
Hûd Suresi 10. ayeti ne anlatıyor? Hûd Suresi 10. ayetinin meali, Arapcası, anlamı ve tefsiri...Hûd Suresi 10. Ayetinin Arapcası:وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌۙ
Hûd Suresi 10. Ayetinin Meali (Anlamı):Fakat başına gelen bir darlık, dert ve sıkıntıdan sonra kendisine bir nimet tattırsak, hic şuphesiz bu defa: “Butun kotulukler, dertler, belÂlar bir daha gelmemek uzere beni bırakıp gitti” der. Boylesi, dengesiz bir sevinc icinde tam bir şımarıktır, boburlenip duran mağrurun tekidir.
Hûd Suresi 10. Ayetinin Tefsiri:Allah TeÂlÂ, gokleri ve yeri altı gunde yani surelerini aklımızla belirlememiz mumkun olmayan altı kozmik devirde yarattı. (bk. A‘rÂf 7/54) Bunları yaratmaya başlamadan evvel arşı ve suyu yaratmıştı. “Arşı ise daha once su uzerinde idi” (Hûd 11/7) ifadesi buna işaret eder.Ancak bu ikisinden hangisinin daha once yaratıldığına dair bir bilgi yoktur. Resûlullah (s.a.s.) yaratılışın başlangıcı hakkında şoyle buyurur:
“Allah vardı, O ’ndan başka hicbir şey yoktu. Arşı da su ustunde idi. Daha sonra gokleri ve yeri yarattı ve Levh-i Mahfuz ’da her şeyi yaz­dı.” (BuhÂrî, Bedu ’l-Halk 1)
“Allah ’ın arşınının su uzerinde olması” mes ’elesi;
› Zaman
› Su
› Arş kavramları acısından incelendiğinde, bundan farklı yorumlar cıkarılabilmektedir.
Eğer Âyette kastedilen zaman kÂinatın yaratılışından once ise, o takdirde “su” kelimesinin burada bir istiareden ibaret olduğunu ve arş gibi onun da gercek niteliğini bilemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekir. KÂinatın ilk yaratılma aşamalarında ise, bizim dunyamızın “su” kavramına oldukca yaklaşmış oluruz. Cunku bugun bilim dunyasının ortak kanaati haline gelmiş ve oldukca ciddi kanıtlarla desteklenen teoriler, kÂinatın sıfır hacim ve sonsuz yoğunlukta, trilyonlarca derece sıcaklıkta bir kozmik corbadan yaratılmış olduğu ve daha sonra da adım adım atom parcacıklarının inşa edildiği yonundedir. Buna gore kÂinatın ilk donemlerinde, madde butunuyle hidrojen cekirdeklerinden ibaretti ki, hÂlen de kÂinattaki maddenin dortte ucunun hidrojenden ibaret olduğu hesaplanmaktadır. Hidrojen ise suyun hammaddesidir; kelimenin koku “su”dan gelmekte ve hidrojen adı da “suyu doğuran” anlamını taşımaktadır. Bu acıdan yaklaşıldığında, kÂinatın uzun cağlar boyunca ağırlıklı olarak hidrojen uzerinde tecelli eden ilÂhî irade ile şekillendiğini ve suyun hammaddesi ile goklerin ve yerin yaratılarak bugunku hÂlini aldığını soyleyebiliriz. Eğer Âyetteki ibÂre “yerin yaratıldığı” zamana işaret ediyorsa, bu defa, bizim bildiğimiz suya iyice yaklaşmış oluruz. Her uc halde de suyun yaratılış icin taşıdığı onem ÂşikÂrdır. “Arş” kelimesine gelince, Allah ’ın kudret ve hÂkimiyetini ifade etmesi itibariyle bu kelimenin su ile ilişkisi de acıktır. Cunku Allah ’ın ilim, irade, kudret ve rahmetinin eserleri, butun ihtişamıyla, hayat uzerinde kendilerini gostermektedir ve hayatta suya bağlıdır. Nitekim Enbiy sûresi 30. Âyette buna acıkca işarette bulunulmuştur. (Kandemir ve diğerleri, s. 750-751)
Arşın, suyun, goklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin yaratılma maksadı, akılla donatılıp sorumlu kılınan insanı imtihan etmek ve bunlar icinde en guzel amel işleyenleri secip ortaya cıkarmaktır. Efendimiz (s.a.s.) ’in beyÂnıyla: “Hangisinin akılca en guzel, Allah ’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en muttaki, O ’nun taatine koşmada en suratli olduğunu belirlemektir.” (Suyûti, ed-Durru ’l-Mensûr, IV, 404) Buna gore aklı, yenip icilecek rızkı değil, yaratılışın esas hikmeti olan en guzel amelin hangisi olduğunu tespit ve onun yapılması istikÂmetinde kullanmak gerekir. Cunku CenÂb-ı Hak bu nimetlerin hepsini bir hikmete bağlı olarak ihsan buyurdu. İnsanlar, dunyada