Osmanlı ’da şiir, devletin en ust mevkiinde bulunan p­di­şahtan halkın sıradan bir ferdine kadar cemiyeti en mukemmel bir sû­ret­te rûhen olgunlaştıran buyuk bir muessirdir.Zira şiir, insandaki bakış ufuklarını genişleten, gonlu derinleştiren, tefekkur ve tahassus zarÂfeti ile idrÂkleri incelten bir sanattır. Lugat olarak da şuur kelimesi ile alÂkalı olan şiir, tesir gucu yuksek bir zevk-i be­diî­dir. Allah Rasûlu -sal­lÂl­l­hu aleyhi ve sellem- buyururlar:

“Şuphesiz bÂzı beyanda buyuleyici bir guc vardır (tesiri kesindir).” (BuhÂrî, Tıb, 51)

Bu hakîkat dolayısıyla Osmanlı, bu sahaya gerekli alÂka ve rağbeti gostermiş, Anadolu ’dan kendisine tevÂrus eden zengin şiir kulturunu daha da ilerilere goturmuştur.

Denilebilir ki şiir, Osmanlı ’da her gonlun seviyesine gore hitÂb edebilen apayrı bir mektepti. Karanlık geceleri aydınlatan bir kandildi. Bir yol gostericiydi. Bir oğutcuydu. Bir tesellî idi. Hislere tercumandı. Duşmana karşı bir silÂhtı. Yaralı gonulleri saran esrÂrengiz ve şifÂlı bir tabipti.

Ruhları şahlandıran bir vecddi. Kulu Rabbine ulaştıran bir vÂsıtaydı. Peygamber muhabbetinin tutuşturucusuydu. Bir aşktı. Oyle bir aşktı ki, insanı dÂim yuce ufukların yolcusu eylerdi. Bu bakımdan şiir, en alt kademedeki sıradan bir ferdin hÂfızasında dahî kendine yer bulurdu. En azından birkac beyit bilmeyen kimse, hemen hemen yok gibiydi.

Rengini ve Âhengini toplumun rûhî yapısından alan şiir, Osmanlı ’da îman ve irfÂn ile mezcolmuştu. Bunun neticesi olarak da şÃ‚irler, hu­sû­siyle AllÂh ’ın varlık, birlik ve sıfatlarından bahsedilen “tevhîd”ler, CenÂb-ı Hakk ’a tazarrû ve niyaz dolu “munÂcÂt”lar ve Haz­ret-i Peygamber muhabbetinin yanık bir yurekle terennumu olan “naat”ler vu­cû­da getirdiler. Boylece mukemmel bir tevhîd, munÂcÂt ve naat edebiyatı doğdu.

Oyle ki bunlar, dîvan yazmak isteyen her şÃ‚irin takip ettiği bir usûl hÂline geldi. Dîvanlarda şiirler, tevhîd, munÂcÂt ve naat ile başlayıp daha sonra diğer mevzûlarla devam etti.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş / Osmanlı, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan