
Yaptığı ilmi calışmalar ile yakından tanınan Naim Karaman Hoca Efendi, Gebze ’de hakkın rahmetine kavuştu. Uzun yıllar Beyoğlu Galata ’daki Arap Camii Baş İmamlığı, İstanbul Merkez Vaizliği gorevlerinde bulunan Naim Karaman Hocaefendi bircok ilmi calışmalara imza attı.Hayatın icinde bir hoca olan Naim Karaman, İmam Hatibi bitirmiş, Hukuka gitmiş, avukat olmuş ama mihrabı ve kursuyu secmiş bir insan. Kendisi ile 1992 yılında Altınoluk dergisinde yapılan mulakatı sizlerle paylaşıyoruz.
Konuşanlar: İsmail L. Cakan, Mustafa Eriş, Abdullah Sert, Ahmed Taşgetiren, H. Kamil Yılmaz
ALTINOLUK: Muhterem Hocam Altınoluk'un toplumun rehber kişileriyle, hoca efendileriyle geleneksek sohbetleri oluyor. Bu sohbetlere once hayatını anlattırmakla başlıyoruz. Sonra da o ayın aktuel konusuyla ilgili bazı sorular soruyoruz. Biz sizden oncelikle Naim Karaman hoca kimdir, yetişme doneminde kimlerden tahsil gordu, hocalarıyla ilgili hatıraları neler gibi konular uzerinde bir on konuşma istirham ediyoruz.
NAİM KARAMAN: Efendim, ben 1941 senesinde Kastamonu Kure kazası Kadıoğlu koyunde doğdum. Babam oksuz ve yetim buyumuş. Ben doğduğum zaman Kur'an okumanın yasak olduğu bir devirdi Babam koyun cocuklarına Kur'an oğretirken jandarmayı koyun uzağındaki gedikte koyluler nobet bekleyerek kollarmış. Ben boyle bir donemde doğmuşum. Babam cocuk okutma delisiydi. Dolayısıyla ben babamın beni okuttuğu devri hatırlamıyorum. Birşey daha soyleyeceğim ben tecvidi iyi bilirim ama ben tecvid okumadım. Kur'an okuduğum devri, namaz surelerim ezberlediğim devri, Kur'an'ı hatim ettiğim devri hatırlamıyorum. Ben Naim'i bulduğum zaman, Kur'an'ı bilen, namaz kılmasını en ince teferruatlarına kadar bilen birisiydi kucuk Naim. Biz iki kardeşiz. Ağabeyim benden buyuktur, o da hafızdır, ikimizi de babam hafız etmiş. Babam doğduğumuz koyde talebe okuturken komşu koylerden de talebe gelmeye başlamış. Bizim koyun halkı civar komşu koylerden gelen bu talebeleri pek istememişler. Babam buna karşı cıkmış ise de ihtilaf buyumuş. Bu defa koyluler gelen cocukları dovmeye başlamışlar. Babam bu hadiseler uzerine tam tarifiyle hicret etmiş. Kastamonu'nun merkez koylerinden birine bin lira yıllıkla babam hicret etmiş. Ve o bin lira yıllıkla beni okutmuş. O koyden babam cok hafız cıkardı. Kastamonu'da tanınmış bir hocadır babam. Halen pek cok vaiz ve imam vardır o yetiştirdiği hafızlar arasından.
Dokuz yaşında hafız oldum, aynı sene ilkokul ucuncu sınıfa kaydoldum. Sonra diplomayı alıp İstanbul'a geldim. İstanbul'a geldiğim zaman Tayyar hocalarla beraberdik. Onlar bizden birkac yaş buyuktur. İmam-Hatip okuluna beraber girdik. İmam-Hatip okulunu normal suresi icinde bitirdik. Sonra ben Hukuk tahsili yaptım. Cok perişan okullarda, sıralarda okuduk. Son sene yani 1959 senesiydi, Carşamba'daki binaya taşındık. Bizim hocalarımız Celal hoca, Hasan Basri Cantay, Bekir Haki Efendi, Omer Nasuhi Bilmen, Ali Rıza Sağman, Huseyin Karagozoğlu gibi hocalardı. Karazgozoğlu talebeyi cok severdi. Bizim Kur'an-ı Kerim hocamızdı. Bizi sağa sola mevlide falan gotururdu. Bakışındaki o merhamet ve bize olan ihtimamı anamızda-babamızda gormemişizdir. Boyle uzerimize duşerdi. O bakışın manasını şimdi cozebiliyorum. Bizim hocalarımız hakikaten cok kıymetli hocalardı. Mesela bir Celal efendiyi dinlediğiniz zaman okyanuslara acılmış gibi hissederdiniz kendinizi. Bir Mahir îz hoca oyleydi.
HOCA-TALEBE ARASİNDA SEVGİ İLİŞKİSİ
ALTINOLUK: Hocaların bakışı onemli birşey. Ozellikle bu gun hocalar oğrenciyle diyalog kuramamaktan şikayetci. Sizce oğrenciyle hoca arasında diyalogu artıran ya da eksilten sebepler nedir?
