Peygamber Efendimizin (s.a.v) İsra ve Mirac yolculuğunda neler oldu, hadise nasıl yaşandı? Peygamber Efendimiz (s.a.v) cehennemde azap icinde gorduğu kimselerin gunahları nelerdi?RisĂ‚letin 10 ’uncu senesiydi. Peygamber Efendimiz ’in bu dunyada en buyuk istinadları olan amcası Ebû TĂ‚lib ve kıymetli zevcesi Hazret-i Hatice VĂ‚lidemiz birkac gun arayla vefĂ‚t etmişlerdi.
Rasûlullah Efendimiz; bilhassa Hazret-i Hatice ’nin vefĂ‚tıyla oyle muteessir olmuştu ki, sahĂ‚be-i kiram o yıla; «Senetu ’l-Huzun» adını verdiler.
Peygamberimiz ’i himĂ‚ye eden amcasının vefĂ‚tı sebebiyle, muşrikler de O Varlık Nûru ’na hakaret ve baskılarını artırdılar. Fahr-i KĂ‚inat -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir umitle tebliğe gittiği TĂ‚if ’te de cok cirkin, sert ve gaddarca bir muĂ‚meleyle karşılaştı. TĂ‚ifli muşrikler; kendilerini iki cihan saĂ‚detine davet eden o mubĂ‚rek insanı dinlemek yerine, taş yağmuruna tutturdular. Efendimiz ’in mubĂ‚rek ayakları kan revan icinde kaldı.
RisĂ‚letin bu en zor gunlerinde muhteşem bir ikrĂ‚m olarak Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz; «İsrĂ‚ ve Mîrac» yolculuklarına mazhar oldular. Mescid-i HarĂ‚m ’dan Beyt-i Makdis ’e, oradan Sidretu ’l-MuntehĂ‚ ’ya eşsiz hakikatlerin temĂ‚şĂ‚ edildiği ve hĂ‚rikulĂ‚de hĂ‚diselerin yaşandığı bu ulvî yolculuk, peygamberler arasında sadece Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e nasîb oldu.
Muşrikler; mîrac hĂ‚disesini duyar duymaz, derhĂ‚l yalanlamaya koyuldular. Her şeyi, insanları İslĂ‚m ’dan alıkoymak icin bir fırsat olarak gordukleri icin; bu akıllar ve idrakler ustu hĂ‚rikulĂ‚de yolculuğu, mu ’minleri vesveseye duşurmek ve îmanlarından vazgecirmek maksadıyla kullanmaya calıştılar.
HattĂ‚ Hazret-i Ebûbekir ’e dahî gittiler. Ancak Ebûbekir -radıyallĂ‚hu anh-, Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e olan dĂ‚sitĂ‚nî bir îman sadĂ‚katinin şevki icinde;
“–O ne soyluyorsa doğrudur! Cunku O ’nun yalan soylemesine imkĂ‚n ve ihtimal yoktur! Ben, O ’nun her getirdiğine peşinen inanırım…” dedi.
Muşrikler;
“−Sen O ’nu tasdik ediyor, bir gecede Beytu ’l-Makdis ’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallĂ‚hu anh-;
“−Evet! Bunda şaşılacak ne var? VallĂ‚hi O bana, gece veya gunduzun herhangi bir vaktinde kendisine Allah ’tan haber geldiğini soyluyor da ben yine O ’nu tasdik ediyorum.” dedi.
Yani Hazret-i Ebûbekir ’in îmĂ‚nı ve idrĂ‚ki şu idi:
‒CebrĂ‚il vasıtasıyla Hazret-i Peygamber ’e nice vahiyler gonderen Allah, o yuce Peygamber ’i kendi katına almaktan Ă‚ciz midir? Asla. Her şeye kādirdir. Siz buna akıl erdiremeyecek kadar ahmak ve cĂ‚hil misiniz?
