Tur ne demek? Tur suresi ne zaman ve nerede nuzul olmuştur? Tur suresi kac ayettir? Tur suresi ne anlatıyor? Tur suresinin fazileti nedir? Tur suresi ne icin okunur? Tur suresinin okunuşu, anlamı ve tefsiri nasıldır? Tur suresi meali ve Arapca... İşte Tur suresi hakkında bilgiler...Tur suresi Mekke ’de nazil olmuştur. Tur suresi 49 ayettir. Tur, dağ (Musa Aleyhisselam ’ın vahiy ve tecellîye mazhar olduğu dağ) anlamına gelir.
TUR SURESİ ARAPCA

Tur suresinin Arapcasını okumak icin tıklayınız... TUR SURESİ OKUNUŞU - Tur Suresi Turkce* (*Turkce okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun gorulmemektedir. Ayetler Turkce olarak arandıkları icin aramalarda cıkmak icin sitemize eklenmiştir.)
Bismillahirrahmanirrahim.
1. Ve-ttûr(i). 2. Ve kitĂ‚bin mestûr(in) 3. Fî rakkin menşûr(in) 4. Velbeyti-lma ’mûr(i) 5. Ve-ssakfi-lmerfû ’(i) 6. Velbahri-lmescûr(i) 7. İnne ‘ażĂ‚be rabbike levĂ‚ki ’(un) 8. MĂ‚ lehu min dĂ‚fi ’(in) 9. Yevme temûru-ssemĂ‚u mevrĂ‚(n) 10. Vetesîru-lcibĂ‚lu seyrĂ‚(n). 11. Feveylun yevme-iżin lilmukeżżibîn(e). 12. Elleżîne hum fî ḣavdin yel ’abûn(e) 13. Yevme yuda ’ ’ûne ilĂ‚ nĂ‚ri cehenneme da ’ ’Ă‚(n). 14. HĂ‚żihi-nnĂ‚ru-lletî kuntum bihĂ‚ tukeżżibûn(e). 15. Efesihrun hĂ‚żĂ‚ em entum lĂ‚ tubsirûn(e). 16. İslevhĂ‚ fasbirû ev lĂ‚ tasbirû sevĂ‚un ‘aleykum(s) innemĂ‚ tuczevne mĂ‚ kuntum ta ’melûn(e). 17. İnne-lmuttekîne fî cennĂ‚tin vena ’îm(in). 18. FĂ‚kihîne bimĂ‚ Ă‚tĂ‚hum rabbuhum ve vakĂ‚hum rabbuhum ‘ażĂ‚be-lcahîm(i). 19. Kulû veşrabû henî-en bimĂ‚ kuntum ta ’melûn(e). 20. Mutteki-îne ‘alĂ‚ sururin masfûfe(tin)(s) ve zevvecnĂ‚hum bihûrin ‘în(in). 21. Velleżîne Ă‚menû vettebe ’at-hum żurriyyetuhum bi-îmĂ‚nin elhaknĂ‚ bihim żurriyyetehum vemĂ‚ eletnĂ‚hum min ‘amelihim min şey-/(in)(c) kullu-mri-in bimĂ‚ kesebe rahîn(un). 22. Ve emdednĂ‚hum bifĂ‚kihetin ve lahmin mimmĂ‚ yeştehûn(e). 23. YetenĂ‚ze ’ûne fîhĂ‚ ke/sen lĂ‚ laġvun fîhĂ‚ velĂ‚ te/śîm(un). 24. Ve yetûfu ‘aleyhim ġilmĂ‚nun lehum ke-ennehum lu/lu-un meknûn(un). 25. Ve akbele ba ’duhum ‘alĂ‚ ba ’din yetesĂ‚elûn(e). 26. KĂ‚lû innĂ‚ kunnĂ‚ kablu fî ehlinĂ‚ muşfikîn(e). 27. Femenna(A)llĂ‚hu ‘aleynĂ‚ ve vakĂ‚nĂ‚ ‘ażĂ‚be-ssemûm(i). 28. İnnĂ‚ kunnĂ‚ min kablu ned ’ûh(u)(s) innehu huve-lberru-rrahîm(u). 29. Feżekkir femĂ‚ ente bini ’meti rabbike bikĂ‚hinin velĂ‚ mecnûn(in). 30. Em yekûlûne şĂ‚ ’irun neterabbesu bihi raybe-lmenûn(i). 31. Kul terabbesû fe-innî me ’akum mine-lmuterabbisîn(e). 32. Em te/muruhum ahlĂ‚muhum bihĂ‚żĂ‚(c) em hum kavmun tĂ‚ġûn(e). 33. Em yekûlûne tekavvelehu bel lĂ‚ yu/minûn(e). 34. Felye/tû bihadîśin miślihi in kĂ‚nû sĂ‚dikîn(e). 35. Em ḣulikû min ġayri şey-in em humu-lḣĂ‚likûn(e). 36. Em ḣalekû-ssemĂ‚vĂ‚ti vel-ard(a)(c) bel lĂ‚ yûkinûn(e). 37. Em ‘indehum ḣazĂ‚-inu rabbike em humu-lmusaytirûn(e). 38. Em lehum sullemun yestemi ’ûne fîh(i)(s) felye/ti mustemi ’uhum bisultĂ‚nin mubîn(in). 39. Em lehu-lbenĂ‚tu ve lekumu-lbenûn(e). 40. Em tes-eluhum ecran fehum min maġramin muśkalûn(e). 41. Em ‘indehumu-lġaybu fehum yektubûn(e). 42. Em yurîdûne keydĂ‚(en)(s) felleżîne keferû humu-lmekîdûn(e). 43. Em lehum ilĂ‚hun ġayru(A)llĂ‚h(i)(c) subhĂ‚na(A)llĂ‚hi ‘ammĂ‚ yuşrikûn(e). 44. Ve-in yerav kisfen mine-ssemĂ‚-i sĂ‚kitan yekûlû sehĂ‚bun merkûm(un). 45. Feżerhum hattĂ‚ yulĂ‚kû yevmehumu-lleżî fîhi yus ’akûn(e). 46. Yevme lĂ‚ yuġnî ‘anhum keyduhum şey-en velĂ‚ hum yunsarûn(e). 47. Ve-inne lilleżîne zalemû ‘ażĂ‚ben dûne żĂ‚like velĂ‚kinne ekśerahum lĂ‚ ya ’lemûn(e). 48. Vasbir lihukmi rabbike fe-inneke bi-a ’yuninĂ‚(s) ve sebbih bihamdi rabbike hîne tekûm(u). 49. Vemine-lleyli fesebbihhu ve-idbĂ‚ra-nnucûm(i)
TUR SURESİ MEALİ - Tur Suresi Anlamı RahmĂ‚n ve Rahîm Allah ’ın adıyla.