KARAMAN: Şimdi ben hic oğretmenlik yapmadım. Yalnız oğrencilik yıllarımı hatırladığım zaman bu gunku cemaatın gencleriyle de ilişkilerimizi karşılaştırdığımız da, sanıyorum merhamet ve sevgi zayıflığı var. Oğrenci kendisine bakan insanın sevgisini veya sevgisizliğini anlıyor. İki-uc yaşındaki cocuk bile kendisini seven ile sevmeyeni bilir. Dolayısıyla onsekiz-ondokuz yaşındaki cocuğun bunu farketmesi cok tabiidir. Şimdi Huseyin Karagozoğlu, acıma mı desem, sevme mi desem, icine sokmak isteyip de sokamamanın verdiği duygu mu desem, oyle bakardı. O bakış ananın-babanın bakışında bile yoktu.
Huseyin Karagozoğlu'nun talebeyle diyalog kurup kurmamak diye bir meselesi yoktu. Erirdik onun karşısında biz. Oyle bir sevgi vardı o adamcağızda. Hocalarımızın herbirinde değişik hususiyetler vardı. Mesela Celaleddin Oktem hoca bize bazan "kopek herif" derdi. Onun "kopek herif" demesi bize madalya gibi gelirdi. Yani boyle bir munasebetimiz vardı. Buyuk insanlardı ve bize cok derin bir ihtimam gosterdiler.
Ben okulda yemek yemezdim. Affedin ama biraz da şımarıktım. Babam bizi kucuk yaşta hafız yaptığı icin ben oyun oynayamadım. Yani cocukluk gormedim. Ben İstanbul'a gelince ipini koparmış gibi Vefa'da okuldan kacar, Şehzadebaşı'nın bahcesinde cingenelerle misket oynardım, top oynardım. Huseyin Karagozoğlu, bizi mevlide falan cağırırdı, ben hemen arkadan kacar, maca giderdim. Ama seyretmeye değil, oynamaya. Butun bunlar cocukluğumda o gıdayı alamamamdan kaynaklanıyordu. Huseyin Karagozoğlu zeytin ticaretiyle falan uğraşırdı. Sağdan soldan ceşitli gıda maddelerini bulur, getirirdi. Beni de severdi. Alır goturur yemekhaneye, anamın sabahları corba icmediğim zamanlar yalvardığı gibi yemem icin yalvarırdı. Bir tas sut icireceğim, peynirdi, yağdı ikram edip yedireceğim diye yalvarırdı. Allah rahmet etsin. Hatta calıştırırdı. Kamışları teker teker bulur, oğrencilere dağıtırdı. Karşılığında para da almazdı. Kağıdını, murekkebini, dağıtır, "aman oğlum oğrenin" derdi. Herhalde bugun İmam-hatipler dahil, talebeye cebinden kalem alacak, murekkep alacak arkadaşımız pek azdır. Belki bulunur, belki bulunmaz. Bugunku hocayla o gunku hoca arasında fark burdan kaynaklanıyor.
HAFIZLIK EĞİTİMİNDE
ALTINOLUK: Hocam burada iki onemli şey var: Birincisi hafız yetiştirirken cocukların hayattan kopması ve sonucunda doyumsuzluk hali olabiliyor. Bu şimdi de var mı, varsa telafisi mumkun mu? İkincisi de, cocukluktan gencliğe gecerken yaramaz gibi gozuken cocukların ileride bir Naim Karaman haline gelebilmesi hadisesi... O donemde cocuklara farklı bir ilgi gostererek o donemi atlatmalarına nasıl yardımcı olabiliriz?
KARAMAN: Efendim ben kendi ailemden ornek verdim. Benim babam oksuz ve yetim buyumuş. Bizim orman koyumuzden iki saatlik uzaklıktaki bir koye, ağabeyinden kacak, okuzleri koyunları bırakır, Kur'an dersi, Arabca dersi, Tefsir dersi almaya gidermiş. Akşam geldiği zaman da ağabeyinden dayak yermiş. Ertesi gun okuzleri aynı yerde bırakır, yine okumaya gidermiş. Dedim ya okumanın ve okutmanın delisiydi diye. Bu mahrumiyetler icindeki adam, Abdulhamid devrinden kalma Cam Ali isimli tek hocadan eğitim gormuş. Cam Ali'den ne oğrenebilmişse, ilmi, irfanı, metodu, psikolojisi, metodolojisi ondan ibaret. Peki babamın aşkı ne? Adam yetiştirmek. Kimi yetiştirecek, once kendi oğlunu yetiştirecek, iki oğlu var bunları hafız edecek, hoca edecek. Nasıl yetiştirecek? Bu hocadan ne gordu ise oyle yetiştirecek. Dolayısıyla sopanın ucuna yapışıp zorla ezberletmiş. Oyundan mahrum etmiş, uzerimize gelmiş, anam bize perde olmaya calışmış. Babamın niyeti cok guzel. Allah rızasından, peygamber rızasından başka duşuncesi yok. Ben oğlumu hoca yetiştireceğim diyen babam bu yolda butun vasıtalara başvuracaktır. Dolayısıyla bildiği neyse onu vasıta olarak kullanacaktır. Bu da baskıyla oğretme şeklinde ortaya cıktı.
