurulduğu soylenen dini gele­nektir. Mecusîliğin dini yapı acısından birbirinden farklılık gosteren iki doneminden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi, Zerduşt donemi, diğeri ise sonraki Mecusîlik donemidir. Zerduşt doneminde monoteist (tektanrıcı inanc) hakim iken sonraki donemde Zerduşt'un bu monoteist duşuncelerinden eski İran dinine doğru tekrar bir donuş soz konuşu olmuş ve Mecusîlik, İran'ın resmi dini haline gelmiştir..
Mecusîler, ateşi bir tanrı olarak ka­bul etmemekle birlikte onu kotuluğu temizleyen ve tanrısal alemin sembolu olan bir nesne olarak kabul eder ve bu sebeple ona tazimde bulunurlar.
Onlar bu nedenle Ateşperest olarak adlandırılmışlardır.
İran'ın Muslumanlar tarafından fethedilmesiyle Mecusîlik tarih sahnesinden silinmiş, yalnız bir grup Mecusî, Hindistan'a goc ederek gunumuzde “Parsiler” olarak bilinen akımı oluşturmuşlardır.
4- Şintoizm Nedir?
"Tanrılar yolu"da denen Şintoizm, geleneksel bir Japon dinidir. Bu din, olulerin ruhlarına tapınmayı tavsiye etmesiyle on plana cıkar. Şintoistlere gore, olulerin ruhları, tanrılaşarak insanların arasında yaşar. Olulerin ruhlarını mutlu etmek icin mezarlarının uzerine yiyecek-icecek turunden eşyalar bırakılır. Şintoizm, milli bir dindir.
5-Konfucyanizm Nedir?
Geleneksel Cin dinlerinden birisidir. Buna, felsefi bir ekol, ya da Konfucyus'un[40] oğrencilerinin geliştirdiği ahlakî ve sosyal bir sistem de denir. Daha sonraları Konfucyus'e tazim etmek, atalara tapmak ve gok­yuzunu ustun varlık olarak kabul etmek de Konfucyanizmin ozellikleri arasına dahil edilmiştir. Konfucyus prensiplerini herhangi bir tanrı fikrine dayandırmamıştır. O, yaşadığı asırda hakim bir duşunce olan Tao felsefesini kabul etmiştir.
Konfucyanizm, oldukca erken donemlerden itibaren Cin'in devlet dini olmuş ve bircok ilaveler yapılarak gu­numuzdeki haline gelmiştir. 20. yy. başlarında bir sure Konfucyanizm devlet geleneği olmaktan cıkarılmış olsa da sonraları Mao ve arkadaşları Konfucyus'un prensiplerinin yaygınlaştırılması yonunde ceşitli calışmalar yaparak bu ge­leneği canlı tutmaya calışmışlardır.
6-Sabiilik (Mandeizm) Nedir?
Kur ’an ’da uc yerde[41] isimlerinden bahsedilen ve gunumuzde cok kucuk bir topluluk olarak varlıklarını surduren Sabiiler, genellikle guney Irak'ta Fırat ile Dicle'nin birleştiği ba­taklık bolgelerdeki kucuk yerleşim merkezlerinde yaşarlar.
Sabiilerin tanrı tasavvurlarının temelinde dualizm (ikicilik) mevcuttur. Onların dualizm inancına gore bir tarafta ışık ve nur, diğer tarafta ise karanlıklar alemi bulunur. Sabiilerin, kainatın ve yeryuzunun oluşumu ile ilgili tasavvurları, baştan sona mitolojiyle ic icedir. Sabiilere gore insan madde ve ruh olarak iki farklı unsurdan meydana gelir. Ceset maddi varlığı itibarıyla kotuluk ve karanlığı, ruh ise iyilik ve nuru temsil eder. Sabii ibadet ve ayinleri arasında sıkca yapılan vaftizler, oluleri yad etmek uzere duzenlenen din­i yemekler, onemli yer tutar.
8-Taoizm Nedir?
Cin dinlerinden birisidir. Bu akım, doğal bir mistisizm icinde Tao'yu[42] izlemeyi ve kotuluğe iyilikle karşılık verme prensibini esas alır. Bu dinin kurucusu olan Lao, akıl ve erdemin değeri uzerinde durmuş, Tao prensibini algılamanın onemini vurgulamıştır. Lao'nun prensiplerinde tanrı duşuncesi merkez olma­makla birlikte sonraki donemlerde Taoistler eski ve yeni bircok tanrısal varlığa tazimi on plana cıkarmışlardır.
9-Sihizm Nedir?
Guru Nanak adlı şahıs tarafından kurulan dini geleneğe sihizm denir. 16. yy. ’da merkezi Hindistan ve Penjap ’ta kurulan ve yayılan Sihizm, İslÂm ’la Hinduizmin meczedilmesine dayalı bir gelenektir. Yuce bir tanrı fikrine yer verilir, ancak bu tanrı­nın Avatarasının[43] bulunduğu inancı reddedilir. Bununla birlikte Nirvana ve tenasuh inancı kabul edilir. Sihızmin ilk donemine ait dini onderlere Guru adı verilir.
10-Yogaizm Nedir?
Yoga, birlik ve bağ demektir. Hintlilerin dini geleneklerinde bir meditasyon tekniği sayılır. Evrensel ben ile butunleştirmek icin kişisel beni eğitmenin pratik yolu kabul edilir. Yoga tekniği oldukca eskilere dayanır. Gita, bilgi, calışma, tapınma, zihin ve meditasyon yogasını oğreten bir kitaptır. Bir kısım Yoga, tapınmayı on plana cıka­rır, Karma Yoga, ahlaki ilkeleri vurgular, diğer bir Yoga ise belirli şeylerin ritmik tekrarı ile zihni kontrol altına almayı hedefler.[44]
Sonuc ve Bu Dinlerin İslÂm İnancı Acısından Kısa Bir Değerlendirmesi
Yukarıda verilen bilgilerden de anlaşıldığı gibi batıl dinler, milli bir karakter arzetmekte ve genellikle cok tanrıcılığa dayanmaktadır. Bu dinlerden bazıları (zerduştilik gibi) belli donemlerde tek tanrıcılığa bağlı olsa da zamanla bu anlayış bozulmuştur. Bazıları aşırı zuhtu yani dunyadan butunuyle uzaklaşmayı (Hinduizm gibi) tavsiye edip, ıztıraplardan kurtulmayı ve Nirvanaya/aydınlanmaya ulaşmayı hedeflemiştir.
Bir kısmı da oluşturdukları kast sistemini devam ettirebilmek icin ruhun bir bedenden başka bir bedene nakledildiğini (tenasuhu) kabul etmiştir. Bazıları da atalarının ruhlarına tapınmayı (Şintoizm gibi ) din haline getirmişlerdir. Bu dinlerde net bir tanrı anlayışı yoktur. Bunlara gore hemen her şeyin (Panteizm) tanrı olma ihtimali vardır.
Sozkonusu olan bu dinler, cağdaş gelişmelerden oldukca zarar gormekte ve dğişik akım ve mezheplere bolunmektedir. Mesela gunumuz dunyasında en cok mensubu azalan din Budizm'dir. Cunku Budizmin bedbinci (dunyayı kotu gorme ve ondan uzaklaşma) goruşunun, bugunku dunyada kabul gormesi gittikce zorlaşmaktadır.
Hin­duizm ise millî karakterli bir dindir. Yayılması ve coğalması tamamen Hindu olmaya bağlıdır. Hindistan ise batı teknolojisiyle haşir neşir olmuş bir ulkedir. Batı kulturunun tesirinde kalan Hindi­stan'da dini yonden tam bir kaos yaşanmaktadır. Aynı dinden dallanan mezhepler, tarikatler ve senkretik (karma) bir karakter gosteren dini cereyanlar ulkesi haline gelen Hindistan ve onun milli dini Hinduizm, cağdaş batı medeniyetinden oldukca etkilenmekte ve her gecen gun dini bir kriz icine duşmektedir.[45]
İslÂm, kimi doğu dinlerinde ve felsefî goruşlerinde yer alan Tanrı'nın tabiat varlıklarına donuşerek varlığını surdurduğu ve onun eşyanın benliğinde yayılmış olarak bulunduğu goruşunu kabul etmez. Cunku İslÂm'a gore, ilahî guc her yerde ve her zaman hazırdır. Canlı veya cansız tum varlıklar, yaratılışlarında kendi fıtratlarına yerleştirilen emirlere, programlara yani sunnetullaha uyarlar. Yuce Allah ’ın kendisi, butun bu tur beşeri sıfatlardan uzaktır.