Bu cevabı verdikten sonra;
Hazret-i Ebûbekir -radıyallĂ‚hu anh-, o sırada KĂ‚be ’de bulunan Peygamber Efendimiz ’in yanına koştu. Olanları bizzat O ’nun mubĂ‚rek fem-i saĂ‚detinden dinledi ve buyuk bir itmi ’nan hĂ‚linde;
“–Sadakte (doğru soyledin), yĂ‚ RasûlĂ‚llah!..” dedi.
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- de, O ’nun bu tasdikinden gayet memnun kalarak cihĂ‚nı aydınlatan tebessumuyle Hazret-i Ebûbekir ’e;
“–YĂ‚ EbĂ‚bekir, sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i HişĂ‚m, II, 5)
ZORLUKLA GELEN KOLAYLIK Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in nĂ‚il olduğu bu en ulvî bahtiyarlık, O ’nun risĂ‚let hayatında, tahammul etmesi en zor acı ve ızdırapları yaşadığı gunlerin akabinde tecellî etmiştir. Yani, mîrac ikrĂ‚mı; O ’nun sergilediği eşsiz sabır ve tahammule mukabil, muhteşem bir tesellî ve tebrik mujdesi olmuştur.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gercekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirĂ‚h, 5-6)
Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz, bu Ă‚yet-i kerîmedeki inceliğe işaret ederek, şoyle mujde vermiştir:
“Mujdeler olsun! Size kolaylık geldi; artık bir zorluk iki kolaylığa asla galip gelemez!” (Muvatta, CihĂ‚d, 6)
Bu hĂ‚disenin bize hissesi şudur ki;
Mu ’minler; Allah yolunda fedĂ‚kĂ‚rlıklar gostermeyi, birtakım cile ve zahmetlere sabr-ı cemîl ile tahammul etmeyi, canlarına minnet bilmelidirler. Cunku CenĂ‚b-ı Hak; kendi yolunda tahammul edilen zorluklara, iki cihanda da kat kat rahmet, huzur ve ecir ile mukabelede bulunacaktır.
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ ne guzel anlatır:
“Bir hamal yuk altına girmeye koşarak gider. HattĂ‚ kendisini ezen o ağır yuku başkalarının elinden kapar. Hamalların yuk icin yaptıkları kavgalara bak, işte her iş icin calışıp cabalamanın boyle olduğunu bil!
Sıkıntılar, rahatın ve huzurun temelidir. Acılar, nimetin onculeridir.” “Hazineyi hic bilinen yere koyarlar mı?
İşte bunun gibi, feraha kavuşma ve kurtulma da, sıkıntılarda gizlidir.”
SIDDÎKİYET İslĂ‚m, teslîmiyet ve on kabul demektir. Îmandaki tasdik; kalp iledir, zihin ile değildir.
Zira îman gayba inanmaktır. Eğer îmĂ‚n edilmesi gereken hususlar, gaybda yani dunya ve baş gozuyle gorulemeyen Ă‚lemde olmasaydı; gozle gorulur Ă‚leme intikal etseydi, artık îmĂ‚n etmenin fazîleti ortadan kalkardı.
Nitekim olum gecidi acılıp, perdeler kalkınca, olmekte olan kişi; o zamana kadar inkĂ‚r ettiği melekleri ve benzeri gayba ait varlıkları gorunce, artık îmĂ‚nı kabul olmaz.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Onlar (muşrikler) ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı alĂ‚metlerinin gelmesini bekliyorlar.
(HĂ‚lbuki) Rabbinin bazı alĂ‚metleri geldiği gun, onceden inanmamış veya îmĂ‚nında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık îmĂ‚nı bir fayda sağlamaz…” (el-En‘Ă‚m, 158; Ayr. Bkz. es-Secde, 29; el-Mu ’min, 84-85)
Mîrac hĂ‚disesi yaşandığı zaman, muşrikler velvele kopardılar. Mu ’minlere gidip;
“–Buna da mı inanacaksınız?” dediler.
Kimilerini vesveseye de duşurduler. Fakat Hazret-i Ebûbekir, o gun gosterdiği eşsiz sadĂ‚kat ile, sıddîkiyetini gostermiş oldu.
Sıddîk olma makamı, mĂ‚nevî derece olarak peygamberlikten sonra gelen en ust seviyedir. Sıddîkler, sadece sozleriyle değil, ihlĂ‚slı sĂ‚lih amelleriyle de îmanlarını tasdik ederler. Mallarıyla, canlarıyla, butun imkĂ‚nlarıyla Allah ve Rasûlu ’ne sadĂ‚katle bağlıdırlar.
Kurtuluş doğruluktadır. CenĂ‚b-ı Hak;
“SĂ‚dıklarla, ozu ve sozu doğru olanlarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyurmuştur. Bir başka Ă‚yet-i kerîmede, sĂ‚dık ve sıddîk olmanın mukĂ‚fĂ‚tı şoyle bildirilir:
(Mahşer yerinde) Allah şoyle buyuracaktır:
«Bu, (o zor gun yani kıyĂ‚met gunudur ki); sĂ‚dıklara sıdk ve sadĂ‚katlerinin fayda vereceği gundur!»” (el-MĂ‚ide, 119)
O DEDİYSE DOĞRU! Hazret-i Ebûbekir -radıyallĂ‚hu anh- ’ın soylediği;
“O -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- dediyse doğrudur!” beyĂ‚nı, zamanımızda da muslumanlara rehberlik eden bir fermandır.
Zira, İslĂ‚m ’ın hakikatlerine karşı musteşriklerin ve onların zihnen ve kalben zehirlediği modernistlerin ceşitli itiraz ve muhalefetleri gunumuzde maalesef artmıştır. ÂdetĂ‚ şeytan gibi Allah ile cidĂ‚l edercesine;
Mezhepleri gereksiz ve temelsiz addeden, Sunnetin dindeki yerini ve sahih hadîs-i şerifleri reddeden, AhkĂ‚m Ă‚yetlerinin tarihsel olduğunu iddia ederek, onları -hĂ‚şĂ‚- emekliye ayırmaya kalkan kişiler zuhûr etmiştir. HĂ‚lbuki;
Mezhepler, sahĂ‚be efendilerimizin temelini attığı ictihĂ‚dî ekollerdir. Hicbir mezhebe uymayan kişi, kendi mezhebini îcĂ‚d etmeye kalkmış demektir. Oysa buna ehil / yani muctehid değildir. Kur ’Ă‚n-ı Kerim ’de 33 yerde Rasûlullah Efendimiz ’e itaat emredilir ki, bunun mĂ‚nĂ‚sı, O ’nun sunnetine ittibĂ‚dır. Sunnet; sahĂ‚be, tĂ‚biîn ve talebeleri tarafından titizlikle muhafaza edilmiş, tarihte emsĂ‚li gorulmemiş bir isnad sistemiyle korunarak muteĂ‚kip nesillere ulaştırılmıştır.
Kur ’Ă‚n-ı Kerim, kıyĂ‚mete kadar insanlığın hidĂ‚yet rehberidir. Hicbir Ă‚yete -hĂ‚şĂ‚- son kullanma tarihi belirlenmemiştir. İslĂ‚m cihanşumuldur ve şer‘î kaidelerin; zaman ve mekĂ‚nın değişikliklerine mutabakatını sağlayan eşsiz usûl-i fıkıh prensipleri vardır. Modernistler ve tarihselciler; İslĂ‚m ’ı guya cağa uydurmak gibi bĂ‚tıl bir maksatla, nefsĂ‚nî arzularına, hevĂ‚ ve heveslerine uymayan Ă‚yet ve hadisleri te ’vil, tatil ve tahrif etmeye kalkışıyorlar.
HĂ‚lbuki bir muslumanın, cĂ‚hiliyye tereddut ve vesveselerine karşı vermesi gereken cevap, tıpkı o gunku muşriklerin vesveselerine karşı Hazret-i Ebûbekir Efendimiz ’in dediği soz olmalıdır:
“O -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- dediyse doğrudur!”
Zira;
O -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, Hak elcisidir.
CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmede:
“O, arzusuna gore konuşmamaktadır.” (en-Necm, 3) buyurarak Varlık Nûru Efendimiz ’in hevĂ‚sından konuşmadığını ve kendiliğinden bir şey yapmadığını bildirmiştir.
O -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- sırĂ‚t-ı mustakîmin hidĂ‚yet rehberidir.
O -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e itaat, AllĂ‚h ’a itaattir.
O -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- oyle bir makama erişmiştir ki; mîrac hĂ‚disesinde, lutf-i ilĂ‚hî olarak zamanın ustune cıkmıştır. HĂ‚l, mĂ‚zî ve istikbĂ‚lin kayıtlarından Ă‚zĂ‚de olarak, istikbalde yaşanacak hĂ‚diseleri olmuş gibi temĂ‚şĂ‚ etmiş ve bize bildirmiştir. MĂ‚zîde yaşamış ve vefĂ‚t etmiş peygamberlerle buluşmuş ve onlarla goruşmuştur. CebrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m- ’ı aslî sûretinde gormuş ve onun bile gecemediği sınırdan oteye gecerek, CenĂ‚b-ı Hakk ’a kurbiyette / yakınlıkta varlığın zirvesi olmuştur. Boylece tebliğ ettiği hakikatler husûsunda, ayne ’l-yakîn derecesinde muşĂ‚hede ve mĂ‚rifete vĂ‚sıl olmuştur.
İBRET MEŞHERİ Ummetine karşı muazzam bir şefkat ve merhamet sahibi olan Fahr-i KĂ‚inat -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz; mîracda mahşer, cennet ve cehenneme dair temĂ‚şĂ‚ ettiği bazı ahvĂ‚li bize bildirerek, ibret almamızı istemiştir.
O ’nun bildirdikleri, elbette bizim kaldırabileceğimiz kadarı olmuştur. Zira Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurur:
“…AllĂ‚h ’a yemin ederim ki benim bildiklerimi bilseydiniz; az gulerdiniz, cok ağlardınız… (Evlerinizden) sahrĂ‚lara dokulup AllĂ‚h ’a yuksek sesle yakarışta bulunurdunuz.” (İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 19)
Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’den, «İsrĂ‚ ve Mîrac»la alĂ‚kalı bircok haber nakledilmiştir. Onlardan birkacı şoyledir:
YETİMLER Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-; mîracda bir topluluğa uğradılar ve gorduler ki, onların dudakları deve dudağı gibidir. Birtakım vazifeli memurlar da onların dudaklarını kesip ağızlarına taş koyuyor.
“–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.
CebrÂil -aleyhisselÂm-;
“–Bunlar, yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir!” dedi. (Taberî, XV, 18-19)
Yetimleri himĂ‚ye hakkında ise Fahr-i KĂ‚inat -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Ben ve yetimi himĂ‚ye eden kimse cennette şoylece beraber bulunacağız.” buyurmuş ve işaret parmağıyla orta parmağını, aralarını biraz aralayarak gostermiştir. (BuhĂ‚rî, TalĂ‚k, 14, 25; Edeb, 24)
GIYBETİN FECAATİ Yine Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle nakletmektedir:
“MîrĂ‚ca cıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarla yuzlerini ve sadırlarını tırmalayan bir topluluğa rastladım.
«–Ey CebrĂ‚il! Bunlar kimlerdir?» diye sordum.
«–Bunlar, (gıybet ederek) insanların etlerini yiyen ve onların ırzlarına (şeref ve haysiyetlerine) dil uzatan kimselerdir.» cevabını verdi.” (Ebû DĂ‚vûd, Edeb, 35/4878; Ahmed, III, 224)
Gıybet; kibir, kendini beğenmişlik ve «ibĂ‚dullĂ‚h»ı istihkar gibi cok cirkin kalbî hastalıkların neticesi olan bir şenaattir. Âyet-i kerîmede olu kardeşinin etini yemek kadar cirkin bir iş olduğu bildirilmiş ve bir başka Ă‚yet-i kerîmede şu ağır tehdit beyan buyurulmuştur:
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
“Arkadan cekiştirmeyi (yani gıybeti), yuze karşı eğlenmeyi Ă‚det edinen herkesin vay hĂ‚line!” (el-Humeze, 1)
Gıybet eden kişi;
“–Bende şu kotu hĂ‚l yok, ama filĂ‚ncada var.” şeklinde, kendini overek, başkasının ayıbını aramak ve teşhir etmek hastalığına duşmuştur.
Hic kimse, kendisinden -doğru da olsa- hoşlanmayacağı ifadelerle bahsedilmesini istemez. Bir mu ’min; kendisi icin istemediği şeyi, başkası icin de yapmamalıdır.
Gıybet eden gafiller, soylediklerinin doğru olduğunu iddia ederek, kendilerini avuturlar. HĂ‚lbuki soyledikleri yalan ise, o zaman hem gıybet, hem iftira etmiş olurlar. Ustelik, gıybette sarf edilen sozlerin coğu zandan ibarettir. Zannın coğu yani sû-i zanda bulunmak ise gunahtır, gunahlara goturur.
Gıybet yani arkadan konuşmak, bahsedilen gercek bir kotuluk ise, onu da ortadan kaldırmaz, bilĂ‚kis onu yayar. Dînimizde ise nehy-i ani ’l-munker vardır. Şahsiyeti rencide etmeden, kotuluğu teşhir etmeden, doğru bir uslûpla, sadece alĂ‚kalı kişileri irşĂ‚d etmek vardır. Vaziyete gore; «ayıpları setretmek / ortmek» vardır.
Gıybet, bĂ‚tınî haramlardandır. Bircok mu ’min,
icki ve hınzır eti gibi zĂ‚hirî haramlardan dikkatle kacınır da, bĂ‚tınî haramlar olan gıybet, yalan gibi hususlarda cokca gaflete duşer. HĂ‚lbuki, her ikisi de haramdır, her ikisinden de bir mu ’min iğrenmelidir.
FÂİZ: ALLÂH ’A SAVAŞ ACMA AHMAKLIĞI Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz anlatır:
“Mîrac gecesi, bir kısım insanlara uğradım ki, karınları evler gibi iri idi. Karınlarının ici yılanlarla doluydu ve bunlar dışarıdan gorunuyordu.
Ben;
«–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?» diye sordum.
«–Bunlar fĂ‚iz yiyenlerdir!» cevabını verdi.” (İbn-i MĂ‚ce, TicĂ‚rĂ‚t, 58)
Âyet-i kerîmede fĂ‚iz yasağını ciğnemeye devam edenlerin; «Allah ile savaş»a girişmek kadar, ahmakca ve kustahca bir hĂ‚le dûcĂ‚r olacakları bildirilmiştir.
Âlemlerin Rabbi ile mucadeleye girişenin sonu en ağır mağlûbiyettir. İslĂ‚m buyukleri, fĂ‚iz yiyen gafil mu ’minlerin şu iki fecî Ă‚kıbetten birine duştuklerini muşĂ‚hedeleriyle tespit etmişlerdir:
FÂize girenler;
Ya eldeki helĂ‚l mallarını da kaybederek, iflĂ‚sa suruklenirler, Yahut dunyevî olarak zarar gormez fakat gitgide îmanlarını kaybederler. CĂ‚hiliyyede; gaddar ve cimri zenginler, zor durumda olan insanlara borc verir, odeyemedikce fĂ‚iz ekleyerek o borcu kat kat yukseltirlerdi.
Gunumuz cĂ‚hiliyyesinde de; birikmiş parası olan muhteris rant kesimi, hicbir riske ve yatırıma girmeden, hazır paradan daha fazla para kazanma hırsıyla, fĂ‚izleri yukseltme baskısı yapmakta, iktisĂ‚dı sarsmakta ve fakir-fukarĂ‚nın elindeki kıt imkĂ‚nların daha da azalmasına sebebiyet vermektedir.
Maalesef, kredi kartları ve tuketici kredileri yuzunden fĂ‚ize bulaşmayan pek az insan kalmıştır.
Bir mu ’min; kanaat ve istiğnĂ‚ya dikkat etmeli, kendi imkĂ‚nlarına gore sade bir hayat yaşamalı, odeyemeyeceği borclara girmemelidir.
