
Şems ne demektir? Şems suresi ne zaman ve nerede indirilmiştir? Şems suresi kac ayettir? Şems suresinin okunuşu, anlamı ve tefsiri nasıldır? Şems suresinin Arapcası ve meali...Şems sûresi, Mekke doneminde inmiştir. Sûre, 15 Ă‚yettir. Sûre, adını birinci Ă‚yetteki “eş-Şems” kelimesinden almıştır. Şems, guneş demektir.
ŞEMS SURESİ ARAPCA
ŞEMS SURESİNİN TURKCE OKUNUŞU* (*Turkce okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun gorulmemektedir. Ayetler Turkce olarak arandıkları icin aramalarda cıkmak icin sitemize eklenmiştir.)
BismillÂhirrahmanirrahim.
﴾1-10﴿ Veş şemsi ve duhĂ‚hĂ‚. Vel kameri izĂ‚ telĂ‚hĂ‚. Ven nehĂ‚ri izĂ‚ cellĂ‚hĂ‚. Vel leyli izĂ‚ yagşĂ‚hĂ‚. Ves semĂ‚i ve mĂ‚ benĂ‚hĂ‚. Vel ardı ve mĂ‚ tahĂ‚hĂ‚. Ve nefsin ve mĂ‚ sevvĂ‚hĂ‚. Fe elhemehĂ‚ fucûrahĂ‚ ve takvĂ‚hĂ‚. Kad efleha men zekkĂ‚hĂ‚. Ve kad hĂ‚be men dessĂ‚hĂ‚.
﴾10-15﴿ Kezzebet semûdu bi tagvĂ‚hĂ‚. İzinbease eşkĂ‚hĂ‚. Fe kĂ‚le lehum resûlullĂ‚hi nĂ‚katallĂ‚hi ve sukyĂ‚hĂ‚. Fe kezzebûhu fe akarûhĂ‚ fe demdeme aleyhim rabbuhum bi zenbihim fe sevvĂ‚hĂ‚. Ve lĂ‚ yehĂ‚fu ukbĂ‚hĂ‚.
ŞEMS SURESİNİN ANLAMI RahmĂ‚n ve Rahîm olan Allah ’ın adıyla.
﴾1-10﴿ Guneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, guneşi takip ettiğinde aya, onu acığa cıkarttığında gunduze, onu orttuğunde geceye, gokyuzune ve onu bina edene, yere ve onu yapıp doşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kotuluklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kotuluklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kotuluklere gomen de ziyan etmiştir.
﴾11-15﴿ Semûd kavmi azgınlığı yuzunden (Allah'ın elcisini) yalanladı. Onların en bedbahtı (deveyi kesmek icin) atıldığında, Allah'ın Resûlu onlara: «Allah ’ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın!» dedi. Ama onlar, onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun uzerine Rableri gunahları sebebiyle onlara buyuk bir felĂ‚ket gonderdi de hepsini helĂ‚k etti. (Allah, bu şekilde azap etmenin) Ă‚kıbetinden korkacak değil ya!
