
Allah dostlarının hayatlarından ibret verici dini ve tasavvufi kıssalar.Bundan onceki bolumlerde yer yer temas ettiğimiz gibi tasavvuf, kĂ‚lden ziyĂ‚de hĂ‚l, yĂ‚ni sozden ziyĂ‚de oz ve davranış mukemmelliği ile alĂ‚kalı bir ilim olduğundan o, evliyĂ‚ullĂ‚hın gonul iklimlerinden hayata akseden feyiz ve guzelliklerle doludur. Evvelden beri “kıssa”, “menkıbe” gibi isimler altında muhĂ‚taplara aksettirilen bu guzellikler, îmanları olgunlaştıran, ahlĂ‚kı mukemmelleştiren, ilĂ‚hî aşk ve muhabbet pınarlarını coşturan ve merhamet, af, diğergĂ‚mlık gibi ulvî hisleri besleyen yonleriyle kullara istikĂ‚met verici muessir bir rol ustlenmişlerdir. Nitekim Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de de sıkca gorulen kıssalar, hĂ‚diselerin bilhassa hayatın icinden olmaları bakımından, onların gonullerde icrĂ‚ edeceği tesiri ortaya koymakta ve insanın olgunlaştırılması yolunda ilĂ‚hî bir uslûb vermektedir.
İşte bizler de bu ilĂ‚hî uslûba istinĂ‚den, bundan onceki bolumlerde yer yer muhtelif misĂ‚ller vermenin yanısıra, bu bolumde de anlatmaya calıştığımız mevzû ve hakîkatlere birkac muşahhas ornek daha vermek ve boylece tasavvufî hakîkatlerin sadece satırlardaki değil, sadırlardaki hĂ‚lini de yansıtmak gayreti icinde olduk. Ayrıca bu kıssaların ihtivĂ‚ ettiği hisselere Ă‚it ifĂ‚de edilmesi gereken te ’vîl, tefsîr ve îkaz sadedinde soylenebilecek hususları da muhtasar bir şekilde ele almaya calıştık. Kısaca bu bolumde okuyucularımıza mutasavvıfların engin bir deryĂ‚ olan ahlĂ‚k ve fazîlet dunyalarından birkac katre sunmak istedik.
GERCEK TAHSİL SĂ‚mi Efendi Hazretleri, DĂ‚ru ’l-Funûn Hukuk Fakultesi ’ni yeni bitirmişti. Onun guzel hĂ‚lini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Allah dostu:
“–EvlĂ‚dım, bu tahsîl de guzeldir ama, sen asıl tahsîli ikmĂ‚l etmeye bak. Seni irfan mektebine kaydedelim, orada da gonul ilimlerini ve Ă‚hiret sırlarını oğren.” dedi. Ardından ekledi:
“–Evladım, o mektebde nasıl eğitim yaparlar, ne oğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir...”
Hisse: İncitmemek, nisbeten kolaydır. Ama incinmemek elde değildir. ZîrĂ‚ o, bir gonul işidir. Dolayısıyla incinmemek, ancak fĂ‚nîlerden gelen ve kalblere saplanan zehirli okların tesirsiz kalması ile mumkundur. Bu da, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesinde ulaşılan seviye nisbetindedir. Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, TĂ‚if ’te taşlanıp hakĂ‚ret gorduğunde melekler:
“–Ey AllĂ‚h ’ın Rasûlu! Dilersen şu iki dağı birbirine carpıp buranın zĂ‚lim halkını helĂ‚k edelim.” demişlerdi.
Ancak, Ă‚lemlere rahmet olarak gonderilmiş olan o yuce Peygamber, meleklerin bu teklifini kabul etmediği gibi şefkat ve merhamet duyguları icerisinde mubĂ‚rek yuzunu TĂ‚if tarafına cevirdi ve ahĂ‚lisinin hidĂ‚yet bulmaları icin duĂ‚ eyledi.[1]
Bir Peygamber Ă‚şığı olan HallĂ‚c-ı Mansûr da taşlanırken:
“–AllĂ‚h ’ım! Bunlar bilmiyorlar, benden evvel onları affet!” diye duĂ‚ etmiştir.
Bu, gercek tahsîl ile, yĂ‚ni mĂ‚nevî terbiye neticesinde elde edilen kalb-i selîme Ă‚it bir hĂ‚ldir.
Ebu ’l-KĂ‚sım el-Hakîm ’e, kalb-i selîmin sıfatlarını sorduklarında şunları soylemiştir:
“Kalb-i selîmin uc vasfı vardır:
Birincisi incitmeyen bir kalb,
İkincisi incinmeyen bir kalb,
Ucuncusu de iyiliği AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sı icin yapıp karşılığını beklemeyen bir kalb...
ZîrĂ‚ bir mu ’min, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın huzuruna, hic kimseye eziyet etmeyince verĂ‚ ile; kalbini Rabbe yoneltip kimseden incinmeyince vefĂ‚ ile; yaptığı sĂ‚lih amellere herhangi bir fĂ‚nîyi ortak etmeyince de ihlĂ‚s ile gelir...”
ŞĂ‚ir ne guzel soyler:
CihĂ‚n bĂ‚ğında ey Ă‚şık budur maksûd-i ins u cin;
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!
MÂNEVÎ TERBİYEDE METOD ŞĂ‚h-ı Nakşibend Hazretleri, tasavvufta kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye husûsunda dikkat ettiği incelikleri şoyle beyan buyurmuşlardır:
“–Bizler murîdi gerekli olduğu tarzda, yĂ‚ni onun icinde bulunduğu hĂ‚le gore terbiye ederiz. ÎcĂ‚bında cezbe, îcĂ‚bında sulûk yolunu tercih ederiz. Biliriz ki, sohbetimize gelenlerin bazılarının gonullerinde muhabbet tohumu vardır, bazılarında yoktur veya dunyevî ve nefsĂ‚nî alĂ‚kalardan dolayı curumuştur. İşte bizim vazîfemiz, bu fĂ‚nî alĂ‚kaları temizlemek ve gonle muhabbet tohumu ekmek, ekilmiş olanları da hakîkat zemzemiyle sulayıp yeşerterek mĂ‚rifetullĂ‚h guneşiyle bir ihlĂ‚s fidanı hĂ‚line getirmektir.
Zikir telkînine gelince, o, bir kimsenin eline cakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonraki netice, yĂ‚ni cakmak taşını cakıp da aşk cırasını tutuşturmak işi, murîde kalmıştır.”
Sozun Ozu: Nasıl ki, bedene Ă‚it hastalıklar muhtelif ve onların tedĂ‚vî yolları da birbirinden farklı ise, rûha ve gonle Ă‚it hastalıklar da boyledir. Bu bakımdan firĂ‚set ve basîret sahibi Allah dostları, mĂ‚nevî terbiyede muhĂ‚taplarının durumlarına gore teşhis ve tedĂ‚vî yolunu tercih ederler. Kimine İbrĂ‚him bin Edhem ’de gorulduğu gibi:
«Tacı ve tahtını terk et!» tavsiyesinde bulunurlarken, kimine de FĂ‚tih Sultan Mehmed Han ’da olduğu gibi:
«Eğer bu vazifeyi bırakırsan ve senden daha liyĂ‚katlisi de gelmezse, vebĂ‚le girersin!» îkĂ‚zında bulunarak, irşad ve teveccuhlerini onların bulundukları makĂ‚mda devam ettirirler.
Kimini su ile, kimini ateşle imtihĂ‚n ederler. Dolayısıyla nasıl ki, bedenî bir hastalıkla muzdarip kimsenin şifaya kavuşması icin tabîbe teslîmiyeti ve verdiği receteyi tatbik etmesi zarûrî ise, kalbî hastalıklarda da durum aynıdır; hattĂ‚ daha hassastır. ZîrĂ‚ beden tedĂ‚vîsindeki ihmĂ‚l, sadece bu dunyaya yonelik bir zarara uğratır; ancak gonul tedĂ‚vîsindeki ihmĂ‚l ise, ebedî bir hayatı husrĂ‚n eyler.
İBRÂHİM BİN EDHEM VE CEYLAN İbrĂ‚him bin Edhem, onceleri Belh ’te saltanat ve debdebeye duşkun bir hukumdardı. Onu bu duşkunlukten kurtarıp Ă‚hiretini de ihyĂ‚ edebilmesi icin, devrin Ă‚rif ve sûfîlerinden zaman zaman kendisine ibretli îkazlar yapılıyordu. Nitekim meşhur rivĂ‚yete gore bir gece sarayının damında birtakım acaip gurultuler duymuş, uyuyamayıp merakla seslenmişti:
“–Orada ne yapıyorsunuz?” Garip bir cevap verildi:
“–Devemizi kaybettik, onu arıyoruz!” İbrĂ‚him bin Edhem kızdı:
“–Damda deve aranır mı hic?” Bu seferki cevap ise pek mĂ‚nidar ve ibretli idi:
“–Ey İbrĂ‚him! Damda deve aranmayacağını biliyorsun da, şu yaşadığın dunyevî şatafat ve debdebe icinde ebedî saĂ‚detin aranamayacağını nicin duşunmuyorsun?”