Şimdi butun diğer hocalarımızda bu var. Yetersiz yetişme. Adam nasıl okutulur, bunun metodunu gormemişler, oğretilmemiş. Bugun benim gorebildiğim kadar Kur'an Kurslarımızda aynı duruma rastlanabilmektedir. Kur'an kursundan adamı mezun edip onun eline on tane de cocuk verip "onları hafız et" derseniz, benim babamdan fazla bir şey yapmayacaktır. Kavrayış aynı, tavır aynı, vasıta aynı olacaktır O halde Kur'an Kurslarında ders okutacak adamları İmam-Hatip Okullarından, İlahiyat Fakultelerinden, yahut kurulacak muesseselerden pedagoji okumuş, psikoloji gormuş, cocuğun dunyasını daha iyi tanıyan kişilerden secmeli, ama ona babanın da fedakarlığını şırınga etmeli. Eğer benim babamın aşkını, fedakarlığını ona veremezseniz o da ekmek vermez. Ben onun elinde kalmaktansa, babamın elinde kalmayı tercih ederim. Bu iki tip insanın bir araya gelmesi lazım. Bu cok zor ama başka da caresi yok. Sanıyorum okullarda ders veren papazlar, o cizgiyi aşmışlar. Bizim orijinalimiz de bu cizginin cok otesindedir. Cizginin altına sonradan duşurulmuşuz biz.
ALİ RIZA SAGMAN'IN GOZ YAŞLARI
ALTINOLUK: Bu hocalardaki tavır acaba kurak bir mevsimden kurak yıllardan yeni munbit bir ortama gelmenin eseri olabilir mi? Onlar herhalde bunu fevkalade bir nimet diye kucaklıyorlardı. Ne duşunuyorsunuz hocam?
KARAMAN: Bunlar bize "Yarınki kurtarıcılar" olarak bakıyorlar. Yarınki cengaverler, yarınki dovuşculer bizlerdik. Kendilerinin yapmak isteyip de yapamadıkları şeyleri biz yapacaktık. 1965 yılında uc tane ağır ceza davam devam ediyor. Ve okulda ben cok yaramaz bir talebe olarak tanınmışım ve oyle bitirmişim. Vurucu kırıcı falan şeklinde hatırlanıyorum. Şimdi imam olunca birden kendimi babamın yerine koydum. Kendimi birden cemaatin icinde bulmuştum. Samsun'a gitmiştim imamlığa yeni başladım daha. Samsun da kimse beni tanımaz diye saclarımı falan taramışım, boyle yuruyordum. Biri Naim Hoca diye caddenin karşısında bağırınca hemen anladım ki bu cemaatın elinden kurtuluş yok. Bu cemaat zarf, biz mazruf. Orada anladım ki bu cemaat bizi adam edecek. Şimdi donuyoruz geriye, en ağır cezada davalara duşunce dediler ki Ali Rıza Sağman hoca seni cağırıyor. Ben okulu 1959 yılında bitirmişim. Okulla alakalarım kesik. Ama kursuye falan cıkmışım 1960 ihtilalinin havası icinde atıp savuruyorum. Bir de beyaz cubbe yaptırmışım ki İstanbul'da ilk beyaz cubbe. Yaşım da genc, tuyu toparlak yeniyim daha. Boyle bir donemde Ali Rıza hocaya gittik. Eski tabirle, o devrin udebasından arkadaşları falan vardı. Kapıdan girince "Sen misin o yahu, sen misin o yahu, dedi" Bu ne demekti biliyor musunuz? Bunun anlamı "Sende adam olur muydun? Demekti. "Arap camii imamı demek sendin" dedi, sonra başladı ağlamaya. "Oğlum, dedi size bir zarar gelmesin. Soyleyin, yapın, edin, ama size bir zarar gelmesinden korkuyoruz" dedi. Anlat bakalım, ne dedin ne oldu dedi. Ben anlattım o ağladı. Etraftaki adamlar da ağlamaya başladılar. Yani hoca butun talebelerinden boyle bir şey bekliyordu, ama benden değil. Fakat beni de boyle gorunce gozyaşlarını tutamaz olmuştu. İşte bizim hocalarımızın bizim uzerimizde gosterdiği butun ihtimamın asıl nedeni buydu. Bugun bizler nasıl kendi aramızda sohbet edip, bazı meseleleri tartışıyorsak, onlar da oyle zannediyorum kendi aralarında sohbet edip, "Arkadaşlar bu elimize gelen tarihi bir fırsat. Aman bunlara ihtimam gosterelim. Şunu da oğretelim bunu da oğretelim falan diye konuşuyorlardı Ali Rıza hoca "Biz bunları yapamadık oğlum" dedi.
O CINARI BİLİYOR MUSUN?