1. Yemîn olsun Tur ’a. 2. Satır satır yazılmış o kitaba. 3. Acılıp yayılmış ince deri uzerine. 4. Beyt-i Ma‘mûr ’a, 5. O pek yuksek olan gok kubbeye, 6. KıyĂ‚met gunu alev alev yakılıp tutuşturulan denize ki; 7. Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır! 8. Onu onleyebilecek hicbir guc yoktur. 9. O gun gokler muthiş bir sarsıntıyla sarsılıp calkalanacak! 10. O heybetli dağlar yerlerinden sokulup suratle yurutulecek! 11. İşte o gun, hayattayken dinî gercekleri yalanlayanların vay hĂ‚line! 12. Onlar ki daldıkları bataklıkta oynayıp duruyor, Ă‚hiret hesĂ‚bını hic akıllarına getirmiyorlar. 13. O gun onlar cehennem ateşine şiddetli bir itilişle itilip kakıla­caklar! 14. Kendilerine şoyle seslenilecek: “Vaktiyle yalanlayıp durduğu­nuz ateş işte budur!” 15. “Peki soyleyin bakalım, Kur ’an ’a sihir dediğiniz gibi, bu da mı bir sihir? Yoksa siz hĂ‚lĂ‚ ateşi gormuyor musunuz?” 16. “Yanıp kavrulmak icin girin şimdi oraya! Artık ateşin acısına ister dayanın, ister dayanmayın; sizin icin değişen bir şey olmaya­caktır! Cunku sadece yaptıklarınızın cezasını cekiyorsunuz!” 17. Gonulleri Allah ’a karşı saygıyla dopdolu olup O ’na itaatsizlikten sakınan ve O ’nun emirlerini buyuk bir itinĂ‚ ile yerine getirmeye calışanlar, cennetlerde ve nimet icindedirler. 18. Rablerinin kendilerine bahşettiği nimetlerle zevk u safĂ‚ surer­ler. Rableri onları o kızgın alevli cehennemin azabından koru­muş­tur. 19. Onlara: “Dunyada yaptığınız guzel amellerin karşılığı olarak yiyin, icin, Ă‚fiyet olsun!” denecek. 20. Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanacaklar. Onları tatlı dilli, guler yuzlu, guzel gozlu tertemiz cennet hanımlarıyla evlendire­ceğiz. 21. İman edenleri ve onların nesillerinden makbul bir iman ile kendilerinin izlerini tĂ‚kip edenleri cennette birbirlerine kavuşturacak, bu kavuşturma sebebiyle kimsenin sevabından da bir şeyi eksiltmeyeceğiz. Her kişi, kendi kazandığına karşılık bir rehindir! 22. Onlara canlarının cektiği meyve ve et ceşitlerinden bol bol ikram edeceğiz. 23. Orada icecek dolu kadehleri elden ele dolaştırırlar; fakat bunu icmek ne boş ve mĂ‚nasız konuşmalara sebep olur, ne de gunaha sokar. 24. Etraflarında hizmetlerine tahsis edilmiş, sedeflerinde saklı inciler gibi pırıl pırıl civanlar dolaşır. 25. Birbirlerine donup hallerini sorar, sohbet ederler. 26. Şoyle derler: “Doğrusu biz, gecmişte coluk cocuğumuzun arasında, en mutlu olduğumuz anlarda bile Rabbimizin azabından cok korkardık.” 27. “Fakat şukurler olsun ki Allah bize lutfetti de, alevleri iliklere işleyen o korkunc azaptan bizi korudu!” 28. “Cunku biz daha once yalnız O ’na kulluk eder, yalnız O ’na yalvarırdık. Gercekten O, evet O, lutf u ihsĂ‚nı bol olandır, sonsuz merhamet sahibidir.” 29. Rasûlum! Sen oğut vermeye devam et. Şunu bil ki sen, Rab­binin nimeti sĂ‚yesinde ne bir kĂ‚hinsin, ne de bir deli! 30. Yoksa onlar: “O, şĂ‚irin biri! Bekliyoruz, zamanın felĂ‚ketlerine uğrayacak, helĂ‚k olup gidecek” mi diyorlar? 31. De ki: “Bekleyedurun; ben de sizinle beraber zamanın neler getireceğini bekliyorum!” 32. Bunu onlara akılları mı soyletiyor? Yoksa onlar bir azgınlar gurûhu da, ondan mı boyle davranıyorlar? 33. Yahut: “Kur ’an ’ı kendiliğinden uyduruyor!” mu diyorlar? Ha­yır! Onlar gerceği biliyor, fakat inanmak istemiyorlar. 34. Eğer iddialarında doğru iseler, haydi onun benzeri bir soz getirsinler! 35. Acaba onlar bir yaratan olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendilerini bizzat kendileri mi yaratıyorlar? 36. Yoksa gokleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır! Aslında onlar, Allah ’ın varlığına gercek anlamda inanmıyorlar. 37. Yahut Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Yoksa kĂ‚inatı yoneten onlar mı? 38. Yoksa onlara has mûcizevî bir merdiven var da, onun ustunde goğe yukselip ilĂ‚hî sırları mı dinliyorlar? O halde, kim ise o gokleri dinleyen, buna dĂ‚ir acık bir delil getirsin! 39. Demek, ey muşrikler, beğenmediğiniz kız cocuklar Allah ’ın, erkek cocuklar sizin, oyle mi? 40. Yoksa sen, tebliğine karşılık onlardan bir ucret istiyorsun da, bu yuzden onlar ağır bir borc altında mı eziliyorlar? 41. Yoksa gayba dĂ‚ir bilgiler onların eli altında bulunuyor da, varlıkların kaderini onlar yazıyor, oradaki bilgilere gore mi hukum veriyorlar? 42. Yoksa onlar Peygamber ’e bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Oysa asıl tuzağa duşenler, o kĂ‚firlerin tĂ‚ kendileridir! 43. Yoksa onların Allah ’tan başka sığınacakları bir ilĂ‚hları mı var? Allah onların koştukları ortaklardan pek yucedir, uzaktır! 44. Onlar, kendilerini helĂ‚k etmek uzere gokten bir parcanın uzerlerine duşmekte olduğunu gorseler bile inatlarından: “Bu, ust uste kumelenmiş bir bulut yığını!” derler. 45. Rasûlum! Artık, yedikleri darbeyle cansız yere duşecekleri gune kavuşuncaya kadar sen onları kendi hallerine bırak! 46. O gun dunyadaki hile ve tuzakları onlara bir fayda sağlama­yacak; kimseden yardım da goremeyecekler. 47. ZĂ‚limler icin Ă‚hiret azabından once dunyada da bir azap vardır; fakat onların coğu bunu bilmez. 48. Rasûlum! Rabbinin hukmu yerine gelene kadar sabret. Cunku sen bizim himĂ‚yemizde, gozetimimiz altındasın. Her kalktığında Rabbini overek tesbih et! 49. Gecenin bir kısmında da, yıldızların batmaya durduğu demde de O ’nu tesbih et!
TUR SURESİ TEFSİRİ - Tur Suresi Ne Anlatıyor? 1. Yemîn olsun Tur ’a,
2. Satır satır yazılmış o kitaba,
3. Acılıp yayılmış ince deri uzerine.
4. Beyt-i Ma‘mûr ’a,
5. O pek yuksek olan gok kubbeye,
6. KıyĂ‚met gunu alev alev yakılıp tutuşturulan denize ki;
7. Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır!
8. Onu onleyebilecek hicbir guc yoktur.
Allah TeĂ‚lĂ‚ beş şey uzerine yemin ederek peygamberlerin haber verdiği kıyĂ‚metin ve Ă‚hiret azabının mutlaka vuku bulacağını, hic kimsenin bunu engellemeye guc yetiremeyeceğini bildirmektedir. Uzerlerine yemin edilen varlıklar şunlardır:
✺Tûr: Tûrun asıl mĂ‚nası dağ demektir. Buradaki Tûr ’dan maksat, Hz. MûsĂ‚ ’nın peygamberlikle şereflendiği ve CenĂ‚b-ı Hak ile konuştuğu ozel dağın adıdır. Dilimizde Tûr Dağı olarak meşhur olmuştur.
✺KitĂ‚b-ı Mestûr: Uzun zaman muhafaza edilebilmesi icin ince derilere ozellikle ceylan derisine yazılmış kitap. Bundan maksat Tevrat, İncil ve Zebûr gibi onceki ilĂ‚hî kitaplar olabileceği gibi, mufessirlerin coğunluğunun beyĂ‚nına gore Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’dir. Bu ifade, henuz inmeye başlamış olan Allah kelamının ilk gunden itibaren buyuk bir itina ile yazılıp kayda gecirilmeye başlandığını ve bunun neticede başı sonu belli bir kitap haline geleceğini haber vermektedir.
✺Beyt-i Ma‘mûr: Gelen gideni cok olan, ziyaretcileriyle şenlenen ve bakımlı olan “Ma‘mûr Ev” demektir. Bundan maksat hac, umre ve diğer ziyaretlerle hicbir zaman boş kalmayan; maddeten ve mĂ‚nen dĂ‚imĂ‚ imar edilen BeytullĂ‚h yĂ‚ni KĂ‚be ’dir. Bu evin KĂ‚be hizasında gokte bulunan bir ev olması da mumkundur.
Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şoyle buyurur:
“MirĂ‚c ’da yedinci kat goğe cıktığımızda Beyt-i Ma‘mûr ’u gordum ve onu CebrĂ‚il ’e sordum, bana şu bilgiyi verdi: «Burası Beyt-i Ma‘mûr ’dur. Orada hergun yetmiş bin melek namaz kılar. Oradan cıkan melek artık bir daha geri donmez.»” (BuhĂ‚rî, Bed ’u ’l-halk 6; Muslim, İman 265)
Ayrıca bu evden maksadın “mu ’minin kalbi” olma ihtimali de vardır. Cunku o iman, mĂ‚rifetullah, muhabbetullah, takvĂ‚, tevekkul ve teslimiyetle mĂ‚mûr hĂ‚le gelir.