Diğer ibretli îkazlara nazaran bu sozler, İbrĂ‚him bin Edhem ’e bir hayli tesir etti. Ancak bir muddet sonra bunu da unuttuğundan hĂ‚linde herhangi bir değişiklik gorulmedi.
Gunler boylece gelip gecerken İbrĂ‚him bin Edhem, birgun maiyyetiyle birlikte ceylan avına cıktı. Bir ara maiyyetinden ayrıldı. Pur-dikkat iyi bir av arıyordu ki, kulağına “Uyan!” diye bir ses geldi. Pek aldırmadı. Aynı ses bir daha tekrarlandı, sonra bir daha... Sonra her taraftan benzer sesler duymaya başladı. Sesler:
“–Olum seni uyandırmadan sen kendin uyan!” diyordu.
İbrĂ‚him bin Edhem hem şaşırdı hem de korktu. Ancak o sırada karşısına guzel bir ceylan cıktı. Bunun uzerine İbrĂ‚him bin Edhem o nazlı hayvanı avlama heyecanına duştu. Biraz evvel duyduğu sozleri unutup sadağından bir ok cıkardı ve yayına surdu. Nişan aldı. Tam oku fırlatacaktı ki, nazlı ceylan gozlerini İbrĂ‚him bin Edhem ’e dikip dile geldi:
“–Ey İbrĂ‚him! RahmĂ‚n olan Allah, beni avlayasın diye mi seni yarattı?”
İbrĂ‚him bin Edhem baştan ayağa titredi. Gozleri bulut bulut oldu, atından atlayıp secdeye kapandı; tevbe etti. CenĂ‚b-ı Hakk ’a yalvardı:
“Ey lutf u keremi sonsuz olan AllĂ‚h ’ım! Benim hĂ‚lime de nazar kıl! Nice zamandır debdebe icinde omur nefeslerimi zĂ‚yî etmişim... Ey AllĂ‚h ’ım! Lutfunla gonlumu yıka; kalbimde muhabbetinden başka bir şey bırakma!”
Artık İbrĂ‚him bin Edhem, gozlerini bambaşka bir Ă‚leme acmış, ilĂ‚hî bir iklîmin temĂ‚şĂ‚sına dalmıştı. İşte bu temĂ‚şĂ‚, ondaki diğer guzellik telĂ‚kkîlerini tamamen silivermişti. Boylece her sabah ihtimamla giydiği saltanat elbiseleri ve goğsunu kabartan Belh sultanlığı, artık gonlunde butun ihtişam ve susunu, hĂ‚sılı butun ehemmiyetini kaybetti ve gozune iğreti gorunmeye başladı.
Bu hĂ‚let icinde gozleri tevbe yaşlarıyla nemli, yureği nedĂ‚met ateşleriyle yanık olan İbrĂ‚him bin Edhem, sahrĂ‚lara doğru yola koyuldu. Hayli yurumuştu ki, bir cobana rastladı. Derhal yanına vardı ve kendi libĂ‚sına mukĂ‚bil onun abasını alıp ustune gecirdi. O anda gonlunde buyuk bir rahatlık hissetti. Coban ise bu hĂ‚l karşısında şaşkına donmuştu. İcinden: «PĂ‚hişĂ‚hımız herhĂ‚lde aklını yitirmiş olmalı...” diyordu. Oysa İbrĂ‚him bin Edhem aklını yitirmemiş, bilĂ‚kis aklı başına gelmişti. O, ceylan avına cıkmış, ancak Allah TeĂ‚lĂ‚ onu bir ceylan ile uyandırmıştı...
Kıssadan Hisse: DunyĂ‚ ile Ă‚hiretten birini tercih etme soz konusu olduğunda Ă‚hireti secenler, ebediyyet sultĂ‚nı olarak sonsuz mukĂ‚fatlara nĂ‚il olurlar. Ancak dunyĂ‚yı secenler, bu Ă‚lemde zĂ‚hiren sultan da olsalar, hakîkatte ebedî Ă‚lemin, ellerine hicbir şey gecmeyecek olan dilencileri hukmundedirler. İşte bu sırrı anlayan İbrĂ‚him bin Edhem, kendi ıslĂ‚hının ancak hukumdarlığı bırakmaktan gectiğini gorunce, bu fedĂ‚kĂ‚rlığı ve ferĂ‚gati yapmış ve bir ebediyyet sultĂ‚nı olmuştur. Onun karşısına cıkan kendisini îkaz edici sebepler ise, bir bakıma gonlunde bulunan ihlĂ‚s ve samimiyet cevherinin bir bereketidir. Daha doğrusu onun gonul hĂ‚li, ilĂ‚hî iklîme adım attıracak sebeplerin karşısına cıkmasına ve Hakk ’ın yuce tecellîlerine nĂ‚iliyyetine, sultanlığı terk gibi buyuk bir ferĂ‚gatin kendisine kolaylaştırılmasına ve nihĂ‚yet bir lĂ‚hzada nice ihsanlara ermesine vesîle olmuştur. Bu hĂ‚li şĂ‚ir ne guzel hulĂ‚sa eder:
Hak tecellî eyleyince her işi Ă‚sĂ‚n eder;
Halk eder esbĂ‚bını, bir lĂ‚hzada ihsĂ‚n eder.
HAK YOLUNA LEKE DUŞURMEMEK Bu yol, yĂ‚ni tasavvuf yolu, Hak nûrunun tecellî ettiği oyle pırıl pırıl bir ufuktur ki, aslĂ‚ leke kabul etmez. Bu yolun ozunu ve rûhunu gorebilenler, onda aslĂ‚ dîn-i mubîne aykırı bir hĂ‚l bulamaz.
ŞĂ‚h-ı Nakşibend Hazretleri ’nin mĂ‚nevî halkasında avĂ‚m-havĂ‚s her kesimden sayısız talebe vardı. HusĂ‚meddîn HĂ‚ce Yûsuf gibi BuhĂ‚rĂ‚ ’nın onde gelen Ă‚limleri de onun sohbet meclislerine katılmaya can atıyordu. Ancak ulemĂ‚dan bazıları, bunu aralarında bir dedikodu vesîlesi yapıp BahĂ‚eddîn Nakşibend -kuddise sirruh- hakkında ileri-geri konuşmaya başladılar. NihĂ‚yet birgun bu muhĂ‚lifler, Nakşibend Hazretleri ile bir mecliste buluşup tenkitlerini dile getirdiler. BahĂ‚uddîn -kuddise sirruh- onlara:
“–Gelin, yolumuzu size anlatalım; eğer Kur ’Ă‚n ’a ve sunnete aykırı bir husus varsa, soyleyin ondan vazgecelim!..” dedi.
Hazret-i Pîr ’in anlattıklarını dinleyen ve bu yuce tasavvuf yolunu inceden inceye mutĂ‚laadan geciren o ulemĂ‚, yakînen şĂ‚hid oldukları bu ulvî hakîkatler karşısında itiraz edecek bir şey bulamadılar. KemĂ‚l-i edeple:
“–Efendim, yolunuz sırĂ‚t-ı mustakîm imiş; gayrı hicbir itirazımız yok!..” dediler.
Hisse: Bu hĂ‚diseden anlaşılan, gercek tasavvuf yolunun Kur ’Ă‚n ve sunnete tĂ‚bî olmada buyuk bir titizlik ve kalbî rikkat icerisinde olduğudur. SĂ‚liklerine de bu minvĂ‚l uzere hareket etmelerini işĂ‚ret eden ŞĂ‚h-ı Nakşibend ’in zĂ‚hirî ilimlerde ulemĂ‚ ile catışmayıp, aksine “eğer Kur ’Ă‚n ’a ve sunnete aykırı bir husus varsa, soyleyin ondan vazgecelim” buyurması, istikĂ‚metin bu yoldaki ehemmiyetini ifĂ‚de eder. Dolayısıyla bu yolun sĂ‚liklerine gereken, aynı hassĂ‚siyeti gostererek bu tertemiz yola leke duşurmemektir. Ancak burada ulemĂ‚ ile kasdedilen, sĂ‚lih Ă‚limlerdir, yoksa «ulemĂ‚-i bi ’s-sû ’» denilen kalbleri ve ilimleri fesĂ‚da uğramış olup Hak yoluna ters hareket eden, ihlĂ‚s ve takvĂ‚yı hice sayan, Allah dostlarının fazîletlerini inkĂ‚r eden ve Kur ’Ă‚nî ifadeyle az bir dunyĂ‚lık karşısında AllĂ‚h ’ın Ă‚yetlerini satan gĂ‚filler değildir.
