
Butun kÂideler, hatt şer ’î hususlar bile onları tatbik eden kimselerin kalbî Âlem, olgunluk ve istikÂmetlerine gore netice verir. Zira kÂnunlar, keskin bir bıcak veya silÂh gibidir. Hak ve adÂleti tevzîde de kullanılırlar, nefsin galebesiyle binbir zulme de Âlet edilebilirler. Yani bıcak veya silÂh, onları elinde tutanın durumuna gore hayra veya şerre kullanılabilir.
Gercekten de cok guzel bir kÂide, nefsÂniyetine mağlûp bir kimsenin elinde hic de istenmeyen bir şekle burunebilir. Nitekim ta­rihte şerîat kÂnunlarının cÂrî olduğu zamanlarda hukum suren birtakım zÂlim insanların uygulamaları boyledir.
Mesel dun­yanın en buyuk hukukcularından biri olan, zuhd ve takv sahibi Ebû Hanîfe Hazretleri, zÂlimÂne fiillere Âlet olmamak icin Bağdad kadılığını reddetmiş, bu sebeple devrin halîfesi tarafından hapsedilerek kırbaclattırılmıştır. Yine Ahmed bin Hanbel gibi buyuk bir İslÂm Âlimi, «Kur ’Ân mahlûktur» nazariyyesini reddettiği icin zindana atılmıştır.
KAİDE VE KANUNUN ULVİYYETİ AYRI
HÂlbuki bu buyuk şahsiyetler, şerîat nazarında herhangi bir curum işlememişler, aksine zÂlimlerin nezdinde AllÂh ’ın kÂnunlarını muhÂfaza endişesi taşımışlardır. Yani tamamen mÂsumdurlar. Buna rağmen şerîati tatbikle mukellef bulunan halîfeler tarafından suclu gibi cezÂlandırılmışlardır. Bu da gosteriyor ki, kÂide ve kÂnunun ulviyyeti ayrı, onların tatbiki ayrı olarak değerlendirilmelidir.
Dolayısıyla “kardeş ve evlÂt katli” me­se­lesini de bu hakîkat cercevesinde değerlendirdiğimizde, o, kÂnun olarak Osmanlı ’nın icinde bulunduğu şartlar bakımından mecbûriyette tatbik edilmiş bir hÂdise olarak karşımıza cıkar. Ancak tatbikatı bakımından tahlîl ettiğimizde ise, bunun neticesinin, yukarıda da beyÂn ettiğimiz gibi onu uygulayan şahısların kalbî Âlem, dînî hassÂsiyet, kemÂlÂt ve hÂdiselerdeki dirÂyet ve kifÂyetine bağlı olduğu gorulur.
Bunun icindir ki biz, bu me­se­lenin zarûretini kabûl etmekle birlikte, onun tatbik edilmesi husûsunda cereyan eden hÂdise ve neticelerin kÂnûn-i ilÂhîye uygun olanlarına tasvipkÂr, nefsÂnî sÂikle olanlarına muhÂlif ve kat ’î teşhis konulamayanlarına ise ne taraftar, ne aleyhtÂrız...
KARDEŞ VE EVLAT KATİLİ MESELESİNDE UCLU TAKSİM
Zira Osmanlı ’nın tatbik ettiği “kardeş ve evlÂt katli” me­se­lesi şu uclu taksîme muhÂtaptır:
1- İsyan eden hÂnedÂn uyelerinin katledilmeleri, tamamen şer ’î bir cercevededir. Bunlar, İslÂm hukûkundaki “isyan-bağy” sucuna girmektedir ki, cezÂsı olumu gerektirir.
Bu hususta Hazret-i Peygamber -sal­lÂl­l­hu aleyhi ve sellem- de şoyle buyururlar:
“Benden sonra birtakım fitneler olacaktır. Şunu bilin ki bu ummet, bir şahsın etrafında birlik hÂlinde yek-vucut iken, kim araya girip o birliği bozmak isterse, kim olursa olsun kılıcla onu(n boynunu) vurun!” (Muslim, İmÂret, 59-60)
2- BÂzı kardeş ve evlÂt katli uygulamaları, “ta‘zîr bi ’l-katl” (siy­se­ten ka­til) muessesesine girer. FÂtih ’in, KÂnunnÂme ’sinde «Ekser-i ulem dahî tecvîz etmiştir.» dediği usûle uygundur. İsyan ettiği tam tespit olunamasa da, isyan edeceğine dÂir emÂreler beliren hÂnedÂn mensuplarının katledilmeleri, bu kabîldendir.