✺Sakf-ı merfû‘: Yukseltilmiş tavan demektir. Bununla gokyuzu kastedilir. Nitekim bir Ă‚yet-i kerîmede bu husus acıklığa kavuşturulur: “Gokyuzunu korunmuş bir tavan yaptık.” (EnbiyĂ‚ 21/32)
✺Bahr-i mescûr: “Bahr” deniz demektir. “Mescûr” ise birden cok mĂ‚na ifade eden bir hususiyete sahiptir. Bu kelimenin “kızdırılmış, alevlendirilmiş, kaynatılmış” ve “dolgun, taşkın” olmak uzere iki onemli anlamı vardır.
Birincisine gore, kıyametin son derece dehşeti sebebiyle ısınan ve hararetin şiddetiyle kızdırılıp alevlenen denizlere yemin edilir. Nitekim: “Denizler ateşlenip kaynatıldığı zaman” (Tekvîr 81/6) Ă‚yeti bu mĂ‚naya işaret eder. Gorulduğu uzere burada bir sobanın veya fırının yakılmasını ifade eden bir fiil kullanılmıştır ki, okyanusların durumunu anlatmaktadır. Tabanlarında magma tabakasından ince bir kabukla ayrılmış bulunan okyanuslar, alttan ısıtılan dev bir kĂ‚seye benzetilebilir. Nitekim okyanus tabanlarında sıradağlar şeklinde uzanan volkanik kayalar denizaltı depremleri ve yanardağ patlamalarıyla meydana gelmiştir. Denizlerde bu faaliyetler devam etmekte olup 1000 derecenin uzerindeki sıcaklıklarda magma sızıntılarının suları kaynatması gibi olaylar sık sık gozlenmektedir. Belki de kıyĂ‚met esnasında okyanusların altındaki, magma tabakasıyla aralarında bulunan bu ince perde kaldırılacak, buyuk bir hararetle okyanuslardaki sular kaynatılacaktır.
Kelimenin “dolgun, taşkın, taşmak” mĂ‚nasına gore ise şu an sularla dolu olan denizlere, okyanuslara yemin edildiği anlaşılmakta ve bu mĂ‚na diğer bir acıdan okyanusların durumunu tasvir etmektedir. Zira okyanuslarda depolanmış olan su miktarı karalara taşacak duzeyde olmasına rağmen, onemli miktarda su, hĂ‚len kutuplarda buzul hĂ‚linde saklandığı icin, bugunku su seviyesi korunmaktadır. İklimlerdeki değişikliklerin yıllık 4-5 derece civarında bir ısınmaya yol acması durumunda bu buzulların eriyeceği ve deniz seviyesinin yuz metre kadar yukselerek karalara taşacağı hesaplanmaktadır. (bk. Kandemir ve arkadaşları, II, 1799)
İşte yeminle uzerlerine dikkat cekilen ve her biri ilĂ‚hî kudretin buyuk bir tecellisi olan bu varlıklar, kendilerini var eden Allah ’ın, Ă‚hiretle alakalı tum va ’dlerini yerine getirmeye elbette guc sahibi olduğunun, dolayısıyla Allah ’ın azabının mutlaka vuku bulacağının ve onu kimsenin engellemeye muktedir olamayacağının acık delilleridir.
Bu Ă‚yetlerin kalbe ne dehşette tesir ettiğine Hz. Omer ’ın şu hĂ‚li guzel bir misaldir:
Bir gun Hz. Omer, bir evin onunden gecerken, hĂ‚ne sahibinin, evin dışından duyulacak kadar yuksek bir sesle Tûr sûresini okuduğunu işitti. Adam:
“Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır. Onu onleyebilecek hicbir guc yoktur” (Tûr 52/7-8) Ă‚yet-i kerîmesine gelince, heybetinden dunyanın titrediği Omer (r.a.) bineğinden indi, bir muddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu Ă‚yetin îkĂ‚zındaki şiddetin tesiriyle evinde bir muddet hasta yattı. (İbn Recep el-Hanbeli, et-Tahvîf mine ’n-nĂ‚r, Dımaşk, 1979, s. 30)
Hz. Omer ve benzeri kĂ‚mil mu ’minlerin boyle dehşet verici Ă‚yetler karşısında sarsılmaları normaldir. Cunku:
9. O gun gokler muthiş bir sarsıntıyla sarsılıp calkalanacak!
10. O heybetli dağlar yerlerinden sokulup suratle yurutulecek!
11. İşte o gun, hayattayken dinî gercekleri yalanlayanların vay hĂ‚line!
12. Onlar ki daldıkları bataklıkta oynayıp duruyor, Ă‚hiret hesĂ‚bını hic akıllarına getirmiyorlar.
13. O gun onlar cehennem ateşine şiddetli bir itilişle itilip kakıla­caklar!
14. Kendilerine şoyle seslenilecek: “Vaktiyle yalanlayıp durduğu­nuz ateş işte budur!”
15. “Peki soyleyin bakalım, Kur ’an ’a sihir dediğiniz gibi, bu da mı bir sihir? Yoksa siz hĂ‚lĂ‚ ateşi gormuyor musunuz?”
16. “Yanıp kavrulmak icin girin şimdi oraya! Artık ateşin acısına ister dayanın, ister dayanmayın; sizin icin değişen bir şey olmaya­caktır! Cunku sadece yaptıklarınızın cezasını cekiyorsunuz!”
KıyĂ‚met gunu goklerin ve yerin duzeni bozulup alt ust olacaktır. Gokyuzu eski futursuz atlas gibi halini kaybedecek, dağılıp parcalanacak, ileri geri tekrar tekrar hareket ederek kaynaşacaktır. Dalgalar halinde birbirine girip calkalanacaktır. Dağları sapasağlam tutan yeryuzunun o tutuşu gevşeyecek, boylece dağlar da koklerinden sokulerek ucuşup giden dağınık bulutlar gibi boşlukta ucuşacaklardır. Dunyadayken kıyamet, Ă‚hiret, cennet ve cehennemle alakalı haberleri alay konusu yapan, sırf onlarla eğlenmek icin soz ebeliği eden yalancılar o gun cehenneme atılacaklardır. Fakat bu da sıradan bir atılma değil, “şiddetle, kaba bir şekilde, alcaltıcı ve onur kırıcı bir halde” olacaktır. Cehennem bekcileri onların ellerini boyunlarına bağlayacak, percemlerini de ayakları ile bir araya getirip yuzustu cehenneme doğru itecek, boyunlarından da şiddetle cekip gotureceklerdir. Cehennem ateşine varıncaya kadar boyle devam edeceklerdir. Onları cehenneme doğru surukleyip ateş ile karşı karşıya getirdiklerinde ise, hasret ve pişmanlıklarını daha da artırmak icin: “Bu da mı sihir? Siz bu ateşi haber veren vahye daha once bir sihir, bir aldatma diyordunuz. Şimdi bunun boyle fiilen gercekleşmesi de sihir mi? Dunyada ilĂ‚hî hakîkatlere kor davrandığınız gibi, burada da gozunuz gormuyor mu yoksa?” diyecekler ve onları, sabretseler de sabretmeseler de asla değişikliğe uğramayacak ebedî azaba surukleyeceklerdir.
Buna mukabil dĂ‚imĂ‚ Allah ’ın huzurunda bulundukları şuuruyla guzel bir kulluk hayatı suren, haramlardan kacınıp ilĂ‚hî emirlere uyan bahtiyarlara gelince:
17. Gonulleri Allah ’a karşı saygıyla dopdolu olup O ’na itaatsizlikten sakınan ve O ’nun emirlerini buyuk bir itinĂ‚ ile yerine getirmeye calışanlar, cennetlerde ve nimet icindedirler.
18. Rablerinin kendilerine bahşettiği nimetlerle zevk u safĂ‚ surer­ler. Rableri onları o kızgın alevli cehennemin azabından koru­muş­tur.
19. Onlara: “Dunyada yaptığınız guzel amellerin karşılığı olarak yiyin, icin, Ă‚fiyet olsun!” denecek.
20. Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanacaklar. Onları tatlı dilli, guler yuzlu, guzel gozlu tertemiz cennet hanımlarıyla evlendire­ceğiz.
Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın azabı mutlaka vuku bulacak, fakat CenĂ‚b-ı Hak takvĂ‚ sahiplerini ondan koruyacaktır. “TakvĂ‚ sahipleri” Allah ’tan korkan, O ’na gonulden saygı duyan, O ’nu seven, bu korku ve sevginin sevkiyle Allah ’ın yasaklarından şiddetle kacınıp emirlerini ciddiyetle yerine getirenlerdir. Bunlar cennetlere girecek ve her turlu cennet nimetiyle zevk u safa sureceklerdir. Cehennem azabından kurtulmak bir nimet, cennete girmek ikinci bir nimet olduğundan, burada ayrı ayrı zikre değer gorulmuştur.
Mu ’min baba ve evlatlara bir diğer buyuk mujde de şoyle haber veriliyor:
21. İman edenleri ve onların nesillerinden makbul bir iman ile kendilerinin izlerini tĂ‚kip edenleri cennette birbirlerine kavuşturacak, bu kavuşturma sebebiyle kimsenin sevabından da bir şeyi eksiltmeyeceğiz. Her kişi, kendi kazandığına karşılık bir rehindir!
Yuce Rabbimiz imanla Ă‚hirete gocen ana baba ve evlatları cennette buluşturup aynı yerde iskan edecektir. Âyet-i kerîme hem bu mujdeyi vermekte, hem de bunun şartlarını belirtmektedir. Buna gore:
Bahsi gecen ana babalar iman ve sĂ‚lih amel sahibi kimselerdir. Nesilleri de iman ve sĂ‚lih amel bakımından onlara tĂ‚bi olmuş, onların izini takip etmişlerdir. Fakat nesilleri amel bakımından atalarından daha aşağı derecede kalmışlar, onların derecesine ulaşamamışlardır. İşte Allah TeĂ‚lĂ‚, katından bir lutuf olarak, iman edip onlara tĂ‚bi olmaları sebebiyle nesillerini cennette atalarının derecelerine cıkaracaktır. Boylece hepsinin huzur, surûr, zevk ve sefĂ‚larını kemĂ‚le erdirecektir. Nesillerini kendilerine katmaktan dolayı yaptıkları amellerin sevaplarından da en kucuk bir şey bile eksiltmeyecektir. MukĂ‚fatlarını tastamam odeyecektir. Hadis-i şeriften oğrendiğimize gore, cocukların salih amelleri sebebiyle ana-babaların cennette derecelerinin yukselme ihtimali de vardır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) şoyle buyurmuştur:
“Allah TeĂ‚lĂ‚ cennette sĂ‚lih kulunun derecesini yukseltir. O kul:
«- YĂ‚ Rabbî! Bana bunu hangi sebeple lutfettin?» diye sorduğunda CenĂ‚b-ı Hak:
«- Cocuğunun senin icin istiğfar etmesi sebebiyle» buyurur.” (İbn MĂ‚ce, Edeb 1; Ahmed b. Hanbel, Musned, II, 509)
Yalnız burada “Her kişi, kendi kazandığına karşılık bir rehindir!” (Tûr 52/21) ifadesi cok onemli bir noktayı beyĂ‚n etmekte; İslĂ‚m ’ın iman, amel, affedilme, bağışlanma, mukĂ‚fat veya ceza gorme denkleminde belirlediği eşsiz Ă‚hengi ortaya koymaktadır. Rehin şoyle olur: Bir kişi birinden bir miktar borc alır, borc veren de alacağının odenmesi icin teminat olarak borclunun bir şeyini kendi yanında rehin tutarsa, o borcunu odemediği muddetce rehin geri verilmez. Belirtilen sure gecmesine rağmen kişi rehin olan malını kurtarmazsa, o rehin olunan şey alacaklının mulkiyetine gecmiş olur. Allah ile insan arasındaki muamelenin durumu burada bu şekilde bir muameleye benzetilmiştir. Allah ’ın insana dunyada verdiği mal, mulk, guc, kuvvet, irade ve kabiliyetler, sanki O ’nun kullarına verdiği birer borctur. Bu borcun teminatı olarak da kulların nefsi Allah TeĂ‚lĂ‚ katında rehindir. Kul bu malı, mulku, bu gucleri ve iradeyi sağlam bicimde doğru yolda kullanarak iyilikler yapıp sevaplar kazanmak suretiyle borcunu oderse rehin olan nefsini kurtaracaktır. Yoksa o rehin olarak tutulacak, serbest bırakılmayacaktır. Nitekim “Her bir fert, kazandıklarına karşılık Allah katında tutulan bir rehindir. Ancak amel defterleri sağdan verilen uğurlu ve mutlu kimseler başkadır” (Muddessir 74/38-39) Ă‚yetleri de bu mĂ‚nayı destekler. Dolayısıyla bu cumlenin zikredilmesi, hem ana babalar hem de nesiller acısından cok onemlidir. Buna gore nesillerin kurtuluşu ve atalarının derecelerine yukselişleri, kendilerinin hic katkıları olmaksızın sırf atalarının, babalarının kazanclarıyla değildir. Kurtuluşlarının asıl sebebi, kendilerinin iman ederek babalarına uymaları ve izlerinden gitmeleridir. Ataları fiilen sebep oldukları icin evlatlarını cennette yanlarında gormekten mutlu olacaklar; evlatları da iman ile onlara tĂ‚bi oldukları icin kendilerini kurtarmış ve Allah ’ın lutuf ve kereminden babaları gibi istifade etmiş olacaklardır. Demek ki evlatlar kendi fiilleri olmaksızın sırf babalarının ve dedelerinin yaptıklarıyla kendilerini kurtaramazlar. Ancak imanlı olarak calıştıkları takdirde atalarının feyzinden de faydalanarak daha kolay bir şekilde yukselebilirler. İşte Allah TeĂ‚lĂ‚, muminlerin evlatlarını atalarına iman ve salih amellerle uymak suretiyle yukselmeğe sevk ederken, soy şerefine guvenerek tembellik etmemeleri icin “Her kişi, kendi kazandığına karşılık bir rehindir!” buyurmaktadır. Şu halde bu Ă‚yette, “İnsan icin yalnız kendi calıştığının karşılığı vardır” (Necm 53/39); “Kim sĂ‚lih amel işlerse kendi iyiliğinedir. Kim de kotuluk yaparsa kendi zararınadır. Yoksa Rabbin kullarına kesinlikle zulmetmez” (Fussılet 41/46) Ă‚yetlerinin anlamını ortadan kaldıran bir mĂ‚na bulunmadığı gibi, bilakis bunlar aynı istikĂ‚mette buluşmakta, birbirinin mĂ‚nalarını teyit etmektedir.
Cennetliklere ikram edilecek ozel nimetlere gelince:
22. Onlara canlarının cektiği meyve ve et ceşitlerinden bol bol ikram edeceğiz.
23. Orada icecek dolu kadehleri elden ele dolaştırırlar; fakat bunu icmek ne boş ve mĂ‚nasız konuşmalara sebep olur, ne de gunaha sokar.
24. Etraflarında hizmetlerine tahsis edilmiş, sedeflerinde saklı inciler gibi pırıl pırıl civanlar dolaşır.
Allah TeĂ‚lĂ‚ cennet ehline canlarının cekeceği her turlu meyveden ve etten bol bol ikram edecektir. VĂ‚kıa sûresinin 21. Ă‚yetinde canlarının cektiği kuş etlerinden ikram edileceği haber verilir. Burada ise belli bir kayıt yapılmaksızın her turlu et soz konusu edilir. Cennet ehli karşılıklı kadeh tokuşturur; duydukları zevk, eğlence, lezzet ve muhabbet icinde biri diğerinin elinden kadehi alır, elden ele dolaştırırlar. Hissettikleri neş ’e ve surûr ile heyecanlanır, cezbeye kapılırlar. İcleri icecek dolu olan o kadehlerden icerler. Fakat o, dunya ickileri gibi kotuluklere sebep olmaz. İctikleri o icecekten oturu aralarında boş sozler cereyan etmez, gunaha sokma da soz konusu olmaz. Cunku o icecek icilince sarhoş eden, luzumsuz gevezelikler yaptıran, sovup saydıran, kavgaya goturen ve gunah olan davranışlara sevk eden dunyadaki alkollu ickiler gibi değildir. Cennet ehlinin etrafında hizmet etmek uzere genc delikanlılar dolaşır. Bunlar sedefleri icinde gizlenmiş bembeyaz inciler gibidirler. Ellerindeki tabaklarda ceşitli meyvelerle, yiyecek ve iceceklerle dolaşırlar. Nitekim bu hususu acıklayan diğer Ă‚yet-i kerîmelerde şoyle buyrulur:
“Etraflarında altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır.” (Zuhruf 43/71)
“Cevrelerinde, cağıldayan tertemiz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır.” (SaffĂ‚t 37/45)
“Etraflarında hic yaşlanmayan gencler hizmet icin Ă‚deta pervane olur; durmadan cağıldayan pınarlardan doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle… Bu icecekten oturu ne başları ağrır, ne de sarhoş olurlar.” (VĂ‚kıa 56/17-19)
Boyle mustesna guzellikteki nimetlerle mest olan cennetlikler, dunyadaki hallerini hatırlayarak kendi aralarında derin bir sohbete dalarlar:
25. Birbirlerine donup hallerini sorar, sohbet ederler.
26. Şoyle derler: “Doğrusu biz, gecmişte coluk cocuğumuzun arasında, en mutlu olduğumuz anlarda bile Rabbimizin azabından cok korkardık.”
27. “Fakat şukurler olsun ki Allah bize lutfetti de, alevleri iliklere işleyen o korkunc azaptan bizi korudu!”
28. “Cunku biz daha once yalnız O ’na kulluk eder, yalnız O ’na yalvarırdık. Gercekten O, evet O, lutf u ihsĂ‚nı bol olandır, sonsuz merhamet sahibidir.”
Cennetteki bu sohbetler ve canlandırılan hatıralar, onların hasret ve nedametlerini değil, Allah ’a hamd ve senĂ‚larını artırır. Huzurlarına huzur, mutluluklarına mutluluk katar. Burada o hatırlamalardan birine yer verilerek bir yonden de dunya hayatında Allah ’ın azabından korkma bakımından mu ’minin kalbî durumunun nasıl olacağı bildirilir. Demek onlar emniyet icinde değil, aileleri icinde belki en mutlu olmaları gereken anlarda bile daimî bir korku icinde bulunmuşlardı. O korku ile haramlardan sakınmışlar ve cehennemden Allah ’a sığınmışlardı. HidĂ‚yet ve istikĂ‚metten ayırmaması icin Allah ’a yalvarmış, O ’ndan yardım istemişlerdi.
Nitekim KĂ‚sım (r.h.) şoyle anlatır:
“Sabaha cıktığımda once akrabam Hz. Âişe ’nin evine uğrar ve kendisine selĂ‚m verirdim. Bir gun yine evine gittiğimde, nĂ‚file namaz kılıyor ve:
«Fakat şukurler olsun ki Allah bize lutfetti de, alevleri iliklere işleyen o korkunc azaptan bizi korudu!» (Tûr 52/27) Ă‚yetini okuyordu. KıyĂ‚mda dua ediyor, ağlıyor ve bu Ă‚yeti tekrar edip duruyordu. Yoruluncaya kadar bekledim, daha sonra da bĂ‚zı ihtiyaclarımı karşılamak uzere carşıya gittim. İşlerimi bitirip donduğumde Âişe (r.a.) aynı vaziyette ayakta duruyor, namaz kılıyor ve ağlıyordu.” (İbnu ’l-Cevzî, Sıfatu ’s-Safve, II, 31)
Hz. Âişe orneğinde olduğu gibi dikkatli ve şuurlu bir kulluk hayatı surdukleri icin neticede Allah TeĂ‚lĂ‚ lutfedip onları, zehirli alevleri ta iliklere işleyen o cehennem azabından koruyacaktır. Cunku Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın bir ismi اَلْبَرُّ (el-Berr)dir. Berr, yaratıklarına karşı merhameti, bağışlaması, lutf u ihsanı bol olan demektir. Yine bu ismin “verdiği sozde duran, va‘dini yerine getiren” mĂ‚nası da vardır. Allah “rahîmdir”; kullarına karşı nihĂ‚yetsiz merhamet sahibidir. Bu ilĂ‚hî beyĂ‚nlar aslında insanı derinden etkileyen cennet hatıraları icinde bizlere o korkunc azaptan kurtulmanın yollarını gostermektedir.
O halde:
29. Rasûlum! Sen oğut vermeye devam et. Şunu bil ki sen, Rab­binin nimeti sĂ‚yesinde ne bir kĂ‚hinsin, ne de bir deli!
30. Yoksa onlar: “O, şĂ‚irin biri! Bekliyoruz, zamanın felĂ‚ketlerine uğrayacak, helĂ‚k olup gidecek” mi diyorlar?
31. De ki: “Bekleyedurun; ben de sizinle beraber zamanın neler getireceğini bekliyorum!”
32. Bunu onlara akılları mı soyletiyor? Yoksa onlar bir azgınlar gurûhu da, ondan mı boyle davranıyorlar?
33. Yahut: “Kur ’an ’ı kendiliğinden uyduruyor!”mu diyorlar? Ha­yır! Onlar gerceği biliyor, fakat inanmak istemiyorlar.
34. Eğer iddialarında doğru iseler, haydi onun benzeri bir soz getirsinler!
35. Muşrikler, Resûlullah (s.a.s.) ’i halkın nazarında kucuk duşurup insanların ona inanmalarını engellemek icin onun hakkında ceşitli yaftalamalarda bulunuyorlardı. Bu sebeple ona “kĂ‚hin”, “mecnûn” ve “şĂ‚ir” diyorlardı.
KĂ‚hin, Arapcada falcı, gaipten haber veren, duzenbaz mĂ‚nalarında kullanılır. Cahiliye doneminde kĂ‚hinlik apayrı bir meslekti. KĂ‚hinler yıldızları tanıyıp onlara mĂ‚na verdiklerini iddia ediyorlardı. İtikadı bozuk insanlar da onların boyle olduklarını; ruhlar, şeytanlar ve cinlerle ozel irtibata gecmelerinden dolayı gizli bilgileri oğrendiklerini zannediyorlardı. Kaybolan bir şeyi ve nerede olduğunu gosterebileceklerine, calınan bir şeyin kim tarafından calındığını bildireceklerine, talihini soranlara talihinde ne yazdığını bildiklerine inanıyorlardı. İşte bu maksatlarla halk onlara gidiyor, onlar da halktan bir şeyler alarak karşılığında istikballerine ait gaybî haberler veriyorlardı. Dilleri de genel konuşma tarzından ayrı idi. Kafiyeli, secîli cumleleri kendilerine has lehce ile yarı terennumle soylerler ve genellikle herkesin kendi niyetine gore anlayacağı yuvarlak mĂ‚nalı cumleler kullanırlardı. İşte Kureyş ileri gelenleri halkı aldatmak icin Peygamberimiz (s.a.s.) ’e kĂ‚hinlik iftirasını yalnızca halkın gozunden saklı olan hakikatleri haber verdiğinden dolayı yapmışlardı.
Mecnûn deli demektir. Cinlerin tasallutuna uğrayarak aklını kaybetmiş, ne konuştuğunu ve ne yaptığını bilemez hale gelmiş kişi mĂ‚nasındadır. Efendimiz (s.a.s.), tek başına başlattığı İslĂ‚m davasıyla sapıklık ve şaşkınlık cukurunda bulunan butun bir toplumu karşısına aldığı ve gerekirse canı pahasına onlarla amansız bir mucadeleye giriştiği icin, muşriklerin nazarında bu delilikten başka bir şey değildi.
ŞĂ‚ir ise şiir soyleyen kimse demektir.
Muşrikler, Allah Resûlu (s.a.s.) ’e bu iftiraları atıyor, fakat bunlar bekledikleri neticeyi vermeyince ne yapacaklarını bilmemenin verdiği kararsızlık ve caresizlik icinde, zamanın felaketlerinin veya olumun gelip onu yok etmesini bekliyorlardı. Nasıl ki soyledikleri hamasi şiirlerle zaman zaman canlarını yakan, kabile izzet ve şereflerini ayaklar altına seren onceki şairler felakete uğrayarak olup gidiyor ve onların belĂ‚sından kurtuluyor iseler, Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir gun gelip yok olacak, boylece -hĂ‚şĂ‚- onun şerrinden kurtulacaklardı.