İslÂm, bazı Doğu Asya dinlerinde gorulen, Ying ve Yang'dan, yani erkek ve dişi iki cevherden, iki gucten oluştuğu tasavvur edilen Tanrı inancını da kabul etmez. Cunku bu inanc, Tanrı'nın varlığının iki ayrı cevherin birleşmesinden oluştuğunu one surer ki bu durum, yeni bir dualizm[46] (ikicilik) sayılır. Dualizm kabul edildiğinde vahdaniyet iki ayrı cevhere bolunmuş veya iki şahsa ayrılmış olur ki bu da İslÂm ’ın Tevhid akidesi ile bağdaşmaz.
Ayrıca İslÂm, insanın sadece bir yonunu ele alıp (Hinduizm ve Budizmde olduğu gibi) diğer yonunun tamamen ihmal edilmesini de kabul etmez. Bu ikisi arasında hayatın gerceklerine uygun olarak orta bir yolun tutulmasını tavsiye eder, sadece ahlakî bir takım oğutlerde bulunmakla kalmaz, aynı zamanda insanların gunluk hayatlarında karşılşabilecekleri konularla ilgili bir takım yonlendirici hukumlerde, emir ve tavsiyelerde bulunur.
Biraz once yukarıda saydığımız yonleriyle batıl dinler, insanın sorumluluk alanını ve vazifelerinin ne olduğunu tam teşekkullu ortaya koyamamamış ve insanların ihtiyaclarına gereken cevabı verememiştir. Dengeli bir şekilde dunya ve ahiret bilinci ve sistemi oluşturamamışlardır.
Dipnotlar:
[1] Tîn, 95/4.
[2] Rûm, 30/30.
[3] FÂtır, 35/24.
[4] Nahl, 16/36.
[5] İsrÂ, 17/15.
[6] Ra ’d, 13/7.
[7] NisÂ, 4/164-165.
[8] G. Tumer-A. Kucuk, Dinler Tarihi, s. 27, 30, 31,35, 36.
[9] Ahmed b. Hanbel, V, 226.
[10] Batıda dinlerin kaynağı ile ilgili olarak değişik goruşler ileri surulmuştur. Bunlardan Edward B. Taylor (1832-1917) “dinin başlangıcının “animizm” (ata ruhlarına tapınma) olduğunu, J. G. Frazer (1845-1951) “buyu” olduğunu, Durkheim(1881-1917) “totemizm” (kabilenin kutsal saydığı bir varlığa tapınma” olduğunu one surmuşlerdir. Bunlar Yeni Zelanda, Avustralya, Afrika ve Asya ’da halen yaşayan ilkel kabileleri inceleyerek bu fikirlere vardıklarını iddia etmişlerdir. Sonradan, onların bizzat oralara gitmedikleri, bir takım seyyahların ve misyonerlerin hatıralarından hareketle bu fikre ulaştıkları tesbit edilmiştir. Ayrıca yine batıda Andrew Lang (1844-1912) ve Wilhelm Schmidt (1868-1954) gibi araştırmacıların bulguları, bu teorilerin guvenirliliğini sarsmıştır. Sosyal antropolojinin gelişmesiyle de dinin kokeninin bu şekilde tespit edilmesinin mumkun olmadığı, bunların keyfi bir noktadan hareket ettikleri ilim dunyasında ağırlık kazanmıştır. Dinin kokenleri ile ilgili olarak bk. Mircae Eliade, “Dinin Anlamı ve Fonksiyonu” (cev. Mehmet Aydın) Konya, 1995, s. 32-40, 55-61.
[11] Âl-i İmrÂn, 3/19.
[12] Maide, 5/3.
[13] Bk. Al-i Imran, 3/85.
[14] Saf, 61/6.
[15] Kasas, 28/53.
[16] AhzÂb, 33/72.