Bu tatbikatın dayandığı temel, birinci maddemiz kadar bÂriz değildir. Umûmî olarak şu gerekcelere istinÂd edilmiştir:
“Fitne, adam oldurmekten daha buyuk gunahtır...” (el-Bakara, 217)
“Umûmî zarar karşısında husûsî zarar tercih edilip umûmî zarar bertaraf olunur.”
“İki zarardan en hafifi tercih edilir.”
Bunlara ilÂveten “kardeş ve evlÂt katli”; İslÂm hukûkundaki «Za­rû­retler, memnû olan şeyleri mubah kılar.» kÂidesi, istihsÂn, mesÂlih-i mur­sele, istislÂh (kamu yararı) gibi hususlarla da îzÂha calışılmıştır.
Butun bunlara mukÂbil, bu maddedeki uygulamanın «berÂet-i zimmet asıldır» (sucu sÂbit olmadıkca kişi suclu değildir) diyen şer ’î hukuktan ziyÂde fer ’î delillerin zorlanmasıyla orfî hukûka dayandığı ifÂde edilmektedir. Orfî hukûkun ise, muhtevÂsını şer ’î hukuktan almakla beraber zaman zaman bu muhtevÂnın dışına cıktığı vÂkîdir.
3- Bu kısımdaki katletme hÂdiseleri ise, ne isyan sucuna, ne de siyÂseten katle dÂhildir. Bu gruba giren uygulamaların meşrûiyeti yoktur. Bir suistimÂlden ibarettir.
İşte “kardeş ve evlÂt katli” me­se­lesinde bu uc maddeyi goz onune alarak değerlendirme yapmak, tasvip, tenkid veya tarafsızlığı bunlara gore ayarlamak, gerceklere en uygun olanı gorunmektedir. Nitekim bu hÂdiselere şÃ‚hid olan o zaman ulemÂsının ve şeyhulislÂmlarının tavırları incelendiğinde, onların takip ettikleri yolun da bu olduğu gorulmektedir.
TARAFGİRLİK VE ALEYHTARLIKTA İLERİ GİTMEMEK
Onlar, liyÂkat ve dirÂyetlerine gore, şer ’î olanlarına acıkca fetv vermişler, siyÂseten yapılan katillere ise sadece orfî hukûka gore bir beyanda bulunmuşlar, ancak gayr-i meşrû ve bir suistimÂl olarak gercekleştirilen katillere ise, azledilmeleri pahÂsına da olsa, asl cevaz ve fetv vermemişler, buyuk bir dirÂyetle karşı cıkmışlardır.
Birinci maddenin şer ’î muhtev icinde olduğu, muttefekun aleyh ’tir. Ucuncu maddenin ise, gayr-i şer ’î olduğu kat ’îdir. LÂkin butun bunların icinde en zor ve en cok tartışması olan ikinci maddedeki tatbikat, yani siyÂseten katiller husûsudur ki, kesin cizgilerle doğru veya yanlışı tespit, neredeyse mumkun değildir.
Dolayısıyla bu hususta tarafgirlik veya aleyhtarlıkta ileri gitmemek, pek isÂbetli olur. Zira gozumuzun onunde cereyan eden gunumuz siyasî hÂdiselerinin tahlil ve takdîrinde bile ferdler arasında hukum verirken cekilen gucluk ve isabetsizlikler duşunulurse, asırlarca evvel cereyan etmiş olan boyle muhÂtaralı hÂdiselerde kat ’î bir hukum vermenin zorluğu daha acık bir şekilde ortaya cıkar. Bu sebeple diyoruz ki:
Her şeyin en doğrusunu ancak ve ancak Allah bilir...
Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Muesseseleriyle OSMANLI, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013
İslam ve İhsan