Esasen burada muşriklerin Peygamberimiz (s.a.s.) ’in gunden gune gelişen İslĂ‚m tebliği karşısında kapıldıkları paniğin tesiriyle icine duştukleri celişkili soz ve tutumlarına dikkat cekilmektedir. Cunku Resûlullah (s.a.s.) ’i bir taraftan “deli” ilan ederken, diğer taraftan da onu ozel kabiliyet ve ince zekĂ‚ gerektiren “kĂ‚hinlik” ve “şĂ‚irlik”le vasıflandırmaları, akıl ve mantığa sığacak bir iş değildi. KĂ‚hinlikle şĂ‚irlik de birbirinden apayrı şeylerdi. Bu sebeple boyle bir celişkili tavrın, selim aklın emredeceği bir şey olmayıp ancak baştan başa azgınlık, cehalet, hak hukuk tanımama, inat ve vicdansızlıktan kaynaklanan bir durum olduğuna işaret edilmektedir.
Muşriklerin Kur ’Ă‚n-ı Kerîm hakkındaki iddiaları ise onun Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından uydurulduğu şeklindeydi. Aslında bunun boyle olduğuna kendileri de inanmıyorlardı. Cunku Kur ’an ’ın gercekten beşer ustu bir kelam olduğunu fark ediyor, kendilerini bile zaman zaman onu dinlemekten alıkoyamıyorlardı. Resûlullah (s.a.s.) ’in, bırakalım Allah adına yalan uydurmayı, sıradan bir insana bile en kucuk bir yalan soylemeyecek derecede doğru ve emin olduğunu biliyorlardı. Fakat hem kendileri inanmak istemedikleri, hem de başkalarının inanmalarına engel olabilmek icin onu boylece karalamak istiyorlardı. Allah TeĂ‚lĂ‚ onların bu itirazlarını curutmek uzere, onlardan Kur ’an gibi mûcize bir soz getirmelerini istemiş, fakat onlar boyle bir soz getirmeye hicbir zaman guc yetirememişlerdir.
KıyĂ‚mete kadar gelecek tum Allah ve Peygamber duşmanlarını ebediyen susturacak ve onlarda cevap verebilmek icin en kucuk bir mecĂ‚l bırakmayacak şu dehşetli sorulara kulak verin:
36. Acaba onlar bir yaratan olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendilerini bizzat kendileri mi yaratıyorlar?
37. Yoksa gokleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır! Aslında onlar, Allah ’ın varlığına gercek anlamda inanmıyorlar.
38. Yahut Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Yoksa kĂ‚inatı yoneten onlar mı?
39. Yoksa onlara has mûcizevî bir merdiven var da, onun ustunde goğe yukselip ilĂ‚hî sırları mı dinliyorlar? O halde, kim ise o gokleri dinleyen, buna dĂ‚ir acık bir delil getirsin!
40. Demek, ey muşrikler, beğenmediğiniz kız cocuklar Allah ’ın, erkek cocuklar sizin, oyle mi?
41. Yoksa sen, tebliğine karşılık onlardan bir ucret istiyorsun da, bu yuzden onlar ağır bir borc altında mı eziliyorlar?
42. Yoksa gayba dĂ‚ir bilgiler onların eli altında bulunuyor da, varlıkların kaderini onlar yazıyor, oradaki bilgilere gore mi hukum veriyorlar?
43. Yoksa onların Allah ’tan başka sığınacakları bir ilĂ‚hları mı var? Allah onların koştukları ortaklardan pek yucedir, uzaktır!
44. Onlar, kendilerini helĂ‚k etmek uzere gokten bir parcanın uzerlerine duşmekte olduğunu gorseler bile inatlarından: “Bu, ust uste kumelenmiş bir bulut yığını!” derler.
CenĂ‚b-ı Hak peş peşe ferman buyurduğu bu suallerle muşrikleri Allah ’ın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed (s.a.s.) ’in peygamberliğini ve Kur ’an ’ın gercekliğini kabule yonlendirmektedir. Cunku bu sualler muhatabı her yonden kuşatmakta, ona kacıp kurtulabileceği en kucuk bir delik bırakmamakta ve onu gerceği itirafa mecbur kılmaktadır. Kısaca ozetlemek gerekirse:
Oncelikle kendi yaratılışlarına dikkat ceker. Bu kadar mukemmel ve olculu bir yaratılış, bir yaratıcı olmaksızın tesadufen kendiliğinden mi ortaya cıktı? Bunu belli bir takdir ve olcuye gore var eden bir Rab, bir Yaratıcı yok mudur? Onceleri yokken sonradan yaratıldıklarına gore, şayet akılları varsa, kendilerini bir yaratanın olabileceğini duşunmeleri gerekmez mi? Yoksa onları bir yaratıcı yarattı da başıboş mu bıraktı? Yoksa onlar Allah ’a kulluktan başka bir maksat icin mi yaratıldılar? Yoksa yaratıcı onlar da, kendilerini ve eşyayı yine kendileri mi yarattı? Yoksa Yaratan ’ı hicbir şey yerine koymadıkları icin mi O ’nun kudretini hesaba katmıyor, cezasından korkmuyor ve imansızlık ediyorlar?
İkinci olarak, goklerin ve yerin yaratılışına ibretle bakmayı ister. Yoksa gokleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır onlar yaratmadılar. Cunku onlar, kendilerine sorulduğu zaman “Gokleri ve yeri yaratan Allah ’tır” derlerdi. Fakat yine de şuphe icinde dolaşır, O ’nun mantıklı sonuclarını tatbik edecek kesin bir kanaat ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mûcizelere inanıp, peygamberi tasdik etmek istemezler. Hakikati anlayıp ona teslim olmak işlerine gelmez. Sadece peygamberin, zamanın felaketlerine carpılmasını bekler dururlar.
Ucuncu olarak, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın maddi manevî hazineleri soz konusu edilir. Yoksa Rabbin hazineleri onların yanında mıdır? Nimetleri onlar mı dağıtıyorlar? Boyle bir hakları varsa peygamberliği istediklerine verebilir, o yuce rutbenin Hz. Muhammed (s.a.s.) ’e verilmesini engelleyebilirler. Fakat onların boyle bir hak ve salahiyete sahip olmadıkları acık bir gercektir
Dorduncu olarak, hĂ‚kimiyete dikkat cekilir. Yoksa her şeyi hĂ‚kimiyetleri altına alan onlar mıdır? Bu hĂ‚kimiyetle -hĂ‚şĂ‚- Allah ’a bile galip gelmişler, hazinelerini ele gecirmişler de onun vermek istediğini verdirmek istemiyor; yahut da Allah ’ın verdiğini zorla geri almak istiyorlar, oyle mi?
Beşinci olarak, vahyi ve ilĂ‚hî bilgileri alma yollarına bakılması istenir. Yoksa onların bir merdivenleri var; Allah ’ın Mele-i A ’la ’ya gonderdiği emirleri, vahiyleri ve diğer butun ilĂ‚hî sozleri o merdivenle goğe yukselip dinliyorlar; boylece kimin kimden once oleceğini ve Kur ’Ă‚n ’ın Allah tarafından gonderilmeyip uydurularak O ’na isnat edildiğini biliyorlar, oyle mi? Oyleyse bu bilgileri dinleyenlerin acıklayıcı, kuvvetli bir delil getirmeleri, dinlediklerini ispat etmeleri gerekmez mi?
Altıncı olarak, Kur ’an ve Peygamber ’in getirdiği tĂ‚limatlara uygun davranmadıkları icin icine duştukleri itikadî yanlışlara yer verilir. Bunların başında Allah TeĂ‚lĂ‚ ’ya cocuk isnat etmeleri gelir. Cocuklardan da, kendileri icin yuz karası ve utanc sebebi saydıkları kızları Allah ’a tahsis ediyorlar. MeselĂ‚ onlar, meleklerin Allah ’ın kızları olduğunu ileri suruyorlar ve onların adına bir takım putlar yapıp, LĂ‚t, Uzza, MenĂ‚t gibi dişi isimler vererek tapıyorlar, sonra da, “Biz bunları Allah ’a ortak koşmuyoruz, Allah ’ın kızları oldukları icin bize şefaat etsinler diye onlara tapıyoruz” diyorlardı. Ancak kendilerine gelince kız evladını hor goruyor ve oğlan istiyorlardı. Bundan daha gulunc inanc ne olabilir? Bu ceşit acık cehalet karanlıklarında yuvarlanıyorlar da, Allah tarafından ilim ışığını kendilerine getiren kimseye can duşmanı oluyorlar.