KERÂMET Birgun murîdleri ŞĂ‚h-ı Nakşibend Hazretleri ’nden kerĂ‚met istemişlerdi. Buyurdular ki:
“–Bizim kerĂ‚metimiz acıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca gunah yukune rağmen ayakta durabiliyor ve yeryuzunde yuruyebiliyoruz. Bundan daha buyuk kerĂ‚met mi olur?”
Ardından tasavvufta muhim olan hususun kerĂ‚met değil istikĂ‚met olduğunu bir kez daha hatırlatarak şoyle buyurdular:
“–Bir kimse bir bahceye girse ve orada her ağacın yaprak yaprak dile gelip: «Ey AllĂ‚h ’ın velîsi merhabĂ‚!» diye seslendiğini duysa, zĂ‚hiren de bĂ‚tınen de bu sese aslĂ‚ iltifĂ‚t etmemeli! BilĂ‚kis kulluktaki gayret ve azmi daha da ziyĂ‚deleşmelidir.” Bunun uzerine bazı muridleri:
“–Efendim, ne kadar uzerini ortseniz de sizden de zaman zaman kerĂ‚met zĂ‚hir olmakta!..” dediler. O buyuk tevĂ‚zû Ă‚bidesi:
“–O muşĂ‚hede ettikleriniz, murîdlerimin kerĂ‚metleridir.” buyurdu.
Cunku o oyle bir mahfiyet (hĂ‚lini gizleme) icerisindeydi ki, hayatta iken soz ve kerĂ‚metlerini yazmak isteyen murîdi HusĂ‚meddîn HĂ‚ce Yûsuf ’a musĂ‚ade etmemişti.
Dustur: İslĂ‚m buyukleri, Hak yolunda kendilerine dĂ‚imĂ‚ kerĂ‚meti değil istikĂ‚meti dustur edinerek nĂ‚il oldukları yuce makĂ‚mlara erişebilmişlerdir. Onlar, kerĂ‚met sĂ‚yesinde havada ucan kuşun, suda yuzen balığın sahip olduklarından daha fazla bir değer kazanmadıklarını dile getirmişlerdir. Yine onlar, yegĂ‚ne mĂ‚rifetin, kuş ile balığın yaptığını taklide yonelmek değil, Hakk ’ın rızĂ‚sına rĂ‚m olarak yuksek bir kulluk şuuru icinde istikĂ‚met uzere yaşayabilmekte olduğunu, her vesîle ile ifĂ‚de etmişler ve bunu hĂ‚lleriyle de gostermişlerdir.
GÂFİL KALBLERİN TESİRİ Hicrî 1340 senesinin mubĂ‚rek bir gununde İstanbul Ayasofya CĂ‚mii ’nde Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf ziyĂ‚feti vardı. CĂ‚mî, mahfellerine kadar doluydu. UlemĂ‚ ve talebeler cĂ‚mîde idi. Zamanın guzîde hĂ‚fızları Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf okumaya başlamışlardı.
Beylerbeyili Âdil Bey isminde, mĂ‚nevî hĂ‚l sahibi ve keşfi acık bir zĂ‚t da kursuye yakın bir yerde oturmuş dinliyordu...
Biraz sonra Âdil Bey ’e mĂ‚nevî bir daralma hĂ‚li geldi. Sıkıldı, bunaldı. Oysa icinde bulunulan o mĂ‚nevî atmosferde Kur ’Ă‚n ve mevlid okunurken boyle bir gonul daralmasının olmaması lĂ‚zımdı. Âdil Bey, merakla etrafına baktı. Gordu ki, tam karşısında kasvet-i kalbe mubtelĂ‚ bir gĂ‚fil var; farkında olmadan goğus goğuse karşı oturuyorlar. Boylece o kasvetli ve gĂ‚fil kalbden kendisine daralma aksettiğini anlayan Âdil Bey, hemen yerini değiştirdi, boylece biraz ferahladıysa da, tesirini bir muddet gideremedi.[2]
Kıssadan Hisse: SĂ‚lih kimselerden gonullere huzur ve ferahlık aksettiği gibi, gĂ‚fil kimselerden de huzursuzluk ve kasvet akseder. ZîrĂ‚ gul bahcesinde dolaşan kalbler, binbir rĂ‚yiha ile mest olurlarken, teressubat (pislik) civĂ‚rına duşen ruhlar da teaffun eden (kokan) kotu kokularla bunalırlar. Onun icindir ki CenĂ‚b-ı Hak, gonulleri curumuş ve etraflarına dĂ‚imĂ‚ kotu tesir bırakan munkirler husûsunda:
“Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gorduğunde, onlar başka bir soze gecinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma.” (el-En ’Ă‚m, 68) buyurmaktadır.
Bu ilĂ‚hî emirdeki inceliği kalbî hassĂ‚siyete sahip olan has kullar daha iyi anlarlar. ZîrĂ‚ kalbdeki hassĂ‚siyet arttıkca olculer derinleşir, bakışlar perdenin arkasındaki gercekleri gormeye başlar, hisler herkesin fark edemediği oluşları sezer. Buna bir misĂ‚l olarak Seyfi Baba ’nın şu hĂ‚li pek ibretlidir:
SĂ‚mi Efendi Hazretleri ’ni pek seven Hak dostlarından Seyfi Baba, keşfi acık, hĂ‚l sahibi bir zĂ‚ttı. Topkapı ’da oturuyordu. Birgun SĂ‚mi Efendi -kuddise sirruh- ’u ziyĂ‚rete gelmişti. Ancak devlethĂ‚neye girer girmez duşup bayıldı. Onu iceriye buyur edip ustĂ‚dın huzuruna iletecek olan kişi telaşla uzerine su dokup ayılmasını temin ettikten sonra:
“Hemen bir doktor cağıralım!” dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hĂ‚lde mudĂ‚hale etti:
“–Yok oğlum! Doktor filĂ‚n cağırmayın; hĂ‚limin maddî bir hastalıkla alĂ‚kası yok! Topkapı ’dan Erenkoy ’e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip icerideki rûhĂ‚niyete nĂ‚il olunca da gonlum o tesirlere dayanamadı. Buradaki mĂ‚nevî iklîmin bereketi ve Ă‚rifler sultanı SĂ‚mi Efendi ’nin himmetiyle birazdan hicbir şeyim kalmaz.” dedi.
HĂ‚sılı gĂ‚fillerden nasıl menfî tesirler zuhûr edip kalbi daraltıyorsa, sĂ‚lihlerden de musbet ve feyizli tesirler hĂ‚sıl olup gonlu ferahlatmaktadır. Bu bakımdan gonul erbĂ‚bı, hĂ‚llerini muhĂ‚faza icin mumkun olduğu kadar gĂ‚fillerden uzak, sĂ‚lihlere yakın olmalıdır. Bu meyanda Hazret-i DĂ‚vûd -aleyhisselĂ‚m-, CenĂ‚b-ı Hakk ’a zaman zaman şoyle ilticĂ‚ eylerdi:
“AllĂ‚h ’ım, beni gĂ‚fillerin meclisine yonelmiş gorursen, daha oraya varmadan ayaklarımı kır ki, onların yanına gidemeyeyim. Boyle yapman, benim icin buyuk bir lutuf olur.”
DOSTUN KAPISI Ebû Saîd NişĂ‚burî Hazretleri bir gun talebelerine:
“–Binitleri hazırlayın, kasabaya gidiyoruz.” dedi.
Hazırlıklar yapıldı ve Hazret-i Pîr, bir grup talebeyi de beraberine alarak yola koyuldu. NişĂ‚bur ’da bir koye vardıklarında sordu:
“–Bu koyun adı nedir?” CevĂ‚ben:
“–Der-i dost, yĂ‚ni dostun kapısıdır.” dediler. Bunun uzerine Ebû Saîd -kuddise sirruh- orada konaklamaya karar verdi. Bir gunluk misafirlikten sonra bazı talebeleri:
“–Efendim, hani kasabaya gidecektik; yolumuza devam etmeyecek miyiz?” dediler. Gonlu mĂ‚nevî sırlarla dolu Ebû Saîd Hazretleri de onlara:
“–Âşığın, dost kapısına ulaşabilmesi icin cok yollar katetmesi gerekir. Biz mĂ‚dem ki buraya, yĂ‚ni bu “dost kapısı”na ulaştık, artık nereye gidelim?” buyurdu.
Kırk gun orada kaldı. Bircok mĂ‚nevî hĂ‚ller yaşandı ve koy halkından pek cok kimse Ebû Saîd -kuddise sirruh- ’un mubĂ‚rek ve feyizli sohbetleriyle tevbeye nĂ‚il olup, onun sĂ‚dık talebeleri oldular. İşte Hazret-i Pîr ’in “dost kapısı” olarak kasdettiği asıl mĂ‚nĂ‚ bu idi, yĂ‚ni gonuller fethetmek... ZîrĂ‚ dostun rızĂ‚ sarayının kapısının acılması, ancak oraya kazanılmış bir gonul goturebilmekle mumkundu.
