Âl-i İmrÂn Suresi 26. ayeti ne anlatıyor? Âl-i İmrÂn Suresi 26. ayetinin meali, Arapcası, anlamı ve tefsiri...Âl-i İmrÂn Suresi 26. Ayetinin Arapcası:قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Âl-i İmrÂn Suresi 26. Ayetinin Meali (Anlamı)e ki: “Ey mulkun gercek sahibi olan Allah! Sen dilediğine mulku verirsin, dilediğinden mulku cekip alırsın; dilediğini yuceltip aziz kılar, dilediğini alcaltıp zelil edersin. Butun hayırlar yalnız senin elindedir. Şuphesiz sen, her şeye kÂdirsin.
Âl-i İmrÂn Suresi 26. Ayetinin Tefsiri: اَلْمُلْكُ (mulk) kelimesi; “peygamberlik, kudret, idare etme kuvveti, zafer, hÂkimiyet, ilim, servet, itibar, akıl ve sıhhat gibi maddî ve manevî imkÂnlar” mÂnalarını ihtiva eder. Buna gore مَالِكُ الْمُلْكِ (mÂliku ’l-mulk) olan Allah TeÂlÂ, sayılan bu imkÂnların hepsinin mutlak olaraksahibidir. O, bu nimetlerden istediği kullarına dilediğini vermekte nihÂyetsiz bir kudret ve iradeye maliktir.
Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili iki rivayet şoyledir:
Birincisi; Mekke ’nin fethi uzerine Allah Resûlu (s.a.s.), ummetine, bir gun Bizans ve İran imparatorluklarını ele gecireceklerini mujdelemişti. Bunun uzerine munafıklar ve yahudiler, “Olacak iş değil. Muhammed nerede, İran ve Rum nerede! Onların guc ve kuvvetleri bundan cok fazla. Ustelik Muhammed ’e Mekke ve Medine yetmedi mi ki, bir de İran ve Rum devletlerini istiyor?” dediler.
İkincisi; Hendek savaşının yapıldığı yılda Resûlullah, kazılacak hendeği belirlemiş, Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer gostermişti. Aralarında Selman-ı Farisi ’nin de bulunduğu grup, kendilerine duşen yeri kazarlarken hendeğin orta yerinde buyuk bir kaya cıktı. Kayayı kırmaya uğraştılar, fakat başaramadılar. Durumu Allah Resûlu ’ne arzettiler. Efendimiz gelip hendeğe indi, Selman ’ın elinden balyozu aldı, taşa bir vurdu, taş catladı ve oyle bir kıvılcım cıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi etrafı aydınlattı. Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir getirdiler. İkinci bir darbe daha indirdi, yine oyle bir şimşek caktı ve yine tekbir getirdiler. Ucuncu bir darbe daha vurdu, taşı parcaladı ve yine oyle bir şimşek daha caktı. Aynı şekilde bir tekbir daha getirdiler. Sonra Efendimiz birinci cakan ışıkta kendisine Hıyre ’nin ve Kİsr ’nın şehirlerinin koşkleri gorunduğunu; ikinci ışıkta Rum diyarının kırmızı koşkleri gorunduğunu; ucuncu ışıkta ise San‘a ’nın koşkleri gorunduğunu haber verdi. CebrÂil (a.s.) da, ummet-i Muhammed ’in kısa zaman sonra bunları ele gecireceklerini mujdeledi. Buna muslumanlar cok sevindiler. Munafıklar ise: “Ne tuhaf insanlarsınız! Muhammed sizi boş umitlerle oyalıyor, asılsız va‘dlerde bulunuyor, Medine ’den Hıyre ve Rum kralının şehirlerinin koşklerini gorduğunu ve sizin bunları fethedeceğinizi soyluyor. Halbuki savaşa cıkmaya bile gucunuz yetmiyor da korkunuzdan hendek kazıyorsunuz” dediler. Bu ve benzeri hÂdiseler uzerine bu Âyet-i kerîme indi. (Zemahşerî, el-KeşşÃ‚f, I, 168; Fahreddin er-RÂzî, MefÂtîhu ’l-gayb, VIII, 4-5)
“Mulk”ten maksat ister peygamberlik, ister dunya hÂkimiyeti, isterse yukarıda zikredilen diğer mÂnalardan biri olsun, fark etmez, CenÂb-ı Hak bunları dilediğine lutfeder, dilediğinden de cekip geri alır. Nitekim peygamberler asırlar boyu hep İsrÂiloğulları neslinden devam etmiştir. Bu sebeple onlar, Tevrat ’ta gelmesi mujdelenen son peygamberin de yine kendilerinden olmasını bekliyorlardı. Bunu tabii bir hak olarak goruyorlardı. Fakat Allah TeÂlÂ, işledikleri gunahlar ve nankorlukleri sebebiyle bu nimeti onların elinden aldı ve Araplar ’ın seckin kolu Kureyş ’ten Hz. Muhammed (s.a.s.) ’e ihsan etti. Efendimiz Medine ’de İslÂm devletini kurdu ve kısa zamanda Arap Yarımadası ’na hakim oldu. Fazla zaman gecmeden de Bizans ve İran imparatorlukları fethedildi, İslÂm devletinin sınırları İstanbul ’a, Kafkaslar ’a ve İspanya ’ya kadar genişledi.
Âyetin “dilediğini yuceltip aziz kılar, dilediğini alcaltıp zelil edersin” (Âl-i İmrÂn 3/26) ifadesi, hem dinî hem de dunyevî acıdan değerlendirilebilir. Dinî acıdan izzet, Allah ’a gonulden inanmak ve bu imanın gereğini tam olarak yapmaya calışmaktır. Kul icin en buyuk şeref budur. Nitekim: “Asıl guc, izzet ve şeref Allah ’a aittir, Rasûlu ’ne aittir ve mu ’minlere aittir; fakat munafıklar bunu bilmiyor” (Munafıkûn 63/8) Âyetinde “izzet” bu mÂnadadır. Dinî acıdan zillet ise hakikati gorduğu halde imansızlık yolunu tutmak, inkÂrda direnmek ve bunun savunucusu konumunda olmaktır. “Allah ve Rasûlu ’ne karşı cıkanlar, evet onlar, mağlubiyete uğrayıp en zelîl ve en alcak kimseler arasında olacaklardır” (MucÂdile 58/20) Âyeti de bu mÂnadaki “zillet”ten bahseder.
Maddî mÂnevî, dinî dunyevî her turlu hayırlar, iyilikler ve bereketler Allah TeÂl ’nın kudretindedir. O, aynı zamanda her şeye gucu yetendir. Bize gore olması imkÂnsız veya zor olan şeyleri yapmak Allah ’a guc değildir. Dolayısıyla, Âyetin iniş sebeplerinde ornekleri gectiği uzere, muslumanlar icin imkÂnsız gorulen başarı ve zaferleri onlara lutfetmek kesinlikle Allah ’ın kudretindedir. Mu ’minler her daim bu iman ve tevekkul anlayışı icinde olmalıdırlar.
Nitekim O ’nun sınırsız kudret tecellilerinden biri de şudur:
Âl-i İmrÂn Suresi tefsiri icin tıklayınız...
Kaynak: Omer Celik Tefsiri
Âl-i İmrÂn Suresi 26. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler icin tıklayınız...
İslam ve İhsan