Yedinci olarak, tebliğe karşılık ucret meselesine dikkat cekilir. Yoksa Peygamber (s.a.s.) onlardan bir ucret istiyor da bu yuzden onlar ağır bir borc altında mı kalıyorlar? Âyette gecen اَلْمُغْرَمُ (mağrem) kelimesi esasen “sucsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar karşılığı” anlamına gelir. Bu yuzden kefil olmak gibi acık yahut yardımlaşma gibi zımnen bir soz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen zarara da “mağrem” denilir. Yani onlar, zorba hukumetlerin baskıları altında ağır vergilerle ezilmekte olan halk gibi midirler ki Peygamber (s.a.s.) ’in davetinden yuz ceviriyor, onun icin felaketler bekliyorlar?
Sekizinci olarak, gayb konusu gundeme getirilir. Yoksa gayb onların yanında da, onlar istediklerini yazıyor, istediği kararı veriyor; mutlak mĂ‚nada neyin faydalı neyin zararlı olduğunu biliyor, insanların faydasına olacak şekilde uymaları gereken kanun ve kaideleri belirliyor; kimin once oleceğini Levh-i Mahfuz ’dan alıp halka onlar haber veriyorlar, oyle mi?
Dokuzuncu olarak, muşriklerin Resûlullah (s.a.s.) ve mu ’minler icin kurdukları tuzaklar soz konusu edilir. Onlar Peygamberimiz ve muminlere kotu bir plan hazırlamak istiyorlardı. Bu Ă‚yet muşriklerin DĂ‚ru ’n-Nedve ’de tertip etmek istedikleri su-i kastı haber vermektedir. Fakat Ă‚yetin verdiği habere gore o kufredenlerin kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa kendileri duşeceklerdi. Nitekim oyle olmuş; Allah Resûlu (s.a.s.) sağ sĂ‚lim hicret ederken Ebû Cehiller Bedir ’de yakalanıp oldurulmuşlerdir. Boylece soz konusu Ă‚yet, gaybı onceden haber vermiş ve bunu onların değil, Allah ’ın bilip peygamberine haber verdiğini gozler onune sermiştir.
Son olarak muşriklerin Allah ’tan başka taptıkları putlara dikkat cekilir. Onların Allah ’tan başka ilĂ‚hları vardı. Bunların kendilerini Allah ’ın azabından kurtaracaklarını zannediyorlardı. Halbuki Allah onların koştukları ortaklardan uzaktır. Daha doğrusu Allah ’tan başka hicbir ilĂ‚h yoktur.
Butun bu sualler gerceği acık olarak ortaya koyacak kuvvette ve netliktedir. Nitekim Cubeyr b. Mut‘im, Bedir savaşından sonra Kureyşli esirlerin serbest bırakılmaları icin Mekkeli muşrikler tarafından konuşmak uzere Medine ’ye gonderilmişti. Medine ’ye geldiklerinde Peygamberimiz (s.a.s.) akşam namazını kıldırıyor, namazda da Tûr sûresini okuyordu. Cubeyr ’in kendisi şoyle anlatıyor: “Resûlullah (s.a.s.) sûrenin bu bolumune geldiğinde, heyecandan kalbim goğsumden dışarı fırlayacak zannettim.” (BuhĂ‚rî, Tefsir 52) O gun bu ayetleri işitmesiyle İslĂ‚m onun kalbine kok saldı, daha sonra musluman olmasının onemli sebeplerinden biri oldu. Fakat umûmen kĂ‚firler bu gerceklere inanmak istememişler, Peygamber (s.a.s.) ’den ısrarla mûcize talep etmişlerdir. MeselĂ‚ onlar “Eğer doğru soyleyenlerden isen, haydi uzerimize goğu parca parca duşur!” (ŞuarĂ‚ 26/187) diye istekte bulunuyorlardı. Bu isteklerine binĂ‚en o kĂ‚firler, o kadar inatcı bir hĂ‚le gelmişlerdi ki, gokten bir parcanın duşmekte olduğunu gorseler, artık azabın tepelerine inmekte olduğuna şĂ‚hit olsalar bile yine inanmayacak, bunun hakkında “ust uste kumelenmiş bir bulut yığını” diyecek kadar buyuk bir gafletin icinde idiler. Fiilen başlarına gelmedikce kabul etmezlerdi. Onların bu inkĂ‚r hĂ‚llerini anlatmak uzere Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Şu bir gercek ki, haklarında Rabbinin azap sozu kesinleşmiş olanlar iman etmezler. Kendilerine her turlu delil ve mûcize gelmiş olsa bile inkĂ‚rda diretirler. Ta o can yakıcı azabı gozleriyle gorunceye kadar!” (Yûnus 10/96-97)
“Eğer onlara istedikleri gibi melekleri indirseydik, oluler dile gelip kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp şĂ‚hit olarak karşılarına getirseydik, Allah dilemedikce yine de onlar iman edecek değillerdi; fakat onların coğu bilmezler.” (En‘Ă‚m 6/111)
Oyleyse:
42. Yoksa onlar Peygamber ’e bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Oysa asıl tuzağa duşenler, o kĂ‚firlerin tĂ‚ kendileridir!
CenĂ‚b-ı Hak peş peşe ferman buyurduğu bu suallerle muşrikleri Allah ’ın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed (s.a.s.) ’in peygamberliğini ve Kur ’an ’ın gercekliğini kabule yonlendirmektedir. Cunku bu sualler muhatabı her yonden kuşatmakta, ona kacıp kurtulabileceği en kucuk bir delik bırakmamakta ve onu gerceği itirafa mecbur kılmaktadır. Kısaca ozetlemek gerekirse:
Oncelikle kendi yaratılışlarına dikkat ceker. Bu kadar mukemmel ve olculu bir yaratılış, bir yaratıcı olmaksızın tesadufen kendiliğinden mi ortaya cıktı? Bunu belli bir takdir ve olcuye gore var eden bir Rab, bir Yaratıcı yok mudur? Onceleri yokken sonradan yaratıldıklarına gore, şayet akılları varsa, kendilerini bir yaratanın olabileceğini duşunmeleri gerekmez mi? Yoksa onları bir yaratıcı yarattı da başıboş mu bıraktı? Yoksa onlar Allah ’a kulluktan başka bir maksat icin mi yaratıldılar? Yoksa yaratıcı onlar da, kendilerini ve eşyayı yine kendileri mi yarattı? Yoksa Yaratan ’ı hicbir şey yerine koymadıkları icin mi O ’nun kudretini hesaba katmıyor, cezasından korkmuyor ve imansızlık ediyorlar?
İkinci olarak, goklerin ve yerin yaratılışına ibretle bakmayı ister. Yoksa gokleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır onlar yaratmadılar. Cunku onlar, kendilerine sorulduğu zaman “Gokleri ve yeri yaratan Allah ’tır” derlerdi. Fakat yine de şuphe icinde dolaşır, O ’nun mantıklı sonuclarını tatbik edecek kesin bir kanaat ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mûcizelere inanıp, peygamberi tasdik etmek istemezler. Hakikati anlayıp ona teslim olmak işlerine gelmez. Sadece peygamberin, zamanın felaketlerine carpılmasını bekler dururlar.
Ucuncu olarak, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın maddi manevî hazineleri soz konusu edilir. Yoksa Rabbin hazineleri onların yanında mıdır? Nimetleri onlar mı dağıtıyorlar? Boyle bir hakları varsa peygamberliği istediklerine verebilir, o yuce rutbenin Hz. Muhammed (s.a.s.) ’e verilmesini engelleyebilirler. Fakat onların boyle bir hak ve salahiyete sahip olmadıkları acık bir gercektir
Dorduncu olarak, hĂ‚kimiyete dikkat cekilir. Yoksa her şeyi hĂ‚kimiyetleri altına alan onlar mıdır? Bu hĂ‚kimiyetle -hĂ‚şĂ‚- Allah ’a bile galip gelmişler, hazinelerini ele gecirmişler de onun vermek istediğini verdirmek istemiyor; yahut da Allah ’ın verdiğini zorla geri almak istiyorlar, oyle mi?