bunlarla imtihan olunacak, oldukten sonra dirildiğinde bu imtihanın neticesine gore bir muameleye tabi tutulacaktır. Bunun, hayat ırmağının akacağı mecburi bir mecr ve icine dokuleceği zaruri bir son olduğunda şuphe bulunmamakla beraber, akıl ve iradelerini kufur katranıyla iyice kapatmış olanlar bu gerceği kabul etmez ve bunun, gercekle alakası olmayan apacık bir duzmece olduğunu soylerler. Bu hakikatleri haber veren Kur ’an ’ın, cahil insanları aldatmak, onları dunya zevklerinden ve nefsÂnî hurriyetlerden mahrum bırakmak suretiyle uzerlerinde baskı kurmak icin uydurulmuş bir hile, bir oyun ve duzmece bir soz olduğunu iddia ederler. Cunku onların anlayışına gore olenin bir daha dirilmesi olacak şey değildir. Bu sebeple muşrikler, zaman zaman Peygamberimiz (s.a.s.) ile alay etme niyetiyle başlarına helak edici musibetler getirmesini istiyorlar; bekledikleri musibet hemen gelmeyince de yine alayvÂrî bir şekilde: “Ne oluyor, nicin azap gelmiyor? Onu alıkoyan, gelmesini engelleyen nedir?” diyorlardı. Halbuki acele etmelerine gerek yoktur. Cunku azap geldiğinde onları her yonden cepecevre kuşatacak ve kimsenin bunu onlardan geri cevirmeye gucu yetmeyecektir.[1]
İnsana gelince o, kendine guvendiği kadar cok guclu ve dayanıklı bir varlık değildir. Olum, toplu helak, kıyÂmet gibi buyuk felaketler şoyle dursun karınca ısırması gibi en kucuk bir sıkıntı bile onun dengesini bozmaya ve umitsizliğe duşmesine yeter:
وَلَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ اِنَّهُ لَيَؤُۧسٌ كَفُورٌ ﴿9﴾ وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَاۤءَ بَعْدَ ضَرَّاۤءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪ي اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ ﴿10﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اُوۨلٰۤئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ ﴿11﴾
9. Biz insana tarafımızdan bir nimet tattırır, sonra da bunu elinden cekip alıversek, bu takdirde o tamÂmen umitsizliğe kapılır, olabildiğine nankor kesilir.
10. Fakat başına gelen bir darlık, dert ve sıkıntıdan sonra kendisine bir nimet tattırsak, hic şuphesiz bu defa: “Butun kotulukler, dertler, belÂlar bir daha gelmemek uzere beni bırakıp gitti” der. Boylesi, dengesiz bir sevinc icinde tam bir şımarıktır, boburlenip duran mağrurun tekidir.
11. Ancak her iki halde de sabredip Allah ’ın razı olacağı doğru, yerinde ve guzel ameller işleyenler boyle davranmazlar. Onlar icin bağışlanma ve pek buyuk bir mukÂfÂt vardır.
Bu ayetler, hidÂyeti bulamamış insanın, sahip olduğu nimetleri elinden kaybedince icine duştuğu ruh halini resmetmektedir. Gercekten insana bir nimet gelip, sonra da geri alındığında umitsizliğe duşer ve nankorluk eder. Gelecek hakkında butun umidini kaybeder. Gecmişi de hemen unutur, şukretmez ve tamamen nankor biri oluverir. Daha once verilmiş olan nimetlerin hepsini inkÂr etmeye varıncaya kadar ileri gider. Halbuki elindeki o nimetler, yuce Allah ’ın kendisine karşılıksız bir bağışı idi. Bunu hatırına getirmez, gunaha girer fakat tevbe etmek de aklına gelmez. Dolayısıyla ayetlerin oluşturduğu tablo, dar goruşlu ve aceleci insan yapısını tasvir etmekte ve bize onu gercek yonuyle tanıtmaktadır. Yine ona, bir sıkıntıdan sonra hoş bir nimet tattırılırsa, mesela hasta iken iyileşir, fakir iken zenginleşiverir, zayıf iken guclenir, vazifeden azledilmiş iken yeniden onemli bir goreve atanırsa kesinlikle: “Butun kotulukler, dertler, belÂlar bir daha gelmemek uzere beni bırakıp gitti” (Hûd 11/10)der. Bir daha başına hic sıkıntı gelmeyecek zanneder. Sevinir ve şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır. Verilen nimetin hakkını eda edecek ve şukredecek yerde, onunla insanlara ustunluk taslamaya calışır.