Bakınız, o donemlerde bir adam beni evine cağırttı. Sultanahmet'te oturuyordu. Aşağı yukarı onbeş sene once. İki gozu kor. Bizim kasetleri dinlemiş, bu hocayı bana getirin demiş. Goturduler beni oraya. Bu adamcağız şapka inkılabının yapıldığı zaman İstanbul Muftuluğunde memurmuş. Kapıdan iceriye girince geldi benim yuzume ellerini surdu. Dedi ki, kasetlerini dinliyorum cok guzel şeyler soyluyorsun. Bizim yapamadıklarımızı yapıyorsunuz. Sonra şunu soyledi. Sultanahmet camiinin dikili taş tarafından girişinde bir cınar ağacı var ona hic dikkat ettin mi? Fark etmedim dedim. Şimdi buradan giderken o ağaca bak şimdi o dallar kırıktır. O dalları hayalinde yerine koy. Buyut o ağacı. Bir ulu cınar olsun. O ağacın dallarında kafalarında sarıklarla armut gibi hocaların sallandığını hayal et. Ondan sonra cık o kursuye ve konuş bakalım dedi. Bizden evvelkiler yapamadılar biz yapıyoruz zannetmeyin dedi. Sizin bulduğunuz zamanı bizde bulsaydık aynısını yapardık. Ama bizim bulduğumuz şartlarda siz olsaydınız belki imanınızı bile kaybederdiniz dedi. Şimdi o ağacın dallarında hoca kellelerinin sallandığı bir donemde gelen hocaya, onuc-onbeş yaşında bir delikanlıyı teslim edersem ona nasıl ihtimam etmez. İşte biz o ihtimamı gorduk. Sonra gidip o ağaca baktım. Sizin de aklınızda olsun, gidince dikkat edin işte o ağacta armut gibi hocaları sallandırıp asmışlar. Devam ederek, dedi ki "Beni karakola goturduler. Karakoldaki komiser verdiğim cevaplardan hoşnut olmayıp kafama darbeler indirdi ve iki gozumu kaybettim dedi. Sorgu sual yok şimdi. Bu adamın hakkını kim arayacak? Bu adam o tazyikin elinden kurtulmuş, eline genc bir cocuğu vermişler ona nasıl herşeyini vermez? Cenab-ı Hak bize oyle ağacları gosterip, boyle imtihan etmesin. Biz bu imtihanın icinden biraz zor cıkarız
ALTINOLUK: Biz galiba yaşadığımız şartları onlar kadar şiddetli gormuyoruz Veya şiddetin farkına varmıyoruz Dolayısıyla karşımızda ki talebelere, aynı yaklaşımı gosteremiyoruz. Biraz refahın ve rahatlığın dezavantajını yaşıyoruz gibi.
KARAMAN: Cami koşelerinde kilimle cevrilmiş yerde, yirmidort saatini cocuk okutmaya ayırmış bir hocaefendiyle modern binalarda kırkbeş dakikalık dersi nasıl geciririm diyen hocayı yanyana getirmek lazım. Fark biraz da burda.
ALTINOLUK: Bir de acaba kaybediyoruz endişesi icinde mi idi sizin hocalarınız? Yani elimizde son toprak parcasını bulunduruyoruz dava elden gidiyor diye mi duşunuyorlardı?
KARAMAN: Tabii şunu kabul etmek lazım ki İstanbul İmam-Hatip Okulu Turkiye'de ilk defa acıldığı zaman toplanan kadro, Anadolu toprağında Osmanlı muderrislerinin en son temsilcileriydi. Fakat bunlar hakikaten cok guclu temsilcilerdi. Bir Ali Rıza Sağman'ın Bekir Haki'nin bir Omer Nasuhi'nin yerine koyacak adamımız yoktu bizim. Şimdi bu insanlar bir Necip Fazıl, Said Nursi Mahmud Sami ve bunlara benzeyen Turkiye de ucu beşi gecmeyen yıkılmamış ayağa kalkma gucune sahip olanlar davayı omuzlayıp ayağa kaldıran insanlar olmuşlardır. Ayakta kalmak, bitmemek, tukenmemek başka bir mesele.
Bu sadece ilimle, diplomayla olmuyor. Bu cok derin bir iman istiyor. Bizim hocalarımızın hepsinde cok derin bir iman vardı. İlim yetmediği icin pek coğu yıkıldı. Foteri başlarına gecirip fotoğraf cektirenler oldu. Hatta ihtilalcilerin emrinde, kazalardan gelip, "Kadınlar carşaflarını cıkartmalıdır" diyen medrese-i mutehassisin mezunu adamlar vardı. Bizim hocalarımızdan hic birisine bunu yaptıramazlardı. Turkiye'nin en seckin insanlarıydı. Bir daha oyle seckin bir kadroyu bir araya getirmek cok zordur.
ALTINOLUK: Siz goreve ne zaman başladınız hocam?
KARAMAN: 1962 senesinde goreve başladım. İki sene de askerliğim var. Tam ihtilalin olduğu sıraydı. Askerlik yaşımızın gelmemesine rağmen bizi toplayıp goturduler. İlk imamlığa Sarıyer'de başladım. İki-iki bucuk sene orada gorev yaptım, daha sonra Arap camiine geldim. 1967'den sonra da vaiz olarak calışmaya başladım. Gorevimi hep İstanbul'da yaptım.
CEMAAT UZERİNE GOZLEMLER
ALTINOLUK: Hocam goreviniz hep İstanbul'da olduğuna gore bize İstanbul cemaatını bir değerlendirir misiniz? Nasıl buluyorsunuz cemaatı?
KARAMAN: Efendim bizim payımıza duşen kesit tabi kucuk. 1940-45-50'lerin cemaatıyla bu gunu karşılaştırabilsem daha iyi olacaktı. Fakat ben onu yapamıyorum. 1960'dan sonrasını değerlendirebiliyorum. Şimdi Musluman-Turk cumhuriyetlerinde cemaatın yuzune baktığımız zaman insanların yuzunde bir cizgi olmadığını goruyoruz. Ne seviniyor, ne uzuluyor, ne ağlıyor, ne guluyor. Boyle donuk donuk bakıyor. Bu, şaşalayan bir insanın goruntusudur. Bu demektir ki, bu adamın arzusu da yok. İstediği de yok, istemediği de yok. Şimdi zannederim 1960 oncesi cemaatlar bu noktaya biraz daha yakındı. Genelde boyleydi ama, istisnalar kaideyi bozmaz. Ona bakarsanız Turkiye Cumhuriyetlerde de tekkeler ve tarikatlar var. Bunlara da sorduğunuz zaman, Mustafa Kul diye bir hoca var, dedi ki "Burada cemaat olarak Nakşiler var, Kadiriler var. tekkeler calışıyor. Ama hepsi yer altında. Mevcut cemaatı da onlara borcluyuz" dedi. Şimdi Turkiye'de boyle cemaatlar vardı o zamanlar. Bu gun de cemaat var, yarın da olacak. Ama genelde cami cemaatından kesiti aldığımız zaman bugunku cemaat ile o gunku cemaat arasında fark cok buyuk. Hocanın sakalı bıyığı vesairesi muhimdi o zaman. Bugunku cemaatın gundeminde başka şeyler var tabii. Şimdi artık şeref var, izzet var, devlet var, gaye var, hakimiyet var, ekonomik gucu elde etme var, kaynaklara inme var. Yani o gunku cemaat ile bu gunku cemaat olu ile diri gibi yani. Aradaki fark bu gunku cemaatın lehine cok buyuk. Tabii burada, genel kultur meselesi var. İslÂm ulkeleri arasında iletişimin gelişmiş olması meselesi var. İslÂm ulkelerinin bir coklarının bağımsızlıklarına kavuşması meselesi var.
ALTINOLUK: Hocam genellikle iletişimden şikayet ederiz. Televizyon tahrip ediyor, gazete tahrip ediyor diye. Yaptığınız acıklamalara bakınca biraz da sahip olamıyoruz diye şikayetleniyoruz demek doğru olur mu? Sahip olabilseydik şimdi İslÂm cemiyetleri cok daha ileride mi oturdu?
KARAMAN: Efendim tabii, Turkiye'de konuşulan bir hadise oldu yıllardan beri. İslÂm cemaatında geniş capta hala revacta olan bir tutum vardır. Yahudiler şoyle, masonlar boyle yaptılar diye. Komunistler, ihtilalciler şunları yaptılar gibi. Ben hataları kendimizde ararsak daha cabuk kalkarız ayağa diye duşunuyorum. Duşman masum değil tabii, ama yılan sokar, akrep ısırır, kopek dalar. Duşman duşmanlığını yaptı, ama biz kendi payımıza duşen neyi yaptık, neyi yapamadık bunu test etmek gerek. Şimdi televizyon meselesi bir tekniktir. Televizyondan mevlit okunabilir, memleketin vaizleri konuşmalar yapabilir, Allah'ın yolunu anlatın, eğitim faaliyetleri yapın, meydan acık. Bunları duşman yaptığı zaman da saldırıyoruz biraz da duşmanı bilmiyoruz. Efendim Ahmet Bey, Mehmet Bey bunu nasıl yapar, diyoruz. Bizden olmalarına rağmen kahrediyorlar falan filan. İyi ama Ahmet Bey, bizden değil ki. Boyle bir safiyeti yaşadığımız oluyor. Sanıyorum iletişim vasıtalarından istifade etmemiz-etmememiz diye bir durum sozkonusu olmaz. Cunku bu bir ihtiyactır. Teneffus ettiğimiz hava gibi buna muhtacız.
"BANA KİM YARDIM EDECEK?"
ALTINOLUK: 1960 oncesi cemaat ile bu gunku cemaatı değerlendirirken cok onemli bir fark olduğunu soylediniz. Altmış oncesi cemaat ayaklarının ucuna bakarken bu gunku cemaat kureselleşmiş şu dunyaya tepeden bakabiliyor. Ve benim sistemim, benim nizamım da olsun duşunce/erini taşıyor. Bu gercekten buyuk bir fark. Ama bir de bunların dışında, dine bağlılık, dini yaşamak bakımından karşılaştırsanız. Yani o gun icin "Allah adına" dediğiniz zaman kac kişi size cevap verirdi, bu gun kac kişi verir?
KARAMAN: Bazı istisnalar haric butun peygamberler geldikleri zaman "Bana kim yardım edecek?" diye sormuşlar. Peygamberimiz de sormuş. İslÂm cemaatının damarındaki kan "Bana kim yardım edecek?" sualiyle, o suale cevap verecekler arasındaki iletişimdir. "Bana kim yardım edecek?" diyen varsa bu bunu soran coksa, bu soruya da cevap alınıyorsa oradaki İslÂm ayaktadır. Şimdi altmış oncesi cemaatta bir tek ağız vardı bana kim cevap verecek diye soran. Toplasanız 50 tuccar vardı, İstanbul'da. Bu gun oyle değil. İstanbul buyudu ama, "Bana kim yardım edecek?" diyen ağız da coğalmıştır. Bu suale cevap verenlerin sayısı ve cevapların değeri de artmıştır. Dunku cemaatların dindarlığında bir fark var; onlar buyuk bir ateşin icinden cıktıkları icin, sayıca az olsalar derin iman gosterisi bakımından onlar biraz daha som olabilir. Ama genellemeye gittiğimiz zaman bu gunku cemaatın icerisinde o derecede imana sahip insan sayı bakımından da daha coktur, hizmet bakımından da cok daha geniş bir alana yayılmıştır. Ben bu gunku cemaatın daha hayat kabiliyetine sahip olduğunu, daha hararetli daha dinamik olduğunu muşahade ediyorum. Ben kendi hesabıma bugunku cemaat, bugunku meydanla o gun olsaydı Turkiye bugun bir başka yerde olacaktı. Ve bu cemaat bu gun o zamandan bu gune kac yıl gecmişse o kadar sene sonra Turkiye'yi bir yere taşıyacaktır. Bizi yetiştiren hocalarımızın yerlerini dolduramamamıza rağmen, yani bizim yetersizliğimize rağmen bu gunku cemaat Turkiye'yi bir yirmi sene sonra cok farklı bir yere gotureceğimize inanıyorum. Butun mesele "Bana kim yardım edecek?" diyen ağızların ihlasla acılması ve o ağızlara cevap verilmesi. Ve bu, bulunuyor elhamdulillah. Bu gun Turkiye'de bulunuyor ama gidin Kırım'a sorun aynı soruyu, susuyor herkes. Cok nadir insanlar bulabilirsiniz. İşte Elli oncesi Turkiye boyleydi. O gunun Turkiye'si icinde bugunun yardım eden bin ağzından bir tek ağız daha kıymetliydi. Cunku varlık-yokluk meselesi soz konusuydu. Dolayısıyla bu gunun ağızlarından birisiyle o gunun ağzını karşılaştırmak cok zor. Cunku o cok değişik şartların icinden konuşmuş. O gunun ağzı "Ben yardım ederim" demiş, sanki bir havari gibi. Tabii o gunku hocaların gundemiyle bu gunku hocaların gundemi de cok farklı. Bu gun hocalar aktuelde karşı cıktığı bir meseleyle kursude kavgaya girebiliyor. O gun bu mumkun değildi. Bu gunku hoca kursuye cıktığı zaman bu hafta gundemde ne vardır, cemaatın kafasını karıştıracak ne hadiseler oldu, bunları nasıl durultabilirim, diye konu arıyor. O gunku hoca kursuye cıktığı zaman neye dokunsam sabuna dokunmuş olurum, neye temas etsem suya elimi surmuş olurum diye duşunmek zorundaydı. Bu hocayı suclamak icin değil, şartlar oyleydi. Belki bizleri o gune goturseler, hoca yapsalar, belki "Allahu ekber" diyemezdik. Yani bilemiyoruz.
İLGİNİN MAHİYETİ DEĞİŞTİ
ALTINOLUK: Hocam Elliler dunyasıyla Doksanlar dunyasında nufusta bir artış oldu. Yani "Ben varım" diyen ağızlarda nufusa paralel bir artış var mı, yoksa biz zarar da mı gozukuyoruz?
KARAMAN: Efendim kardayız. Şimdi iki şey oldu. Birincisi devletleştirme dediğimiz, az bucuk elde kalmış, terakum etmiş sermayeyi donmelere ve Cumhuriyet rejimine payanda olacak kimselere tahsis etme vasıtası olan ekonomik duzen kurulduktan sonra Turkiye'de uzun yıllar muslumanlar dayanak bulamadılar. Sermaye, kurulmuş duzenle devamlı transfer ediliyor donmelere. Diğer bir ifadeyle Osmanlı aristokrasisinin yerine cumhuriyet kendi aristokrasisini icad etmek icin modeller buldu. Buna devletcilik, dedi, ekonomik sistem dedi. 1950'lerden sonraki gelişmeler, şahısların gayretlerinden ote dunya konjonkturuyle ilgiliydi sanıyorum. Muslumanlar sermayeye sahip olmaya başladılar, fabrikalar kurmaya başladılar. Şirketleşme dediğimiz hadisenin değeri anlaşıldı. Muslumanların elinde bir sermaye terakum etmeye başladı. Uc misli nufusun arttığını farz edersek o gun uc kuruş veren bu gun dokuz kuruş vermesi gerekirken bu ve benzer sebeplerle dokuz yuz kuruş, dokuz bin kuruş verilmeye başlandı. Bunu nufus artışıyla izah etmek mumkun değil. Nufus bir faktordur. İkinci bir faktor sermaye terakumunun muslumanlara doğru kaymasıdır. Ucuncu bir faktor, muslumanların teşkilatlanmayı zaruret olarak gormeye başlamalarıdır. İzzet imkanı, iktidar imkanı, hakimiyet imkanı doğmasıdır. Dorduncu bir faktor İslÂm ulkelerinde genel bir bağımsızlığa kavuşmanın ve genel bir iletişimle İslÂm ulkelerindeki fikrî gelişimin Turkiye'ye doğru akmasıdır. Bu akmasıdır. Bu akıntı da muslumanları korukledi. Ve bugun verilen şey sadece ve sadece dini maksatla değildir. Hakimiyet maksadı vardır. Zilletten kurtulma maksadı vardır. Buna benzer pek cok şeyler vardır.
GENCLİĞE ULAŞMAK
ALTINOLUK: Hocam elimizdeki istatistiklere gore Turkiye'de otuz yasın altındaki nufus oranı Turkiye nufusunun yuzde 63'u. 44 yaşın altındaki %80. Yani 44 yaşına kadar genc sayarsanız "nufusun %80"i genclik kesimine giriyor. Bu gun muslumanların onunde bir genclik problemi olmalı mı, var mı? İslÂmla gencliğin buluşup buluşmaması acısından yuzde 80 genc nufusa gore bir gelişme muşahede ediyor musunuz?
KARAMAN: Ben yıllardır genclik meselesini İslÂm cemaatının bir parcasıdır diye duşunmuşumdur. Yani vaazlarımızda, bir paragraf acacak olursak "Cocuklarımız adam olmadıysa biz adam olmadığımızdandır" diye soylerim. Tabiatıyla genclik de bir zumredir, yonelişleri vardır, ihtiyacları vardır, bircok duyguları kendi cağına goredir. Onların problemlerinin olması doğaldır. Ve onlara, halka gore daha değişik bir şekilde yaklaşmamız iktiza eder. Bu yapılıyor da. Ama daha ziyade konu iletişim vasıtalarıyla ilgili. Yani oturduğunuz yerden genclere varamazsınız. Dergi kafi değil, gazete ister, gazete kafi değil, TV. ister, TV. kafi değil, belki video kaset ureten birimlerimizin bulunması icap eder. Mahallelerdeki camilerin, genclerin isteklerine cevap verecek unitelere sahip olması gerekir. Aleyhissalatu vesselam efendimizin mescidindeki hadiseleri biliyorsunuz. Mesciddeki hadiseleri, oyunları, gureşleri, o kalkan ve kılıcları... Efendimizin onları seyredişini. Şimdi kendi camilerimizde toplamak istediğimiz insanların, genclerin, kadınların, cocukların, ihtiyarların ihtiyaclarına cevap verecek uniteleri duşunmemiz lazım. Turkiye'de ibadethanelerin yapımında cok buyuk masrafların yapıldığını, fakat fonksiyonel unitelerin camilere kazandırılmadığını goruyoruz. Camiye iki minare yapıyoruz. Bir minare bugun yaklaşık 80 milyon lira. Yanına bir 80 milyon daha gommek yerine camiye bir medrese, bir misafirhane, bir aşhane, hangisi luzumluysa onu yapmak gibi genclerin imdadına koşmalıyız. Bizim genclik meselelerine biraz gozlerimiz tıkalı. Coğu zaman azarlayan bir tavrımız oluyor. Sanki duşmana yamanmış bir ordu gibi bakılıyor. Halk icinde boyle olduğu gibi, eğitimcilerde de gerekli tolerans yok. Kanaatimce biz kendi hatamız yuzunden kaybediyoruz. Turkiye'de gundemde olan her meselenin gundemde olması gerektiği gibi bu meselenin de bizim gundemimizde olması gerekir.
ALTINOLUK: Hocam herşeye rağmen camilerde yaş ortalaması duştu. Siz acaba minberlerdeki, mihraplardaki hoca efendilerin bu genc nufusla yaşlarıyla da irtibatlı bir ilişki kurduklarını duşunuyor musunuz?
KARAMAN: Cok acı bir şey ama genelde değil. Genelde hocanın camideki cemaatın yaşlısıyla genciyle pek bir alakası yok. Bu eğitimciler olarak bizim acığımızdır. Hoca cemaati inşa etmeyi gundemine almamış henuz. İş yerlerinin bulunduğu yerlerde cemaatın yaş ortalaması cok duşuk. İkamet edilen yerlerde bu ortalama yuksek. Bunun icin de sanayi siteleri gibi yerlerin pilot olarak secilmesi, bu yerlere sosyal yonu kuvvetli hocaların gonderilmesi, bu hocaların işyerlerinde cemaatını ziyaret etmesi, camilere teşvik etmesi gerekir, diye duşunmuşumdur. Bu, mahallelerdeki cemaatın yaş ortalamasını da duşurecektir. Camilerdeki muezzinlere, hocalara, vaizlere, eğitim verilmesi gerekir kanaatindeyim. Hocalarımız cok zor vaaz dinler. Hocalarımız her şeyi bilir. Aslında bilir de. Ama bu işin bir aşk tarafı var ya, bir mangalın yanması olayı var ya, işte onu bulmak lazım. Mangalı yakmak kitapla olmaz. Nasihatlaşmayla, sohbet halkalarıyla, pek ozel dediğimiz cemaatlarda kumelenmeyle olur. Bugun cemaat cok yerde hocaları aşmıştır. Bugun cemaatı uce beşe katlayan cemaat mevcuddur. Hoca bunu goruyor ama cemaata yetişeyim diye bir kaygısı yok. Hocanın okuyup surekli kendisini yetiştirmesi gerekir. Bunun yanında cemaata cok guzel hizmet veren arkadaşlarımız da mevcuddur. Şimdi oyle şeylere şahid olmuşumdur ki, bir camiye mesela bir imam geliyor, cemaat Kırım'daki cemaate donuşuyor. Sonra bir bakıyorsunuz başka bir imam gelmiş, giden imam kadar da ilmi yok ama, adamın mangalı yanıyor. Cemaatta bir canlanma, bir gencleşme yaşanıyor.
CEMAAT DA İMAMI YETİŞTİREBİLİR
ALTINOLUK: Hocam hakikaten camilerdeki gorevlilerin mesuliyeti buyuk. Şimdi camide imam olsun, muezzin olsun, yaptığı hizmetin icinde kendisi olmalı, gonlu olmalı. Bu olmadığı zaman kupkuru, resmî bir şey oluyor. Yani bu gorevlileri aynı zamanda bir gonul eri olarak yetiştirip oraya koymanın yolunu nasıl bulacağız?
KARAMAN: Bu tasavvufsuz olmaz. Tek yol değildir belki ama tasavvuf duygu olarak tek yoldur. Bizim okuduğumuz şeylersiz olmaz. Onlar malzeme ama bu malzemeye gonlu yerleştirecek olan tasavvuftur. Hocanın kuruluğunun sebebidir zaten. Burada gonul ehli makamındaki bir takım cemaatlara da imamlara uzanmak duşuyor. Eğer gonul ehli isen, camideki imam isterse resmi gorevli olsun, asıl gorevli sensin. İmam Efendi eğer boyle gonul ehli bir cevreyle tanışacak olursa uc beş ay sonra o imam efendinin her şeyi değişecektir. O imam kapıya cıkıp zeytin satmaz artık. Ve o imamın gence bakışı değişir. Bizim okuduklarımızda tasavvufla ilgili birşey yok ki. Biz malzeme okuduk. Tasavvufla ilgisi olmayıp da o cevreden birkac kişi ile tanışan imamın bile cehresi değişmektedir. Bir de gonul cevresinin gobeğine duştuğunu duşunun. Yalnız şurası var ki, hocanın gobeğine duştuğu yer aynı zamanda hocayı doyuracak bir malzemeye de sahip olmalıdır. Boyle olunca hocanın mangalı yanmaya başlar o cemaatın da cehresi değişir. Bir de gozu yaşlı hocalar, İmam-Hatip okulunda olursa, talebeye ana gibi, baba gibi bakarsa, kıvam değişmeye başlar.
Ben kaybedilmiş bir imam tanıyorum. Yani ideal imam tipinden oldukca uzak birisi. Bir cemaat el attı bu imama ve şimdi benim idealimdeki imam haline geldi. Bir sene icerisinde imam canlandı. Aynı imam cemaatına "Bunlardan iş cıkmaz" gozuyle bakardı. Ben hocaya "Sen bu cemaatın peygamberi gibisin, hic bir peygamber ummetine senin cemaatına soylediğin gibi soylemez" derdim. "Hocam bırak bunları" derdi. Bu imam şimdi bir ateş parcası, bir gayret sahibi oldu ki bir ideal imama donuştu. Tabii Diyanetin din hizmetini anlayış tarzını da değiştirmek lazım.
ALTINOLUK: Hocam diskotekler genclerle dolu. Buna rağmen gelecekten umidli misiniz? Camiler doldurulabilir mi Turkiye'nin geleceğinde. Pek cok insanda "Gencliğimiz elden cıkıyor" gibi bir kaygı var.
KARAMAN: Şimdi diskotekteki adamla camideki adam arasında soğan zarı kadar fark vardır. Ben omru meyhanelerde gecen, dolandırıcılık ve sahtekarlıkla hayatını geciren adam tanıdım ki, bu adamın ya bir eroin sarhoşluğu icinde, yahut pis bir yerde mutlaka heder olup gitmesi lazım gelirdi. Bu gun namazını kılan ihlaslı bir muslumandır. İflah olmaz adamları biz gonul ehliyle, gozu yaşlı insanlarla, biraz da comertlikle camilerimizde ihtiyaca cevap verecek unitelerin kurulmasıyla hayatı kazanabiliriz.
İslam ve İhsan