Beşinci olarak, vahyi ve ilĂ‚hî bilgileri alma yollarına bakılması istenir. Yoksa onların bir merdivenleri var; Allah ’ın Mele-i A ’la ’ya gonderdiği emirleri, vahiyleri ve diğer butun ilĂ‚hî sozleri o merdivenle goğe yukselip dinliyorlar; boylece kimin kimden once oleceğini ve Kur ’Ă‚n ’ın Allah tarafından gonderilmeyip uydurularak O ’na isnat edildiğini biliyorlar, oyle mi? Oyleyse bu bilgileri dinleyenlerin acıklayıcı, kuvvetli bir delil getirmeleri, dinlediklerini ispat etmeleri gerekmez mi?
Altıncı olarak, Kur ’an ve Peygamber ’in getirdiği tĂ‚limatlara uygun davranmadıkları icin icine duştukleri itikadî yanlışlara yer verilir. Bunların başında Allah TeĂ‚lĂ‚ ’ya cocuk isnat etmeleri gelir. Cocuklardan da, kendileri icin yuz karası ve utanc sebebi saydıkları kızları Allah ’a tahsis ediyorlar. MeselĂ‚ onlar, meleklerin Allah ’ın kızları olduğunu ileri suruyorlar ve onların adına bir takım putlar yapıp, LĂ‚t, Uzza, MenĂ‚t gibi dişi isimler vererek tapıyorlar, sonra da, “Biz bunları Allah ’a ortak koşmuyoruz, Allah ’ın kızları oldukları icin bize şefaat etsinler diye onlara tapıyoruz” diyorlardı. Ancak kendilerine gelince kız evladını hor goruyor ve oğlan istiyorlardı. Bundan daha gulunc inanc ne olabilir? Bu ceşit acık cehalet karanlıklarında yuvarlanıyorlar da, Allah tarafından ilim ışığını kendilerine getiren kimseye can duşmanı oluyorlar.
Yedinci olarak, tebliğe karşılık ucret meselesine dikkat cekilir. Yoksa Peygamber (s.a.s.) onlardan bir ucret istiyor da bu yuzden onlar ağır bir borc altında mı kalıyorlar? Âyette gecen اَلْمُغْرَمُ (mağrem) kelimesi esasen “sucsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar karşılığı” anlamına gelir. Bu yuzden kefil olmak gibi acık yahut yardımlaşma gibi zımnen bir soz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen zarara da “mağrem” denilir. Yani onlar, zorba hukumetlerin baskıları altında ağır vergilerle ezilmekte olan halk gibi midirler ki Peygamber (s.a.s.) ’in davetinden yuz ceviriyor, onun icin felaketler bekliyorlar?
Sekizinci olarak, gayb konusu gundeme getirilir. Yoksa gayb onların yanında da, onlar istediklerini yazıyor, istediği kararı veriyor; mutlak mĂ‚nada neyin faydalı neyin zararlı olduğunu biliyor, insanların faydasına olacak şekilde uymaları gereken kanun ve kaideleri belirliyor; kimin once oleceğini Levh-i Mahfuz ’dan alıp halka onlar haber veriyorlar, oyle mi?
Dokuzuncu olarak, muşriklerin Resûlullah (s.a.s.) ve mu ’minler icin kurdukları tuzaklar soz konusu edilir. Onlar Peygamberimiz ve muminlere kotu bir plan hazırlamak istiyorlardı. Bu Ă‚yet muşriklerin DĂ‚ru ’n-Nedve ’de tertip etmek istedikleri su-i kastı haber vermektedir. Fakat Ă‚yetin verdiği habere gore o kufredenlerin kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa kendileri duşeceklerdi. Nitekim oyle olmuş; Allah Resûlu (s.a.s.) sağ sĂ‚lim hicret ederken Ebû Cehiller Bedir ’de yakalanıp oldurulmuşlerdir. Boylece soz konusu Ă‚yet, gaybı onceden haber vermiş ve bunu onların değil, Allah ’ın bilip peygamberine haber verdiğini gozler onune sermiştir.
Son olarak muşriklerin Allah ’tan başka taptıkları putlara dikkat cekilir. Onların Allah ’tan başka ilĂ‚hları vardı. Bunların kendilerini Allah ’ın azabından kurtaracaklarını zannediyorlardı. Halbuki Allah onların koştukları ortaklardan uzaktır. Daha doğrusu Allah ’tan başka hicbir ilĂ‚h yoktur.
Butun bu sualler gerceği acık olarak ortaya koyacak kuvvette ve netliktedir. Nitekim Cubeyr b. Mut‘im, Bedir savaşından sonra Kureyşli esirlerin serbest bırakılmaları icin Mekkeli muşrikler tarafından konuşmak uzere Medine ’ye gonderilmişti. Medine ’ye geldiklerinde Peygamberimiz (s.a.s.) akşam namazını kıldırıyor, namazda da Tûr sûresini okuyordu. Cubeyr ’in kendisi şoyle anlatıyor: “Resûlullah (s.a.s.) sûrenin bu bolumune geldiğinde, heyecandan kalbim goğsumden dışarı fırlayacak zannettim.” (BuhĂ‚rî, Tefsir 52) O gun bu ayetleri işitmesiyle İslĂ‚m onun kalbine kok saldı, daha sonra musluman olmasının onemli sebeplerinden biri oldu. Fakat umûmen kĂ‚firler bu gerceklere inanmak istememişler, Peygamber (s.a.s.) ’den ısrarla mûcize talep etmişlerdir. MeselĂ‚ onlar “Eğer doğru soyleyenlerden isen, haydi uzerimize goğu parca parca duşur!” (ŞuarĂ‚ 26/187) diye istekte bulunuyorlardı. Bu isteklerine binĂ‚en o kĂ‚firler, o kadar inatcı bir hĂ‚le gelmişlerdi ki, gokten bir parcanın duşmekte olduğunu gorseler, artık azabın tepelerine inmekte olduğuna şĂ‚hit olsalar bile yine inanmayacak, bunun hakkında “ust uste kumelenmiş bir bulut yığını” diyecek kadar buyuk bir gafletin icinde idiler. Fiilen başlarına gelmedikce kabul etmezlerdi. Onların bu inkĂ‚r hĂ‚llerini anlatmak uzere Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Şu bir gercek ki, haklarında Rabbinin azap sozu kesinleşmiş olanlar iman etmezler. Kendilerine her turlu delil ve mûcize gelmiş olsa bile inkĂ‚rda diretirler. Ta o can yakıcı azabı gozleriyle gorunceye kadar!” (Yûnus 10/96-97)
“Eğer onlara istedikleri gibi melekleri indirseydik, oluler dile gelip kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp şĂ‚hit olarak karşılarına getirseydik, Allah dilemedikce yine de onlar iman edecek değillerdi; fakat onların coğu bilmezler.” (En‘Ă‚m 6/111)
Oyleyse:
45. Rasûlum! Artık, yedikleri darbeyle cansız yere duşecekleri gune kavuşuncaya kadar sen onları kendi hallerine bırak!
47. ZĂ‚limler icin Ă‚hiret azabından once dunyada da bir azap vardır; fakat onların coğu bunu bilmez.
Muşriklerin ve kĂ‚firlerin carpılıp cansız yere serilecekleri gun, olum veya birinci kez sura ufurulen gundur. Kıyamet gunu dehşetli cehennem azabını gorduklerinde akıllarının başlarından gitmesi de kastedilmiş olabilir. HĂ‚sılı o, onların iradelerinin ellerinden alınıp kurtuluş icin hicbir şey yapma imkĂ‚nlarının kalmadığı gun olacaktır. O gun onların dunyada Peygamber (s.a.s.) ve mu ’minler icin hazırladıkları tuzakların kendilerine bir faydası olmaz. Bilakis kurdukları bu tuzakların hesabını vermek ve cezasını odemek mecburiyetinde kalırlar. Yardım edip onları Allah ’ın azabından kurtaracak kimse de bulunmaz. Onlara kıyamet azabı gelip catmadan once dunyada ve kabirde de daha bir kısım azaplar takdir edilmiştir. Dunyadaki hastalıklar, belalar, felaketler, malların telef olması, cocukların olmesi, savaşlar, aclık ve kıtlıklar buna misaldir. Kabirde de onları bekleyen nice sıkınt&#