Hisse: Bir gonul kazanarak dost kapısını aralamak, butun bağrı yanık, Ă‚şık Hak dostlarının en buyuk fĂ‚rikası ve kendilerini yuce vuslata hazırlayacak amel-i sĂ‚lihler zincirinde bir muhabbet dustûru olmuştur. Bu cumleden olarak ŞĂ‚h-ı Nakşibend Hazretleri, mes ’ûl olduğu irşĂ‚d vazîfesini oyle hassas ve oyle mustesnĂ‚ bir gayret icerisinde yapardı ki, talebelerinin her hĂ‚liyle alĂ‚kadar olurdu. Hazret-i Pîr, bir kimseyi ziyĂ‚rete gittiğinde onun hĂ‚lini hatırını sorduktan sonra Ă‚ile efrĂ‚dını, akrabĂ‚larını, binek hayvanlarını, hattĂ‚ tavuklarını bile sorardı. Boylece o kişinin gonlunu kazanmaya calışırdı. Bir mecliste yemek hazırlandığı zaman, hazırlayanlara o yemekten bizzat kendisi ikrĂ‚m ederdi.
İTAAT - HİZMET - NASÎHAT DĂ‚vud-i TĂ‚î ’nin sohbetine devam eden sĂ‚lih bir zĂ‚t MĂ‚ruf-i Kerhî ’ye:
“–Sakın amel işlemeyi terk etme! ZîrĂ‚ amel, seni CenĂ‚b-ı Hakk ’ın rızĂ‚sına yaklaştırır.” dedi. MĂ‚ruf sordu:
“–Amel ile neyi kastediyorsun?” O zĂ‚t buyurdu ki:
“–Her hĂ‚lukĂ‚rda Rabbine itaat hĂ‚linde olmayı; muslumanlara hizmet ve nasihatte bulunmayı...”
Sozun Ozu: İtaat ve teslîmiyet ile yapılan az bir ibĂ‚det, itaatsiz ve teslîmiyetsiz yapılan dağlar kadar ibĂ‚detten Hak katında daha hayırlıdır. ZîrĂ‚ kulluk, itaat ve teslîmiyetle başlar. Nitekim şeytan yuce dergĂ‚htan ibĂ‚det eksikliği dolayısıyla değil, itaat ve teslîmiyet noksanlığından oturu kovulmadı mı?
Hizmet ise, butun peygamberlerin ve evliyĂ‚ullĂ‚hın sarıldıkları oyle bir fazîlettir ki, o buyuk şahsiyetler, hastalık hĂ‚llerinde, hattĂ‚ olum doşeklerinde dahî hizmeti elden bırakmamışlardır. Bu durum, hizmete nasıl sarılmak gerektiğini ifĂ‚de husûsunda ehl-i irfĂ‚n icin kĂ‚fî bir misĂ‚ldir. Kısaca hizmet, merhametli ve comert gonullerin şiĂ‚rıdır.
Olgun mu ’min, hizmet ehlidir ve fĂ‚nî varlığından sıyrılmış bir hĂ‚lde kendisini hizmet kervĂ‚nının en gerisinde kabul eden bir gonul neferidir. O, dertlilerin ve hastaların yanında, mĂ‚temlilerin civĂ‚rında, umitsizlerin başucunda, muzdarip ve yalnız kalmışların dostluğundadır.
Nasîhatte bulunmaya gelince, bu ancak ehline Ă‚it bir keyfiyettir. ZîrĂ‚ yapılan tavsiye, yaşandığı nisbette tesir eder. Bu sebepten herkesin nasîhatte bulunması doğru değildir. Buna liyĂ‚katli olanların, yĂ‚ni bu hususta nebevî uslûp ve ahlĂ‚ka burunmuş kimselerin nasîhat etmeye salĂ‚hiyetleri vardır. Bununla birlikte bu salĂ‚hiyete nĂ‚il olduğu hĂ‚lde bundan kacınmanın mes ’ûliyet ve hesĂ‚bı buyuk olur. Cunku hadîs-i şerîfte:
“Dîn nasîhattir.” buyrulmuştur. (BuhĂ‚rî, ÎmĂ‚n, 42)
Bunun icindir ki, nasîhati terk etmek, Asr Sûresi ’nde bir husrĂ‚n sebebi olarak beyĂ‚n edilmektedir. Tabî ki, nasîhat dinlememek de bu mĂ‚nĂ‚nın icerisindedir. YĂ‚ni bir husran sebebidir.
HĂ‚sılı Hak yolunun sĂ‚likleri itaat, hizmet ve nasîhati kendilerine vazgecilmez bir dustûr edinmeli ve bu ebedî saĂ‚det vĂ‚sıtalarıyla Hakk ’ın rızĂ‚sını tahsîle gayret gostermelidir.
MAHLÛKÂTA HİZMET İstanbul Aksaray ’daki VĂ‚lide CĂ‚mii ’ni yaptırmış olan PertevniyĂ‚l VĂ‚lide Sultan vefat ettiğinde, kendisini sĂ‚lih bir kimse ruyĂ‚sında guzel bir makĂ‚mda gordu ve sordu:
“–Yaptırdığın mĂ‚bed dolayısıyla mı Allah seni bu makama yukseltti?” PertevniyĂ‚l VĂ‚lide Sultan:
“–Hayır.” dedi. O sĂ‚lih zĂ‚t şaşırarak:
“–O hĂ‚lde hangi amelinle bu mertebeye ulaştın?” diye sordu. VĂ‚lide Sultan şu ibretli cevabı verdi:
“–Cok yağmurlu bir havaydı. Eyub Sultan CĂ‚mii ’ne ziyĂ‚rete gidiyorduk. Yol uzerinde kaldırım kenarında oluşan su birikintisi icinde cılız bir kedi yavrusunun cırpındığını gordum. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya:[3]
«–Git, şu kediciği al; yoksa zavallı boğulacak!..» dedim. Bacı ise:
«–Aman SultĂ‚nım! Senin de benim de ustumuz kirlenir.» deyip getirmek istemedi.
Ben de onu kırmamak icin arabadan kendim inip camurun icine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Cok gecmeden zavallıcık canlanıverdi.
Allah TeĂ‚lĂ‚ bu yuce makamı, işte o kediye olan bu kucuk hizmet ve merhametimden dolayı bana ihsĂ‚n eyledi.”
Kıssadan Hisse: İnsan rûhunun ulaşacağı olgunluk semĂ‚sına cıkış yolu, merhamet ve hizmet basamaklarından gecmektedir. Bu bakımdan her musluman hizmet ve merhameti kendisinin bir tabiat-i asliyesi hĂ‚line getirmeli ve onun en fĂ‚rik vasfı bu olmalıdır.
HAK DOSTLARINDA NEZÂKET MûsĂ‚ Efendi -kuddise sirruh- anlatır:
“Bir hac mevsiminde idi. Muhterem UstĂ‚d SĂ‚mî Efendi Hazretleri ve evlĂ‚tları Mekke-i Mukerreme ’de BeytullĂ‚h Mescidine yakın, Turkistanlı AbdussettĂ‚r Efendi ’nin, CiyĂ‚d semtindeki evinde idik. Efendi Hazretleri ’nin odası, sokağa karşı, refikleri olan bizlerin ise ice doğru idi.
Bir oğle vakti, bulunduğumuz odanın kapısına teşrîf ettiler ve:
«–Dışarıda birisinin gĂ‚libĂ‚ yemeğe ihtiyacı var!» buyurdular.
Fakir, hemen verilecek yemekleri hazırlayıp kapıya cıktığımda kimseyi goremedim. Beklemeyip gittiğini tahmin ederek geri dondum. Sekiz on dakika gecmişti ki, Efendi Hazretleri tekrar kapıda gorunduler:
«–O muhtac tekrar geldi; iceriye bakıyor!» buyurdular.
Tekrar yemekleri alıp kapının onune cıktığımda, dilini dışarıya cıkarıp iceriye bakan hayvancağızı, yĂ‚ni acıkmış kopeği gordum. Hemen yemekleri olduğu gibi onune boşalttım. Cok acıkmış olacaktı ki, hepsini yeyiverdi.”
Kıssadan Hisse: İşte buyuklerin nezĂ‚ket ve tevĂ‚zuu boyle olur. SĂ‚mi Efendi Hazretleri, kopeği cins ismiyle cağırmamış, «kişi» tĂ‚birini kullanmıştı. HattĂ‚ cok zaman hayvanlara bile “mahluk/yaratık” yerine, “AllĂ‚h ’ın kulu” tabirini kullanırlardı.