Elinde ihtiyactan fazla imkĂ‚n bulunan bir mu ’min ise, ihtiyac sahibi mu ’min kardeşlerini fĂ‚izli kredi ve benzeri zarûretlere duşurmemek icin, karz-ı hasen vermeli, destek olmalıdır.
Nitekim Rasûlullah Efendimiz buyurur:
“Mîrac gecesinde cennetin kapısı uzerinde şu ibarenin yazılı olduğunu gordum:
«Sadaka on misliyle, borc vermek ise on sekiz misliyle mukĂ‚fatlandırılacaktır.»
Ben;
«−Ey Cibrîl! Borc verilen şey nicin sadakadan daha ustun oluyor?» diye sordum.
«−Cunku, sĂ‚il (coğu kere) yanında para olduğu hĂ‚lde sadaka ister. Borc isteyen ise, ihtiyacı sebebiyle talepte bulunur.» cevabını verdi.” (İbn-i MĂ‚ce, SadakĂ‚t, 19)
MADDİYAT İMTİHANI Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- mîrac muşĂ‚hedeleriyle alĂ‚kalı diğer bir hadîs-i şeriflerinde de şoyle buyurmuşlardır:
“(Mîrac esnasında) cennetin kapısında durup iceri baktım. Oraya (erkence) girenler ekseriyĂ‚ fakirler idi. Zenginler de (hesap vermek icin) mahpus idiler…” (BuhĂ‚rî, Rikāk, 51; Muslim, Zuhd, 93)
İnsan; fıtratı ve tabiatı itibarıyla, servete ve zenginliğe duşkundur. HĂ‚lbuki kendisi icin servetin hayırlı olup olmadığını bilmez. Mahşer yerinde insan, istifĂ‚de ettiği ve nĂ‚il olduğu her nimetten bir bir hesaba cekilecektir. O hesabın zorluğuyla karşılaşınca, nice insan;
“–Keşke dunyada malım daha az olsaydı da bugun hesabım daha kolay olsaydı!” diyecektir.
Bunun caresi, infaktır. Tıpkı şu hĂ‚disede olduğu gibi:
Bir başka hadîs-i şerifte buyurulur:
“O gece (Mîrac Gecesi ’nde) AbdurrahmĂ‚n bin Avf ’ı gordum. Cennete, oturduğu yerde emekleyerek giriyordu. Ona dedim ki:
«–Nicin bu kadar ağır geliyorsun?»
Dedi ki:
«–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Malımın hesabı dolayısıyla, cocukları bile ihtiyarlatacak kadar ağır sıkıntılar gecirdim. Oyle ki, bir daha sizi goremeyeceğimi zannettim…»” (Muhammed PĂ‚risĂ‚, Faslu ’l-HıtĂ‚b, s. 403)
AbdurrahmĂ‚n bin Avf -radıyallĂ‚hu anh-, Medine ’ye hicret etmiş ve zengin olmuştu. Bir gun kulağına bu haber geldi. Hemen Hazret-i Âişe -radıyallĂ‚hu anhĂ‚- ’nın yanına giderek, Hazret-i Peygamber ’den boyle bir hadîs-i şerîfin vĂ‚rid olup olmadığını sordu. VĂ‚rid olduğunu oğrenince, AbdurrahmĂ‚n bin Avf Hazretleri, o sırada Şam ’dan yeni gelmiş bulunan kervanını olduğu gibi derhĂ‚l Allah yolunda infĂ‚k eyledi. (Ahmed, XLI, 337; Heysemî, Keşfu ’l-EstĂ‚r an ZevĂ‚idi ’l-BezzĂ‚r, III, 209)
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in mahşer ve otesinden daha bircok nakilleri vardır.