[17] Buhari, Cenaiz, 92.
[18] G. Tumer-A. Kucuk, age, s. 36, 37, 38.
[19] Omer Faruk Harman, İlmihal (Diyanet Vakfı), İstanbul 1998, I, 5.
[20] M. Abdullah Draz, Din ve Allah İnancı (Cev. Akif Nuri), İstanbul, 1978, s. 94-97.
[21] G. Tumer-A. Kucuk, Dinler Tarihi, s. 39-42.
[22] Ra ’d, 13/28.
[23] Osman Cilacı, Gunumuz Dunya Dinleri, Ankara, 1998, s. 23-28.
[24] Secde, 32/21.
[25] Kıyame, 75/36.
[26] Ferit Kam, Dinî-Felsefî Sohbetler, Ankara, 1987, s. 48-50.
[27] Ahmet Hamdi Akseki, İslÂm Dini, Ankara, 1983. s. 12.
[28] HucurÂt, 49/13.
[29] Aynı şekilde bu dinlerin, ilahî dinlerin guzel yonlerinden istifade ederek sistemlerini oluşturdukları veya eski ilahî kokenli dinlerin sonradan bozulmasıyla meydana getirildikleri de soylenmiştiiir. Zira her ummete bir uyarıcının gonderilişi, peygamberlerinin sayısının cok fazla oluşu (mesela 124 bin) gibi hususlar, bu varsayımı desteklemektedir.
[30] Budizm ’in kurucusu olan Buda (M. O. 563-483) Hindistanda yaşamış bir filozoftur. Hayatının ilk yıllarında babasının sarayında luks bir hayat yaşamış, daha sonra bu hayatı beğenmeyerek bir nevi zuhd hayatını tercih etmiştir. Zuhd hayatı yaşarken incir ağacı (Bodi) altında kendisine ilham geldiğini ve aydınlandığını soylemiştir. Bundan sonra kendisine gelen ilhamı insanlara anlatmak icin uzun yolculuklar yapmış ve halka oğutlerde bulunmuştur.
[31] Ekrem Sarıkcıoğlu, Başlangıctan Gunumuze Dinler Tarihi, Isparta, 1999, s. 357, 359.
[32] Giovanni Scognamillo – Arif Arslan, “Doğu ve Batı Kaynaklarına Gore Ruhculuk ve Reenkarnasyon”, İstanbul, 1999, s. 218-232.
[33] Muminûn, 23/99-100. Âyette ifade edilen berzah, sozluk anlamı itibarı ile “engel” manası taşımaktadır. Dini anlamda ise “olumle başlayıp yeniden dirilmeye kadar gecen sureyi” ifade eden bir terimdir.
[34] Nisa, 4/123.
[35] En ’Âm, 6/164.
[36] İsrÂ, 17/70.
[37] Tin 95/4.
[38] Vaftiz: Genel anlamıyla yeni bir inanca girmek, iman tazelemek, gunahtan arınmak, herhangi bir dini torene hazırlanmak icin ya tamamıyla suya dalmak veya vucudun belli kısımlarını yıkamak suretiyle yapılan ayindir. Hıristiyanlığa gore ise Hz. İsa ’ya iman edişi ve Hıristiyanlığa girişi temsil eden bir merasimdir.
[39] Zerduştluğun kurucusu sayılan kişidir. Onun M. O. 628-551'de yasamış olabileceği ileri surulur. Yine kendisine atfedilen Avesta adlı kitapta tek tanrıcı goruş ve duşunceleriyle dikkat ceker. Bu kitapta o, alemin bir Bilge Rab tarafından yara­tıldığını one surer. Ayrıca kendisine bir meleğin gelerek yuce tanrıdan vahiyler ge­tirdiğini soyler. Boylelikle yaşadığı donemdeki İran'da halkın cok tanrıcılığı terk ermesi ve bu tek yuce tanrıyı tazim etmesi konusunda yoğun caba harcar.
[40] Konfucyanizmin kurucusu Konfucyus ’tur (M. O. 551- 479.) Onun metodu, eskilerin hikmetlerini yaşadığı zamana nakletmek ve bu doğrultuda yeni fikir­ler geliştirmekti. M