Cunku yaratandan oturu yaratılanlara gosterilen ahlĂ‚k guzelliği, hakîkatte Yaratan ’a arz edilmiş, O ’na candan bağlı bir gonul, yĂ‚ni kalb-i selîm guzelliğidir.
Kalb-i selîme erişen ise, dostluğun bitmez tukenmez kaynağına erişmiştir. Artık o, ilĂ‚hî bir lezzet hĂ‚lindedir. Cunku selîm kalbler, Hakk ’ın tecellî ettiği mekĂ‚nlardır. Oyle kalbler, comertliğin ve merhametin şĂ‚heseridir.
HUZURDA İRÂDE Son devir mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru ’l-Arabî ’nin “beşerî irĂ‚de”yi, yĂ‚ni cuz ’î irĂ‚deyi inkĂ‚r ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdulmecid Han, Hazret-i Pîr ’in huzûr derslerine cağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını irĂ‚de buyurur. FermĂ‚n yerine getirilerek Şeyh Muhammed Nûru ’l-Arabî huzûr dersine dĂ‚vet edilir. Orada kendisine meselenin keyfiyeti suĂ‚l olunduğunda Hazret, şoyle cevap verir:
“Kulda cuz ’î bir irĂ‚de elbette mevcuttur. Mes ’ûliyetin kaynağı da budur. Ancak herkeste ve her zaman değil. MeselĂ‚ ben elbette cuz ’î bir irĂ‚de sĂ‚hibiyim. LĂ‚kin pĂ‚dişĂ‚hın emriyle geldim. Buradan kalkıp gitmek ise benim elimde değildir. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. Demek ki burada irĂ‚dem -belli bir hususta- yok hukmundedir. Aynı şekilde pĂ‚dişĂ‚hın huzûrunda bulunduğumdan dolayı yapabileceğim hareketler de sınırlıdır. BĂ‚zı kimseler de aynen bu misĂ‚lde olduğu gibi dĂ‚imî bir sûrette Rab ’lerinin huzûrunda bulunduğunun idrĂ‚ki icinde yaşarlar. Allah her yerde hĂ‚zır ve nĂ‚zır olduğu halde pek cok kimse, kendilerini sĂ‚dece namazda huzûr-ı ilĂ‚hîde kabul ederler. HĂ‚lbuki belli bir mĂ‚nevî mertebeye yukselmiş olanlar, her an huzûr-ı ilĂ‚hîde bulundukları idrĂ‚ki ile yaşarlar. Boyle kimselerde cuz ’î irĂ‚denin var sayılıp-sayılmayacağını varın siz takdîr edin.” demiş ve bu cevap pĂ‚dişĂ‚hın hoşuna gittiğinden, Şeyh Muhammed Nûru ’l-Arabî ’ye ihsan ve ikramda bulunmuştur.
Sozun Ozu: Kul, bir irĂ‚de sĂ‚hibidir. Bu irĂ‚de veya kudret, ona CenĂ‚b-ı Hak tarafından bahşedilmiştir. Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın her oluşta irĂ‚desi bulunmakla birlikte, rızĂ‚sı sadece hayırdadır. Bir hocanın gĂ‚yesi, talebesinin bilgi ile mucehhez olup sınıf gecmesidir. Talebe calışmaz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur. Yine bir doktorun vazîfesi de, hastasını şifĂ‚ya kavuşturmaktır. Hasta, verilen receteyi tatbîk etmez ise, artık gelişen menfî neticeden sadece hastanın kendisi mes ’ûldur. Doktora herhangi bir curum isnĂ‚d edilemez.
Diğer taraftan irĂ‚deyi, huzûrunda bulunduğumuz zĂ‚ta teslîm etmek, teslim edilen şeyden daha fazlasının ihsĂ‚n edilmesine vesîle olur. YĂ‚ni bir kul, ihlĂ‚s olculeri icerisinde kendi bakışını, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın sonsuz nazarına, ellerini O ’nun sonsuz yed-i kudretine, dilini O ’nun sonsuz kelĂ‚m sıfatına, kulaklarını O ’nun nĂ‚mutenĂ‚hî işitmesine teslim ederse, bakış, duyuş ve idrĂ‚k edişi bambaşka olur. YĂ‚ni verdiklerinden aslĂ‚ mahrum kalmaz. BilĂ‚kis her teslim ettiği şey, sonsuzluğun icinden kendisine nice ebedî nasiplerle doner. Bunun icindir ki, dĂ‚imĂ‚ huzûr-i ilĂ‚hîde bulunduğunun idrĂ‚ki ile yuce irĂ‚desine teslim olabilen sĂ‚lih kulları hakkında CenĂ‚b-ı Hak, hadîs-i kudsîde mecĂ‚zen:
“Onların goren gozu, işiten kulağı, tutan eli olurum...” buyurmaktadır. (BuhĂ‚rî, RikĂ‚k, 38)
EDEB DĂ‚vud-i TĂ‚î şoyle anlatmıştır:
“Yirmi yıl Ebû Hanîfe Hazretleri ile birlikte bulundum. Bu zaman zarfında dikkat ettim, ne yalnızken, ne de yanında birileri varken başı acık olarak oturduğunu ve istirahat maksadıyla ayaklarını uzattığını hic gormedim. Kendisine:
«–Yalnızken ayağını uzatmanda ne mahzur var?» dedim.
Bana:
«–CenĂ‚b-ı Hak karşısında edepli olmak daha efdaldir.» dedi.”
Sozun Ozu: Bir sultĂ‚nın veya yuksek mevkide bir kimsenin huzûrunda olanlar dışarıda davrandıkları gibi davranamaz ve bulundukları yer ve makama uygun tavırlar sergileyebilmek icin gayret gosterirler. YĂ‚ni birinin huzûrunda olmak, ona munĂ‚sip bir edebe burunmeyi gerektirir. EhlullĂ‚h da her an AllĂ‚h ’ın huzûrunda oldukları idrĂ‚kiyle yaşadıklarından, edebi aslĂ‚ terk etmezler. Bundan dolayı bu edeb hĂ‚li onların butun hayatlarına şĂ‚mildir. ZîrĂ‚ onlar her zaman ve mekĂ‚nda yuce yĂ‚rin huzurunda olduklarını perdesiz olarak goren ve delilsiz olarak hisseden Ă‚rif gonullerdir. YĂ‚ni onlar:
“Her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) sırrının Ă‚şinĂ‚ları olarak her anlarını AllĂ‚h ile beraberliğin şuuruyla yaşarlar.
Demek istiyoruz ki; bazıları, kendilerini sadece namazlarda AllĂ‚h ’ın huzûrunda hisseder ve bu hissediş onları hic olmazsa namazın erkĂ‚nı olcusunde bir edebe sevk eder. EhlullĂ‚h ise her an bu duygu ve duşunce icinde olduklarından onların namaz dışındaki hĂ‚lleri ve edepleri de aynen namazdaki gibidir. Nitekim boylelerini tebcîl sadedinde:
“(O namaz kılanlar) ki namazlarında devamlıdırlar.” (el-MeĂ‚ric, 23) yĂ‚ni namazlarını ihmĂ‚l etmemenin yanında devamlı namaz hĂ‚li icinde olurlar, buyrulmuştur. Bu da namazları ihmĂ‚l etmemenin yanında, namaz dışında bile devamlı o huzur hĂ‚lini muhafaza etmeyi ifĂ‚de eder.
HİZMETTE EDEB Ebû AbdullĂ‚h Rugandî buyurur:
“Sakın sana verilen herhangi bir hizmeti kucuk gorme! Cunku, hizmet hizmettir ve sana ehemmiyetsiz gorunen bir hizmet -ceşitli sebeplerle- Allah katında cok ehemmiyetli olabilir. AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sının hangi hizmette bulunduğu, bizim icin bir mechuldur! Onun icin murĂ‚dına, yĂ‚ni AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sına ulaşıncaya kadar her turlu hizmete devam et. Bu arada nĂ‚il olduğun nîmetler ve mazhariyetler de, sadece şukur ve hizmetini artırsın.”
Sozun Ozu: Muhim olan bir hizmeti sadece yapmak değil, aynı zamanda onu ihlĂ‚sla ve en guzel bir şekilde îfĂ‚ edebilmektir. Dolayısıyla hizmete talip olanların da maksatları hizmet etmiş olmak değil, AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sına erişecek davranışlarda bulunabilmek olmalıdır. Yoksa sırf başkasının, yĂ‚ni kendisine makam, mevkî ve menfaat getirecek kimselerin gozune girmeyi temin edecek hizmetleri yapıp da bunun dışında kalan nice hizmetlere arkasını donmek, bir ebediyyet iflĂ‚sıdır. Boyleleri zĂ‚hiren birilerinin gozune girer, lĂ‚kin CenĂ‚b-ı Hakk ’ın rahmet nazarı onların uzerinden kalkar ve gazab-ı ilĂ‚hî tecellî eder. ZîrĂ‚ hizmette muhim olan husus, bu Ă‚lemde fĂ‚nîlerin nazarında goz kamaştırıcı neticeler elde etmek değil, kişiyi Ă‚hiret Ă‚leminde mĂ‚neviyat sultanı eyleyecek amel ve hizmetler ortaya koyabilmektir.
Bu itibarla sĂ‚lik, her turlu hizmeti kendisine ganîmet bilmelidir. Olabilir ki, herkesin kucuk gorduğu bir hizmet icinde yerlere ve goklere sığmayacak kadar buyuk ecir ve ilĂ‚hî mukĂ‚fatlar gizlenmiştir. ZîrĂ‚ CenĂ‚b-ı Hak, talep ettiğimiz nice deryĂ‚ları, ihlĂ‚s ve samîmiyet imtihĂ‚nı icin bazen bir damlanın icinde gizler ve gonullerin neye yoneldiğine nazar eder.
İLL EDEB İbn-i AtĂ‚ -kuddise sirruh- şoyle der:
“Bu mĂ‚nevî yolda terakkî edenler, sırf namaz ve oruc gibi farz ibĂ‚detlerle bu yuceliğe ulaşmış değillerdir. Aksine bunları eksiksiz ve kusursuz bir şekilde îfĂ‚ etmeye ilĂ‚veten, fazîletli ameller ve davranışlarla yukselmişlerdir. Nitekim RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
«KıyĂ‚met gunu bana en yakın olanınız, huy ve ahlĂ‚k olarak en guzel olanınızdır.» buyurmuşlardır.” (Tirmizî, Birr, 71)
Sozun Ozu: ŞĂ‚ir ne guzel soyler:
Edeb bir tĂ‚c imiş nûr-i HudĂ‚ ’dan
Giy ol tĂ‚cı emîn ol her belĂ‚dan
Bir Ă‚rif şĂ‚ir de şoyle der:
Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb
Her huner makbûl imiş, illĂ‚ edeb illĂ‚ edeb
Hakîkî edeb ve ahlĂ‚k kahramanı olanlar, peygamberler ve velîlerdir. Bir de, bu zevĂ‚tı tĂ‚kip etmesini bilenlerdir ki, onlar, yuce bir ahlĂ‚ka sahip olma irĂ‚desini gosterirler. AhlĂ‚kın esası, dînin olgunluğundan ayrı bir şey değildir. AhlĂ‚k, hayvĂ‚nî vasıflardan kurtulup insĂ‚nî meziyetlerle ziynetlenmektir. Gercekte musluman olmak da, İslĂ‚m ahlĂ‚kına sahip olmaktır. Ulvî guzellikleri, hĂ‚l ve davranışlara taşıyabilmektir.
HĂ‚sılı akıl ve hikmet nazarı ile bakıldığında Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de en buyuk ve esaslı yer tutan mevzuun edeb ve ahlĂ‚k olduğu gorulur. Ondaki tĂ‚rihî kıssalar dahî ahlĂ‚kı, yĂ‚ni davranış mukemmelliğini telkin maksadıyladır.
Hazret-i MevlÂn buyurur:
“Kalbim: «–Îman nedir?» diye aklıma sordu. Aklım da kalbimin kulağına eğilerek: «–Îman edebden ibĂ‚rettir.» diye fısıldadı.”
“Onun icin edepsiz kimseler, yalnız kendisine kotuluk etmiş olmaz. O, belki edebsizliği yuzunden butun dunyĂ‚yı ateşe vermiş olur.”
BİR HAK DOSTUNUN AHLÂK VE HİZMETİ Ahmed er-RifĂ‚î Hazretleri her gorduğu şahsa selĂ‚m verirdi. Bir koy veya kasabada birinin hasta olduğunu duysa, ilk fırsatta ziyaretine giderdi. Bir yolculuk esnasında karşılaştığı Ă‚mĂ‚ların ellerinden tutar, gidecekleri yere kadar goturuverirdi. Bir ihtiyarla karşılaşacak olsa, elindeki yuke yardım eder ve etrafındaki dostlarına Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in şu hadîs-i şerîfiyle nasihatte bulunurdu:
“Kim bir ihtiyara hurmet ve yardım ederse, Allah TeĂ‚lĂ‚ da ona, ihtiyarlığında hurmet ve hizmet edecek bir kimseyi ihsĂ‚n eder.” (Tirmizî, Birr, 75)
Şehir dışına yapmış olduğu seyahatlerden donuşte, ormana gider, odun keser ve merkebine yukleyerek şehre getirir; bu odunları dullara, caresiz, fakir ve muhtaclara dağıtırdı.
Mecnun ve koturumlerin hizmetlerine koşar, elbiselerini temizler, birlikte oturur, onlarla sohbet eder, yemeklerini kendi elleriyle getirir ve yedirirdi. Sonra da onlardan duĂ‚ etmelerini isterdi. Muridlerine de:
“–Bu gibi Ă‚cizleri ziyaret mustehab değil, vĂ‚cip!..” derdi.
Birgun cocuklar oyun oynarken yanlarından gecmişti. Birkac cocuk, Ahmed er-RifĂ‚î Hazretleri ’nin mĂ‚nevî heybetinden korkup kactı. Hazret-i Pîr, derhal arkalarından koştu ve buyuk bir şefkat ve muhabbet icerisinde onları bağrına basıp gonullerini fethetti ve:
“–EvlĂ‚tlarım! Goruyorsunuz ki, ben de Ă‚ciz bir kulum! Sizi endişelendirdiysem hakkınızı helĂ‚l edin!” diye onlardan bir de ozur diledi.
Velhasıl: Hakk ’ın rızĂ‚ ve vuslatının tahsîl edildiği mĂ‚rifetullĂ‚h yolu, bembeyaz bir sayfaya benzer. Oyle ki, oraya yazılan butun yazılar da bembeyazdır ve bunları yalnız Hak TeĂ‚lĂ‚ okur. Bu bakımdan ehlullĂ‚h, bir omur boyu o sayfaya kara bir leke damlamaması icin cırpınırlar, oyle ki bir karıncayı dahî incitmekten cekinirler ve rızĂ‚-yı ilĂ‚hîye nĂ‚iliyet icin ahlĂ‚k ve hizmetlerini dĂ‚imĂ‚ tertemiz bir hĂ‚lde Hakk ’a arz ederler. ZîrĂ‚ CenĂ‚b-ı Hak buyurur:
“…Muhakkak ki Allah, tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever.” (el-Bakara, 222)
FÂNÎLER DEĞİL BÂKÎ OLAN BİLSİN! İslĂ‚m tĂ‚rihinin ilk yıllarında Medîne-i Munevvere ’de bĂ‚zı fakirlerin kapılarına mechûl bir kimse her sabah bir cuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konmamış. Sebebini merak ederlerken o esnĂ‚da icli bir salĂ‚ sesi duyuldu ve Medîne-i Munevvere Hazret-i Alî -radıyallĂ‚hu anh- ’ın torunu Zeynel Âbidîn Hazretleri ’nin vefĂ‚tı ile calkalandı. Herkes derin bir mĂ‚teme burundu.
Bu peygamber evlĂ‚dına karşı son vazîfeler îtinĂ‚ ile yapılmaya başlandı. Sıra mubĂ‚rek nĂ‚şının yıkanmasına geldiğinde, bu şerefli vazîfeyi yapacak olan zĂ‚t, mevtĂ‚nın sırtında ici su toplamış buyukce yaralar gorunce şaşırdı. Sebebini anlayamadı. Yakınlarına sorduğunda ise, ehl-i beytten orada bulunup bu sırra Ă‚şinĂ‚ olan bir kimse, şunları soyledi:
“–Zeynel Âbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak cuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına goturur ve kimseye gorunmeden geri donerdi. Halk da bu cuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gorduğunuz yaralar, işte o cuvalları taşımaktan oturu oluşmuş yaralardır.”
Kıssadan Hisse: Amellerini sırf Hak TeĂ‚lĂ‚ ’nın rızĂ‚sı icin yapanlar, onları, ifşĂ‚sı harĂ‚m olan bir sır gibi halktan gizlemeye calışırlar. ZîrĂ‚ Hakk ’a Ă‚it olduğu hĂ‚lde halka arz edilen amellerde AllĂ‚h ’a goturecek hicbir fazîlet kalmaz. Cunku onları ucub ve gurur başta olmak uzere binbir turlu nefsĂ‚niyet kaplar. Dolayısıyla Hak yolunda yapılan her salih amel, «FĂ‚nîler değil, BĂ‚kî olan bilsin!» duşuncesiyle olursa makbûldur ve boyle fiillerin ecir ve mukĂ‚fĂ‚tlarını yazmaya ne kalemler kĂ‚fî gelir, ne de murekkep yetişir.
Samîmî ve fedĂ‚kĂ‚r hizmetlerle AllĂ‚h ’ın kullarını memnûn etmeye gayretli olurken nefsini değil, Hakk ’ı rĂ‚zı edebilen isimsiz ve gercek kahramanlara ne mutlu!
KİMSEYİ HOR GORME! RivĂ‚yet edilir ki:
Birgun İsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, İsrailoğulları ’ndan sĂ‚lih zannedilen bir kimse ile şehir dışına cıkmıştı. Halk arasında fĂ‚sıklığıyla meşhur gunahkĂ‚r bir adam da buyuk bir eziklikle peşlerine takılmıştı. İstirahat icin mola verildiğinde bu gunahkĂ‚r kul, samîmî bir nedĂ‚met ve mahcûbiyet hĂ‚li icinde, gonlu kırık olarak onlardan ayrı bir yere oturdu ve merhametlilerin en merhametlisi olan Hak TeĂ‚lĂ‚ ’nın yuce affına sığınarak:
“–Rabbim! Şu yuce peygamberinin hurmetine beni affet!” diye duĂ‚ eyledi.
Salih zannedilen kişi ise, onu fark edince kucumsedi, hakîr gordu ve ellerini semĂ‚ya kaldırıp:
“–AllĂ‚h ’ım! Yarın kıyĂ‚met gunu beni bu adamla birlikte haşreyleme!” diye ilticĂ‚da bulundu.
Bunun uzerine CenĂ‚b-ı Hak ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’a şoyle vahyetti:
“–YĂ‚ ÎsĂ‚, kullarıma soyle; ikisinin de duĂ‚sını kabul ettim. Boynu bukuk mucrim kulumu affedip kendisini cennetlik kıldım. Halkın sĂ‚lih zannettiği kişiye gelince, onu da, benim affettiğim kulumla beraber olmak istemediği icin cennetliklerden kılmadım.”
Kıssadan Hisse: İlĂ‚hî lĂ‚net ve gazaba uğrayanların dışında her ne sebeple olursa olsun AllĂ‚h ’ın kullarını istihkar (hor-hakir gormek), kalbin bir cinĂ‚yetidir. Bu cinĂ‚yeti işleyenlerse, ilĂ‚hî muhabbetten uzak, taş kesilmiş nasipsiz kalblerdir. Esasen bir kimse, başkasını kucumseyip hor gormekle onu alcaltmaktan ziyĂ‚de, kendini alcaltıp perişĂ‚n etmiş olur. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Birinin, din kardeşini hor ve hakîr gormesi, ona gunah olarak yeter.” (Muslim, Birr, 32)
ŞĂ‚ir ne guzel soyler:
HarÂbÂt ehline hor bakma zÂhid,
Defîneye mĂ‚lik vîrĂ‚neler var!
KİMSEYİ AYIPLAMA! Hamdun Kassar -kuddise sirruh- buyurur:
“Duşe kalka giden bir sarhoş gorduğunde dikkatli ol, sakın onu kınama! İhtimĂ‚l ki, sen de aynı belĂ‚ ile muptelĂ‚ olabilirsin!”
Sozun Ozu: Tasavvufî anlayışta; irşadda merhamet ve şefkat vardır; ayıplamak, hor gormek ve muhĂ‚tabı rencide etmek yoktur. ZîrĂ‚ CenĂ‚b-ı Hak kulunun, kudretinden bir sır olduğunu beyan buyurmaktadır. Bu sebeple gunĂ‚hkĂ‚ra bakış tarzı olarak, camura duşmuş bir cevheri zĂ‚il olmaktan kurtarma duşuncesi asıldır... Hor gormek ise, zĂ‚yi olan cevheri ikinci kez zĂ‚yî etmektir! Bu bakımdan CenĂ‚b-ı Hak, kulların bu hatĂ‚ya duşmemeleri icin Ă‚yet-i kerîmede:
“Ey mu ’minler! Bir topluluk, diğer bir toplulukla alay etmesin; olur ki (onlar) kendilerinden daha hayırlı olabilirler! Birtakım kadınlar da (başka) kadınlarla (alay etmesinler!). Belki (onlar da) kendilerinden daha hayırlıdırlar...” (el-HucurĂ‚t, 11) buyurmuş ve kulların gunĂ‚hlarını mîzĂ‚n etme husûsunu kendine munhasır kılarak insanların bu dĂ‚irenin icine girmelerini yasaklamıştır.
Diğer taraftan başkalarını ayıplayıp duran ve hor hakîr gorenlerin de aynı curum ve hatĂ‚ cukuruna duştukleri, coğu zaman muşĂ‚hede edilmiş ve bu durum:
“Gulme komşuna, gelir başına!” şeklinde bir darb-ı mesel hĂ‚line gelmiştir.
YETİMİ SEVİNDİRMEK Serî-i Sakatî şoyle anlatıyor:
“Bir bayram gunu MĂ‚ruf-i Kerhî ’yi sokaklarda hurma cekirdeği toplarken gordum. Bu cekirdeklerle ne yapacağını sordum. Dedi ki:
«–Şurada kucuk bir cocuğun ağladığını gordum. Yanına yaklaşarak niye ağladığını sorduğumda, yetim olduğunu, arkadaşlarının elbiseleri gibi elbiseleri ve onların oyuncakları gibi oyuncakları olmadığını soyledi. Tekrar ağlamaya başladı. HĂ‚li yureğimi dağladı. Onun icin bu hurma cekirdeklerini topluyorum. Bunları satacağım ve o cocuğun istediği elbise ve oyuncakları alacağım...»
Bu sozler benim de yureğimi dağladı ve Hazret-i Pîr ’den ricĂ‚ ettim:
«–MusĂ‚adeniz olursa, ben o cocukla ilgilenirim, gonlunuz rahat olsun!» dedim. Sonra cocuğu alıp ihtiyaclarını karşıladım.”
Bu guzel amel-i sĂ‚lih bereketiyle nĂ‚il olduğu hĂ‚li, Serî-i Sakatî, şoyle ifĂ‚de eder:
“Gonlumde bu hizmetin bereketiyle oyle bir nûr peydĂ‚ oldu ki, onunla bambaşka hĂ‚llere mazhar oldum ve nice mĂ‚nevî lezzetler tattım...”
Kıssadan Hisse: Yetimi sevindirip onlara sahip cıkmak, dînen cok teşvik edilen ve mukĂ‚fatı buyuk bir amel-i sĂ‚lihtir. Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in bu husustaki şu vaadi, Ă‚şık gonulleri mest edecek bir muhtevĂ‚dadır:
“Kendi yetimini veya başkasına Ă‚it bir yetimi himĂ‚ye eden kimse ile ben cennette şoyle yanyana bulunacağız.”
Hadîsin rĂ‚vîsi MĂ‚lik bin Enes, Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in yaptığı gibi işaret parmağıyla orta parmağını gosterdi. (Muslim, Zuhd, 42)
Bir başka hadîs-i şerîfte de şoyle buyrulur:
“Bir kimse sırf Allah rızĂ‚sı icin bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her sac teline karşılık ona bir sevap vardır.” (Ahmed b. Hanbel, Musned, V, 250)
Hadîs-i şerîfte işĂ‚ret edilen yetimin başını okşamaktan maksat, onun maddî ve mĂ‚nevî her meselesiyle yakından ilgilenmektir.
DOSTLUK Sehl bin İbrĂ‚him şoyle anlatıyor:
İbrĂ‚him bin Edhem ’le dost idik. Bir keresinde ağır bir hastalığa tutulmuştum. Bunun uzerine İbrĂ‚him bin Edhem, elindeki butun her şeyi benim sıhhatim icin harcadı. Sonra iyileşmeye başladım. Bir ara kendisinden, canımın cektiği yiyecek bir şeyler istedim. Elinde bir şeyi kalmadığından merkebini satıp arzumu yerine getirdi. Sıhhate kavuştuğumda bir yere gitmek icin merkep lĂ‚zım oldu ve:
“–Ey İbrĂ‚him, merkep nerede?” diye sordum. İbrĂ‚him bin Edhem:
“–Sattık.” dedi. Sıhhatim yol yurumeye musĂ‚it olmadığı icin:
“–Peki ama şimdi ben neye bineceğim?” dedim. O Ă‚rifler sultĂ‚nı:
“–Sırtıma bineceksin, kardeşim!” dedi ve beni uc konak mesĂ‚fesi boyunca sırtında taşıdı.
Kıssadan Hisse: İzzet ve ikramla dolu, guzel ve iyi gunlerde herkes dosttur. Ancak asıl dostluklar zor gunlerde ortaya cıkar ve değeri hicbir şeyle olculemez. Bu bakımdan velĂ‚yet sırrı, nice kotuluklerle dolu şu dunyĂ‚ gunlerinde AllĂ‚h ’a, Rasûlu ’ne ve sĂ‚lih mu ’minlere dost olmak ve onlarla dost kalabilmektedir.
Diğer taraftan bilhassa ihtiyac icindeki mu ’min kardeşlere yapılan ferĂ‚gĂ‚t ve fedĂ‚kĂ‚rlık, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın rahmetini celbeder. Cunku CenĂ‚b-ı Hak, kullarına karşı sonsuz bir rahmet ve merhamet sahibidir ve Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’i de Ă‚lemlere rahmet olarak gondermiştir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Şefkat ve merhamet ehline RahmĂ‚n olan Allah da merhamet eder.” (Ebû DĂ‚vud, Edeb, 58)
DOSTLUKTAN MAKSAT Abdullah bin MubĂ‚rek Hazretleri, kotu huylu bir kimseyle yolculuk yapmıştı. Seyahatleri bitip ayrıldıklarında Abdullah bin Mubarek icli icli ağlamaya başladı. Bu hĂ‚le şaşıran dostları:
“–Neden ağlıyorsun? Seni boylesine mahzun eden şey nedir?” diye sordular.
O kadri yuce Hak dostu, bir ic cekti ve nemli gozlerle:
“–O kadar yolculuğa rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kotu hĂ‚llerini duzeltemedim. O bîcĂ‚renin ahlĂ‚kını guzelleştiremedim. Duşunuyorum ki; acabĂ‚ benim bir noksanlığımdan oturu mu ona faydalı olamadım? ŞĂ‚yet o, benden kaynaklanan bir hatĂ‚dan dolayı istikĂ‚mete gelmediyse, yarın hĂ‚lim nice olur!..” dedi ve hıckırıkları boğazında duğumlenmiş bir vaziyette ağlamasına devam etti.
Kıssadan Hisse: Dostluklar dĂ‚imĂ‚ mĂ‚nevî acıdan faydalı bir maksat uzerine binĂ‚ edilmelidir. Buna gore sĂ‚lihlerle dostluk ve ulfet, onlardan istifĂ‚de icin; sĂ‚lih olmayan ve hattĂ‚ noksanlıkları bulunan mĂ‚nen zayıf kimselerle dostluk ve ulfet ise, onlara faydalı olabilmek icin olmalıdır. ZîrĂ‚ mĂ‚nevî faydadan uzak ve sırf gafletle tesis edilmiş dostluklar, iki dunyĂ‚yı da mahvedecek bir zarar demektir. Ve bu zararın en hafifi dahî:
“Kır atın yanında duran, ya huyundan ya suyundan!” meselince bir Ă‚kıbet yaşatır.
Diğer taraftan noksan ve eksiği bulunan kimseleri istikĂ‚mete yoneltirken takip edilecek uslûp, menfî bir netice karşısında onları rencide etmek değil, acaba bende bir kusur var mı, diye once kendi nefsini muhĂ‚sebe etmektir. ZîrĂ‚ eğer bizden kaynaklanan hatĂ‚lar ve eksiklikler dolayısıyla muhĂ‚tabımızı doğru yola sevk edememişsek, bunun hesap ve vebĂ‚li cok ağır olur. GĂ‚ye, perde olmak değil, perdeleri acıp hakîkati gosterebilmektir.
TAM TESLÎMİYET RivĂ‚yetlerde bildirildiği uzere CenĂ‚b-ı Hak, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’ı Firavun ’a gonderdiği zaman ona şoyle buyurdu:
“Firavun ’a git; cunku o iyice azdı...” (TĂ‚hĂ‚, 24)
MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, Ă‚ile efrĂ‚dını ve davarlarını zĂ‚hirde emĂ‚net edeceği bir kimse bulunmadığından:
“–YĂ‚ Rabbî! Ev halkım ve davarlarım ne olacak?” dedi. Bunun uzerine CenĂ‚b-ı Hak, «muhafaza edenlerin en hayırlısı» olduğunu hatırlatarak şoyle buyurdu:
“–Ey MûsĂ‚! Ben ’i bulduktan sonra başka ne istersin? Sen Ben ’im emrimi edĂ‚ya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet goster! İstersem, kurdu koyunlarına coban eder ve meleklerimi de Ă‚ilene muhĂ‚fız kılarım.
Ey MûsĂ‚! Nedir bu duşunduğun? Anan seni denize attığı zaman seni kim kurtardı? Bundan sonra seni anana tekrar kim kavuşturdu? Sen hani, birini kazĂ‚ ile oldurmuştun de Firavun seni aramaya koyulmuş ve oldurmeye azmetmişti; o vakit seni ondan kim muhĂ‚faza etti?..”
MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- bu soylenenleri hem dinliyor, hem de her cumlenin sonunda:
“SEN, SEN, SEN YÂ RABBÎ!..” diyordu.
Kıssadan Hisse: Elbette ki MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- butun peygamberler gibi teslîmiyetin zirvesinde idi. Ancak peygamberler insanlara birer ornek şahsiyet olduğundan CenĂ‚b-ı Hak, bizler icin muhim olan bazı hususları onlar uzerinde tecellî ettirir ve boyle durumlarda nasıl davranacağımıza işĂ‚ret buyurarak gonulleri irşĂ‚d eyler. Nitekim bu kıssada da anlatılmak istenen, butun Ă‚lemlerin sahibi ve Rabbi olan Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın emirleri karşısında hicbir beşerî mĂ‚zeretin gecerli olmayacağını beyandır. Cunku O ’nun emrini yerine getirmeye azmedenlerin ihtiyac duyacağı her turlu yardım, ihsĂ‚n ve muhĂ‚fazaya yegĂ‚ne kĂ‚dir O ’dur. Eğer kul ihlĂ‚s ve samîmiyetle Hakk ’ın rızĂ‚sına rĂ‚m olarak emirlerini îfĂ‚ya gayret gosterirse, O ’nun her hĂ‚lukĂ‚rda kendisine yĂ‚r ve yardımcı olduğunu muşĂ‚hede eder. Nitekim o HĂ‚fız-ı Mutlak, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’ı Firavun ’un sarayında buyutmuş, İbrĂ‚hîm -aleyhisselĂ‚m- ’ı Nemrûd ’un ateşleri ortasında gulistĂ‚na garketmiş, AshĂ‚b-ı Kehf adı verilen sĂ‚lih gencleri uc yuz kusur sene bir mağarada uyku hĂ‚linde zĂ‚limlerin şerrinden muhĂ‚faza etmiş ve Muhammed MustafĂ‚ -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m- ’ı da nice tehlikelerden sıyĂ‚net etmiş, husûsiyle Sevr Mağarası ’nda O ’nu, duşmanlarının gozlerinden gizlemiştir. ŞĂ‚ir ne guzel soyler:
Kimseden ummam inĂ‚yet, hĂ‚fızım olsun HudĂ‚,
Ben tevekkul eylerem: «FallĂ‚hu hayrun hĂ‚fizĂ‚»[4]
Seyrî
MUMİNİN DUÂSINI ALMAK MĂ‚ruf-i Kerhî ’nin oruclu olduğu bir gun idi. İkindi vaktine yakın pazardan gecerken bir sakanın (sucunun):
“–Bu sudan icene Allah rahmet ve bereketi ile muĂ‚mele eylesin!” diye duĂ‚ ettiğini gordu ve icĂ‚bet edip orucunu bozdu. Yanındakiler:
“–Efendim, orucunuzu nicin bozdunuz?” dediler. MĂ‚ruf Hazretleri:
“–Sakanın duĂ‚sındaki berekete nĂ‚il olmak istedim.” buyurdu. VefĂ‚tından sonra kendisini ruyĂ‚da gorup sordular:
“–Allah sana nasıl muĂ‚mele etti?” Cevap verdi:
“–Sakanın o hĂ‚lisĂ‚ne duĂ‚sı bereketiyle Rabbim beni bağışladı. Bana merhametle muĂ‚mele buyurdu.”
Kıssadan Hisse: Gonlu AllĂ‚h ile beraber olan nice garipler vardır ki, bazen onların duĂ‚ları nĂ‚file ibĂ‚detten daha muessirdir. Ancak ifĂ‚de etmeli ki, daha muhim bir fazîlet dolayısıyla bozulan nĂ‚file oruclar, sonradan kazĂ‚ edilmelidir. ZîrĂ‚ artık vĂ‚cip hukmundedir. Burada anlatılmak istenen husus, ehemmi (daha onemliyi) muhimme tercih edebilmektir. Cunku an gelir nice kucuk gorulen şeylerde pek buyuk faydalar bulunabilir. Diğer taraftan vîrĂ‚ne hĂ‚lindeki bazı yerlerde nice definelerin gizli olabildiği gibi, kullar a