Namazı terk edenlerin başlarının kayalarla parcalandığı, ZekĂ‚t vermeyerek fakirin hakkını gasp edenlerin cehennem dikenlerini ve ateşten cakılları yedikleri, ZinĂ‚kĂ‚rların, kokuşmuş leşler yedikleri, Soylediklerini kendisi yapmayan hatiplerin, ateşten makaslarla dudaklarının veya dillerinin kesildiği, ZinĂ‚ eden ve cocuklarını katleden kadınların, goğuslerinden ve ayaklarından asıldıkları bildirilmiştir. (Bkz. Beyhakî, DelĂ‚ilu ’n-Nubuvve, 2/397-399; Heysemî, Mecmau ’z-ZevĂ‚id, 1/66-68; Taberî, XV, 18-19) CenĂ‚b-ı Hak, muhafaza buyursun.
CARE: RASÛLULLAH! MîrĂ‚cın en buyuk ders ve hissesi, Rasûlullah Efendimiz ’in, CenĂ‚b-ı Hak katındaki kıymetini bize bildirmesidir.
Mîrac ve mahşer haberlerinde, Fahr-i Âlem Efendimiz ’in şefaat-i uzmĂ‚sıyla alĂ‚kalı mujdeli mĂ‚lûmat da vardır. Suleyman Celebi ne guzel nazmetmiştir:
–YĂ‚ İlĂ‚hî! Hazretinden hĂ‚cetim,
Bu durur kim ola makbul ummetim.
Hak TeĂ‚lĂ‚ ’dan erişti bir nidĂ‚:
–YĂ‚ Muhammed! Ben Sana kıldım atĂ‚.
Ummetini Sana verdim ey Habîb,
Cennetimi onlara kıldım nasîb.
Ancak o mujdeye nĂ‚il olmak icin gayret ve hizmet lĂ‚zımdır. Îman ve sĂ‚lih amel lĂ‚zımdır. Muhabbet ve ittibĂ‚ lĂ‚zımdır.
Ummet-i Muhammed olma nimetine meccĂ‚nen nĂ‚il olmuş bizler; Fahr-i KĂ‚inat -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in mîrĂ‚cından ibret almalı, oradan bize bildirilen sahnelerden derslerimizi cıkarmalıyız. Orada o mubĂ‚rek cehreyi tebessum ettirecek bir hayat yaşamalıyız. O ’nun emĂ‚netleri olan Kur ’Ă‚n ve Sunnet ’e sahip cıkmalıyız. İslĂ‚m ’ı yaşama ve yaşatma heyecanıyla, O ’nun başka ummetlere, sevincle methedeceği bir vasfa burunmeliyiz.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Siz, insanlığın (iyiliği) icin cıkarılmış en hayırlı bir ummetsiniz. İyiliği tavsiye eder, kotulukten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrĂ‚n, 110)
“…Sizi mûtedil (hayırhah) bir millet kıldık ki;
Sizler insanlığa şĂ‚hitler olasınız; ➢(Yani İslĂ‚m ’ın şĂ‚hidi ve temsilcileri olasınız,
➢Numûne-i imtisĂ‚l, ornek insanlar olasınız,
➢Size bakanlar, AllĂ‚h ’ın arzu ettiği fert ve toplumu temĂ‚şĂ‚ etmelidir.),
Rasûl de size şĂ‚hit olsun… (Yani sizin Muslumanlığınız, Allah Rasûlu ’nun beğenip takdir edeceği bir guzellikte ve kıvamda olmalıdır.) (el-Bakara, 143)
Bu Ă‚yet-i kerîmelerde gosterilen gayeye vĂ‚sıl olmak icin, her mu ’min İslĂ‚m ’ı ve Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz ’i temsil eden, O ’nun şĂ‚hidi olan bir zarĂ‚fet, nezĂ‚ket ve incelik icinde İslĂ‚m ’ı yaşamaya ve yaşatmaya gayret etmelidir.
Ne mutlu muvaffak olabilenlere!..
CenĂ‚b-ı Hak, bizleri mîrac sahnelerinde bir bir gosterilen mahşerdeki fecî Ă‚kıbetlerden muhafaza buyursun. Bizleri Rasûlullah Efendimiz ’in şefaat-i uzmĂ‚sına mazhar eylesin.
Âmîn!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yuzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Şubat, Sayı: 204
İslam ve İhsan