Fakat ayetlerde bir grup insan, tasvir edilen bu insan tiplemesinden istisna edilmektedir. Onlar zor ve sıkıntılı gunlerde sabredenlerdir. Bunlar sıkıntılı gunlerde sabrettikleri gibi, nimetli gunlerde de nimetin şukrunu yerine getirme hususunda sabretmişlerdir. Zira insanların coğu sıkıntılara katlanabildiği halde, nimetli gunlerde sabırlı davranarak gurura kapılmayan ve şımarmayan insanların oranı cok kucuktur. Dolayısıyla her iki durumda da iyi işler yapanları, yani zor gunlerde sıkıntılara gonul hoşnutluğuyla katlanıp sabırlı davrananlar ile buna karşılık nimete eriştiklerinde şukredip başkalarına iyilik edenleri bağışlama ve buyuk mukÂfat beklemektedir. Şu bir gercektir ki, insan nefsini, kÂfirliğin gostergesi olan sıkıntılı gunlerdeki umutsuzluktan ve fÂsıklığın gostergesini oluşturan rahat gunlerdeki şımarıklıktan koruyan tek muessir guc, iyi amellerle kendini gosteren ciddi bir imandır. Zira boyle bir iman, insan kalbini sıkıntılı gunlerde de nimetli gunlerde de aynı doğrultuda tutar, onu her iki durumda da yuce Allah ’a bağlar; ne sıkıntıların darbeleri altında sarsılmasına izin verir ve ne de nimetlerin oluk oluk aktığı gunlerde boburlenip kibirlenmesine musaade eder. (Seyyid Kutub, Fî ZılÂl, IV, 1860) Her iki durum da mu ’min hesabına ayrı birer hayırdır. Boyle bir durum, yani darlıkta ve bollukta cifte mutluluk sadece mu ’minler icin sozkonusudur. Bu gerceği beyÂn sadedinde Allah Rasulu (s.a.s.) şoyle buyurur:
“Mu ’minin durumu gıbta ve hayranlık vericidir. Cunku her hÂli kendisi icin bir hayır sebebidir. Boylesi bir ozellik Sadece mu ’minde vardır. Sevinecek bir şeye nÂil olsa şukreder, bu onun icin hayır olur. Başına bir bel gelecek olsa sabreder, bu da onun icin hayır olur.” (Muslim, Zuhd 64)
Her turlu şartlar altında boylesi bir sabır ve şukur halinin devamı hususunda Allah TeÂlÂ, Peygamberimiz (s.a.s.) şahsında butun mu ’minleri şu şekilde uyarmaktadır:
[1] Âyette gecen اُمَّةٌ مَعْدُودَةٌ (ummetun ma‘dûdetun) ifadesinde yer alan “ummet” kelimesine pek cok mufessir “zaman, sure, vakit” mÂnaları vererek ibareyi “belli bir sure, belirlenmiş bir vakit” şeklinde anlamışlardır. Bu doğrudur. Bununla birlikte “ummet” kelimesinde “nesil, cemaat; belli bir din ve gaye etrafında ve bir onderin liderliğinde bir araya gelmiş duzenli bir grup” mÂnaları vardır. Buna gore Âyet-i kerîme bize şu mÂnaları hatırlatmaktadır: Bir neslin yaptığı kotuluklerin cezası hemen o kotulukleri yapanlara verilmeyip daha sonraya ertelenebilmektedir. Mesela Âyeti ulkemizdeki gelişmeler ışığında ele almak gerekirse Cumhuriyet doneminde boy veren zehirler Tanzimat doneminin tohumlarıdır. Bir donemde ekilen fitne fesat tohumlarının belÂsını sonraki nesiller cekmişlerdir. Yine Cumhuriyetin başından beri atılan yanlış adımların belÂsını bizler cekiyoruz. Aslında bu durum, Âyetlerde yer alan: “Kimse bir başkasının suc ve gunah yukunu cekmez ve onunla yargılanmaz” (FÂtır 35/18) ilkesine aykırı değildir. Ornek vermek gerekirse, sigara icen hamile annenin bebeğine zararı bulunmuyor mu?
Hûd Suresi tefsiri icin tıklayınız...
Kaynak: Omer Celik Tefsiri
Hûd Suresi 10. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler icin tıklayınız...
İslam ve İhsan