ŞEMS SURESİNİN TEFSİRİ CenĂ‚b-ı Hak, bu Ă‚yet-i kerîmelerde ust uste tam on bir defa yemin etmektedir:
Guneşe, Onun aydınlığına, Guneşi izleyip edip, onun batmasından sonra geceleyin ortaya cıkan aya, Guneşi butun berraklığı ile ortaya cıkaran gunduze, Guneşi karanlığı ile orten ve onun gorunmesini engelleyen geceye, Goğe, Onu pek yuksek bir kubbe hĂ‚linde ve eşsiz bir nizam icinde binĂ‚ eden Allah ’a, Yeryuzune, Onu canlıların yaşaması icin yayıp doşeyen Allah ’a, Nefse, Onu en guzel şekilde bicimlendirip duzenleyen, ona fucûr ve takvĂ‚sını ilham eden Allah ’a! Bu on bir yeminin ardından bir de mĂ‚nayı daha cok kuvvetlendirmesi icin “elbette, mutlaka” mĂ‚nasında قد (kad) edatını kullanmakta ve ancak bu guclu te ’kîd ve te ’yîdlerden sonra nefsini arındırıp temizleyen kimsenin, mutlaka kurtuluşa ereceğini; aksine onu gunah ve mĂ‚siyetlerle kirleten kimsenin ise muhakkak husrĂ‚na uğrayacağını beyĂ‚n etmektedir. CĂ‚lib-i dikkattir ki, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de CenĂ‚b-ı Hak, nefs tezkiyesinden başka hicbir hususta, bu şekilde ust uste on bir defa yemin etmemektedir. Bu gercek, insanın kurtuluşu icin nefs tezkiyesinin ne kadar muhim ve zarûrî olduğunu ifadeye kĂ‚fîdir.
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın yemin etmesi, uzerine yemin edilen varlıkların kıymet ve şereflerini bildirmekle beraber, aslında o yeminden sonra ifade edilen ilĂ‚hî beyĂ‚nın, azamet ve ehemmiyetini gostermek icindir. Bu Ă‚yetlerdeki yeminlerde de durum boyledir. Bu yeminlerle bir taraftan, bu varlıkları yaratan Allah ’ın sonsuz kudretine dikkat cekilirken, bir taraftan da yeminlerin cevabı olarak gelen insan gerceğine, nefsin hakikatine ve ebedî kurtuluş icin onu tezkiye etmenin ehemmiyetine nazar-ı dikkatler celbedilir.
Diğer taraftan uzerine yemin edilen hususlar ile nefsin mĂ‚hiyeti arasında da kuvvetli bir irtibat vardır. Şoyle ki:
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm, gercekleri zihinlere iyice yerleştirmek icin konuları coğu kez zıtlarıyla izah eder. Burada da daha cok zıtlar uzerinde durulur. Alamet ve neticelerinin aynı olmadığı, birbirinin hep diğerinin tersi olduğu belirtilir. Bu acıdan bakıldığında:
› Guneş ve ay birbirinin zıddı sayılabilir. Cunku guneş cok parlak, aynı zamanda sıcaktır. Buna karşın ayın kendisi aydınlık değildir. Guneş varken, aslında o da gokte olmasına rağmen ay gorunmez. Ancak guneş battıktan sonra ortaya cıkar. Fakat, guneş gibi, geceyi gunduze cevirecek kadar aydınlığı yoktur. Ayrıca onun parlaklığında, guneşin ısısıyla meydana gelen şeyleri oluşturacak kadar sıcaklık da yoktur. Bununla birlikte ayın kendine has bazı ozellikleri de guneşte yoktur.
› Gunduz ile gece de birbirinin zıddıdır. İkisinin tesir ve sonucları elbette aynı değildir.
› Gok ile yer de birbirinin zıddıdır. Rabbimiz goğu yukseğe asmış, yeryuzunu ise semĂ‚ tavanı altında yatak gibi doşemiştir. İkisi de kĂ‚inatın nizamına hizmet etmektedir. Ancak ikisinin tesir ve neticeleri gok ile yer kadar farklıdır.
İşte birbirine zıt bu deliller serdedildikten sonra insanın nefsine işaret edilir. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın, birbirine zıt olan fucûr ve takvĂ‚yı, kotuluk ve iyiliği iki zıt temĂ‚yul olarak onun benliğine yerleştirdiği haber verilir. Bunlar guneş ve ay, gunduz ve gece, gok ve yer gibi biri diğerine zıt iki ozelliktir. Cunku birisi fucurdur ve kotu bir şeydir; oburu ise takvĂ‚dır ve iyi bir şeydir. Guneş ve ay, gece ve gunduz, gok ve yeryuzu nasıl aynı şey değilse, onların tesir ve neticeleri nasıl birbirinden farklı ise, fucur ve takvĂ‚ da birbirine zıttır. Tesir ve sonucları kesinlikle farklı olacaktır. Fucur, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın fucur diye haber verdiği şeydir. TakvĂ‚ da O ’nun kabul buyurduğu takvĂ‚dır. Allah ’ın indinde bu iki şeyin neticesi de ayrıdır. Buna gore insan bu dunyada iyilikle kotuluğu aynı gormemelidir. Allah ’ın iyi dediğini iyi tanıyıp onun peşinden gitmeli; kotu dediğini kotu tanıyıp ondan da uzaklaşmalıdır. Cunku Allah iyiliğin peşinden gidenlere mukĂ‚fat verecek, kotuluğun peşinden gidenleri ise cezalandıracaktır. On bir yeminin ardından bu gerceği bildirmek uzere buyruluyor ki:
Burada uzerinde durulması lĂ‚zım gelen gelen en muhim husus “tezkiye”dir. “Tez­ki­ye” kelimesinde iki muhim mĂ‚na vardır:
Birincisi; te­miz­le­mek, arın­dır­mak,
İkincisi; ar­tır­mak, ge­liş­tir­mek, be­re­ket­len­dir­mek ve fe­yiz­len­dir­mek.
Bu mĂ‚na cer­ce­ve­sin­de tez­ki­ye, esasen mĂ‚­ne­vî eği­ti­min bu­tun sey­ri­ni ifade eder.
Tezkiyenin zıddı olan اَلتَّدْسِيَةُ (tedsiye) ise اَلدَّوْسُ (devs) kokundendir. “Devs”, bir şey gelişip buyumeyerek bodur ve cılız kalmak ve gizlenmek mĂ‚nalarına gelir. “Tedsiye” ise, bir kimseyi hile ile ayartıp fesada duşurmek demektir. Bu kelimenin اَلدَّسُّ (dess) veya اَلدِّسِّسَةُ (dissise)den gelme ihtimalide vardır. Dess ve dissise, bir şeyi bir şeyin altına gomup gizlemek ve toprağa gommek mĂ‚nasınadır. Bizdeki “desîse” tabirinin aslı “dissise” mastarıdır. اَلدَّس۪يسُ (desîs), hicbir ilac ile giderilmeyen koltuk kokusuna, casusa ve kule gomulup kebap olmuş ete denir. اَلدَّسَّاسُ (dessĂ‚s) da bir tur pis ve kotu yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu mĂ‚nalarla alakalı olarak bir şeyi iyice gommek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile bozup fenalaştırmak ve iyice ortup gizlemek, gommek mĂ‚nalarını ifade eder. Buna gore nefsi tedsiye, ruhu faziletli ve erdemli şeylerle temizlemeyip kotu işler ve kotu ahlĂ‚k ile bozmak, sonunda kokuşup gomulmeye mahkum Ă‚dî beden kirleri, katı hayvĂ‚nî gayeler, gosteriş gibi şeytani ve karanlık hislerle curutup kokutarak maddiyata gommek ve Ă‚hirette, kule gomulmuş “kebap” gibi cehennem ateşine kapatmaktır. Bunun icin nefsi boyle bir duruma duşmekten kurtarabilmek icin onun tezkiyesi zaruridir.
Nef­si tez­ki­ye; on­ce­lik­le onu ku­fur, ce­hĂ‚­let, ko­tu his­ler, yan­lış inanclar ve fe­nĂ‚ huylardan te­miz­le­mek­tir. Onu İslĂ‚m ’a ay­kı­rı her tur­lu îti­kĂ‚­dî, ah­lĂ‚­kî ve ame­lî yan­lış­lık­lar­dan arın­dır­mak­tır. Onu te­miz­le­yip ko­tu­luk­ler­den ko­ru­duk­tan son­ra da, iman, ilim, ir­fĂ‚n, hik­met, iyi duy­gu­lar, gu­zel huy­lar gi­bi tak­vĂ‚ ozellikleriyle ter­bi­ye ede­rek, onu rû­hĂ‚­ni­yet­le dol­dur­mak­tır.
Tez­ki­yenin bir ust derecesi, nef­sin is­tek­le­ri­ni azal­ta­rak onun be­den uze­rin­de­ki hĂ‚­ki­mi­ye­ti­ni kır­mak ve bu sû­ret­le rû­hun hu­kum­ran­lı­ğı­na im­kĂ‚n sağ­la­mak­tır. Bu, an­cak nef­se kar­şı irade­yi guc­len­di­rmek yoluyla mumkun olabilir. İradeyi guclendirmek ise yi­yip ic­me, uyu­ma ve ko­nuş­mada olculu olmak gi­bi usûl­ler­le sağ­la­na­bi­lir. Bun­dan do­la­yı­dır ki, Kur ’an ve sunnetin ruhuna uygun olarak Ă‚limlerimiz tarafından “az ye­mek, az uyu­mak ve az ko­nuş­mak” nef­si diz­gin­le­me­nin metodu olarak belirlenmiştir. Cun­ku bun­lar, nef­se hĂ‚­ki­mi­ye­tin ilk adım­la­rı­dır.
Fa­kat her konuda ol­du­ğu gi­bi, bu metotları uygulamada da îti­dĂ‚­li el­den bı­rak­ma­mak ge­re­kir. Cun­ku be­den, Al­lah ’ın in­san­la­ra bir emĂ‚­ne­ti­dir. Bu sebeple kul, nef­si­ni tez­ki­ye eder­ken if­rat ve tef­rît­ten sa­kın­ma­lı, onun az­gın­lık­la­rı­na set ce­ke­yim der­ken, mucĂ‚dele ve mu­cĂ‚­he­de­de aşı­rı­lı­ğa duş­me­me­li­dir. Cun­ku din, bu­tun hĂ‚l ve dav­ra­nış­lar­da îti­dĂ‚­li em­re­der. İn­san­la­ra her tur­lu if­rat ve tef­rit­ten uzak durmayı oğut­ler. Us­te­lik nef­si, mut­lak sû­ret­te ber­ta­raf et­mek mum­kun ol­ma­dı­ğı gi­bi, bu, istenen bir şey de de­ğil­dir. Bu­na go­re nef­sin tez­ki­ye edil­me­si, nef­sĂ‚­nî arzu ve te­mĂ‚­yul­le­rin ilĂ‚­hî emir­ler cer­ce­ve­sin­de diz­gin­le­nip ter­bi­ye edil­me­si de­mek­tir.
Nef­si tez­ki­ye­ye ca­lış­ıp bu uğur­da cid­dî gay­retler gostermek, onemine ve zor­lu­ğu­na bi­nĂ‚­en “ci­hĂ‚d-ı ek­ber” kabul edil­miş­tir. Ni­te­kim Resûlullah (s.a.s.) pek zor­lu ge­cen Te­buk Gaz­ve­si ’nden do­nerken as­hĂ‚­bı­na:
“−Şimdi kucuk cihĂ‚ddan buyuk cihĂ‚da donuyoruz!” buyurdu. AshĂ‚b-ı kirĂ‚m hayretler icinde:
“–YĂ‚ Rasûlallah! HĂ‚limiz meydanda! Bundan daha buyuk cihĂ‚d var mı?” dedikle­rinde Peygamberimiz (s.a.s.):
“–Şimdi buyuk cihĂ‚da, nefisle cihĂ‚da donuyoruz!” buyurdu­. (Suyûtî, CĂ‚miu ’s-Sağîr, II, 73)
Nefisle cihĂ‚d, ancak kalbî eğitim ve mĂ‚nevî terbiye ile gercekleşir. GĂ‚ye, ahlĂ‚kı yuceltmek ve insanı mĂ‚nen olgunlaştırarak “insĂ‚n-ı kĂ‚mil” hĂ‚line getirmektir. Bunun yolu da dinî gerceklerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve guzel ahlĂ‚k ile suslenmiş bir kalp, Kur ’Ă‚n ve sunnetin rûhĂ‚niyetiyle taclanmış hĂ‚l ve davranışlarla “tevhîdin mîrĂ‚cına yukselerek” kemĂ‚le ermektir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“Akıl­lı, nef­si­ne hĂ‚­kim olup onu he­sĂ‚­ba ce­ke­rek olum ote­si icin ca­lı­şandır. Ah­mak da nef­si­ni he­vĂ‚­sı­na uydurduğu hĂ‚l­de Al­lah ’tan iyilik bekleyip durandır” (Tir­mi­zî, Kı­yĂ‚­met 25; İbn MĂ‚­ce, Zuhd 31) buyurarak­ nefsi terbiye ve tezkiye etmenin onemine dikkat ceker.
Bunun icindir ki, Allah Resûlu (s.a.s.) devamlı şoyle niyĂ‚zda bulunurdu:
“Al­lahım! Nef­si­me tak­vĂ‚­ nasip et ve onu her turlu gunahtan temizle. Zira onu en iyi temizleyecek olan sensin. Ona yardım edip eğitecek olan da sadece sensin. Allahım! Faydasız ilimden, urpermeyen kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırırm.” (Mus­lim, Zi­kir 73; NesĂ‚î, İstiĂ‚ze 13)
Nitekim in­fak, sa­da­ka, hiz­met gi­bi sĂ‚­lih amel­ler, zĂ‚­hi­ren baş­ka­la­rı­na fay­da­lı ol­mak biciminde go­run­se de, gercekte nef­se doğ­ru­yu, gu­ze­li ve iyiyi tel­kîn­dir. Cun­ku iyi­lik­ler bu yolla ben­lik­te yer eder ve rûh, bun­lar­la un­si­yet kazanır. Di­ğer bu­tun sĂ‚­lih amel­ler­le bir­lik­te soz­le­rin en gu­ze­li ve en doğ­ru­su olan Kur ’Ă‚n-ı Ke­rîm ’i oku­mak, oğutlerini can ku­la­ğıy­la din­le­mek ve hukumleriyle amel etmek de, nef­si eğitip duzeltecek en bu­yuk ve­sî­le­ler­den bi­ri­dir. Ha­ya­tı­nı bu­tu­nuy­le Kur ’Ă‚n ’ın oğrettiği şekilde duzenleyen bir kul, nef­si­nin kotuluğunden ve şey­ta­nın de­sî­se­le­rin­den kur­tu­lur ve yal­nız Hakk ’ın hoşnutluğunu isteyerek ya­şar. Kal­bi ilĂ‚­hî lu­tuf te­cel­lî­le­ri­ne maz­har olur. Bu du­ru­ma ge­len bir kul icin, ar­tık go­zun gor­du­ğu, ku­la­ğın işit­ti­ği zĂ‚­hi­rî ik­lî­min ote­si­ne mĂ‚­ne­vî bir pan­cur acıl­ır; kĂ‚inat, hik­met­li ve aza­met­li bir ki­tĂ‚b hĂ‚­li­ne gel­ir.
Tez­ki­ye­nin onemiyle ilgili olarak İb­rĂ‚­him Desû­kî (k.s.) şoy­le bu­yu­rur:
“– Evladım! Gun­duz­le­ri­ni oruc­la, ge­ce­le­ri­ni na­maz­la ge­cir­sen, te­miz bir ic Ă‚le­mi­ne ve Hak ile samimi bir kulluk ilişkisine sahip ol­san da, sa­kın ben­lik id­di­Ă‚sın­da bu­lun­ma! Sa­kın gu­rû­ra yenilip nef­sin kan­dır­ma­sı­na al­dan­ma. Zira ni­ce der­viş, nef­si­nin kotu arzularına ka­pı­lıp he­lĂ‚k ol­du.”
HĂ‚­tem-i Esamm (k.s.) da şoy­le bu­yu­rur:
“Muh­te­şem ko­nak­la­ra, ve­rim­li bağ ve bah­ce­le­re al­dan­ma. Cen­net­ten da­ha gu­zel bir yer yok­tur. Fa­kat Hz. Âdem ’in ba­şı­na ne gel­diy­se, cen­ne­tin o son­suz gu­zel­lik­le­ri icin­dey­ken gel­di. Nef­si ora­da ebe­dî kal­mak is­te­di. Ya­sak ağaca yak­laş­tı. İlĂ‚hî hikmet gereği, dunya­ya in­di­ril­mek­le ceza­lan­dı­rıl­dı.
İbĂ‚­det ve ke­rĂ‚­me­ti­nin cok­lu­ğu­na al­dan­ma. Zira sahib ol­du­ğu bun­ca ke­rĂ‚­me­te rağ­men, Al­lah TeĂ‚lĂ‚ ’nın ­kendi­si­ne ism-i Ă‚za­mı oğ­ret­ti­ği Bel ’am bin Ba­ura ’nın ba­şı­na ge­len ha­zîn Ă‚kı­bet, ne ka­dar ib­ret­li­dir.
Sen, sen ol; ilim ve amel cok­lu­ğu­na da al­dan­ma. Cun­ku on­ca ilim ve tĂ‚­ati­ne rağ­men İblîsin ba­şı­na ne­ler gel­di, bil­mi­yor mu­sun?! Nefs ve şey­ta­nın iğ­vĂ‚­sıy­la al­da­nan­lar­dan ol­ma!
Âbid­le­rin, zĂ‚­hid­le­rin ya­nın­da bu­lu­nu­yo­rum di­ye de ken­di­ne gu­ven­me. Zira ku­ru ku­ru­ya bir beraber­lik fay­da­sız­dır. SĂ‚­le­be, Pey­gam­berimiz (s.a.s.) ’in soh­be­tin­de duy­gu­suz­ca bu­lun­du­ğun­dan fe­cî bir Ă‚kı­be­te uğ­ra­dı.
Bir pey­gam­ber cocuğu ol­ma­sı­na rağ­men Hz. Nûh ’un oğ­lu, ba­ba­sı­nın davetin­e karşı ken­di­si­ni ihtiyacsız gor­mek gi­bi bir bed­baht­lı­ğa suruklendi. Ara­la­rın­da­ki kan ba­ğı bile ona bir fay­da sağlamadı. Ne­tî­ce­de, he­lĂ‚k edi­len­ler­den ol­du.
Hz. Lût ’un ka­rı­sı, kĂ‚­fir ve fĂ‚­sık­la­ra olan un­si­yet ve mu­hab­be­ti se­be­biy­le ya­nı­ba­şın­da­ki hi­dĂ‚­yet nû­run­dan na­sip­siz kal­dı ve gaf­let icer­isin­de kuf­run ka­ran­lık­la­rı­na dal­dı.
Hu­lĂ‚­sa; ilim, amel, mal, ev­lat ve dost gi­bi ne ka­dar da­ya­nak var­sa Ă‚hi­ret­te­ki kur­tu­lu­şun icin bun­la­ra cok gu­ven­me! Bun­lar­dan nef­si­ne as­lĂ‚ pay cı­kar­ma.”
HĂ‚sılı her mu­min, sık sık nef­siy­le ic he­sap­laş­ma­ya gi­re­rek, onu sî­ga­ya cek­me­li; mĂ‚­ne­vî durumuna cid­dî bir şe­kil­de ce­ki-du­zen ve­rip, gi­di­şĂ‚­tı­nı kont­rol al­tı­na al­ma­lı­dır. Bu­na “nefis mu­hĂ‚­se­be­si” de­nir. İn­san, hic ol­maz­sa ba­şı­nı yas­tı­ğa koy­du­ğu her yir­mi dort sa­at­te bir, o gu­nun mu­hĂ‚­se­be­si­ni yap­ma­lı ve ken­di­ni sî­ga­ya cek­me­li­dir. Bu­nu alış­kan­lık hĂ‚­li­ne ge­ti­ren­le­rin ha­tĂ‚­da ıs­rar il­le­tin­den kur­tu­la­bil­me­le­ ri ko­lay­la­şır.
Nefs tez­ki­ye­si ne­tî­ce­sin­de kalb, “se­lîm” hĂ‚­le ge­lir. Kalb-i se­lîm mer­ha­le­sin­de şu uc hĂ‚l mu­şĂ‚­he­de edi­lir:
› Kim­se­yi in­cit­mez. Bu, takvĂ‚ eh­li­nin hĂ‚­li­dir. Kalb, nef­sin şer­rin­den ko­ru­nur. Gu­zel ah­lĂ‚k te­şek­kul eder.
› Kim­se­den in­cin­mez. Bu da, mu­hab­bet eh­li­nin hĂ‚­li­dir. FĂ‚­nî­le­rin ovgu ve yer­me­le­ri bir ehem­mi­yet ifade et­mez. Gu­neş ışı­ğı kar­şı­sın­da ay­dın­lat­ma ve ka­rart­ma­la­rın bir one­mi ol­ma­ya­ca­ğı gi­bi.
ŞĂ‚­ir bu hĂ‚­li şoy­le ifade eder:
“Ci­hĂ‚n ba­ğın­da ey Ă‚şık bu­dur mak­sûd-ı ins u cin[1]
Ne kim­se sen­den in­cin­sin ne sen bir kim­se­den in­cin.”
› Dunya men­fa­atiy­le Ă‚hi­ret kazancı kar­şı kar­şı­ya ge­lin­ce, Ă‚hi­re­ti ter­cih ede­rek Allah ’ın rızasını he­def­ler.
Onceki Ă‚yetlerde insan nefsinin mĂ‚hiyetine işaret edilerek, 9-10. Ă‚yetlerde de nefsi tezkiye edip kotuluklerden arındıranın kurtuluşa ereceği, onu temizlemeyip kotuluklere gomenin ise ziyana uğrayacağı bildirilmişti. Şimdi ise tarihten muşahhas bir misal verilerek bu kĂ‚ide izah edilir:
Gunahlara batmış nefsin durumunu acıklamak uzere verilen bu tarihî misali anlamak icin şu iki temel gercek uzerinde duşunmek gerekir:
Birincisi; Allah TeĂ‚lĂ‚ insanı yaratmış, onu hem kotuluk hem de iyilik yapabilecek bir tabiat ve istidatla donatmıştır. Burada Hz. SĂ‚lih ve kavminin kıssası hatırlatılarak, kotuluk ve iyiliğin sadece ilham ile bilinmesinin, herkesin kendisine yuruyeceği dosdoğru bir yol bulması icin yeterli olmadığı beyĂ‚n edilir. Bu maksatladır ki, CenĂ‚b-ı Hak peygamberlere vahyederek doğru yolu butun incelikleriyle haber vermiş; gerek kotuluğun ne olduğunu ve ondan nasıl sakınılacağını, gerekse takvĂ‚nın ne olduğunu ve onun nasıl elde edileceğini acıkca bildirmiştir. Semûd kavmi kıssası gostermektedir ki, eğer insan vahiy yoluyla gonderilen bu acık hidĂ‚yeti kabul etmezse, o zaman kotuluklerden kurtulamaz ve takvĂ‚ya yol bulamaz.
İkincisi; bu kıssada da acıkca gorulduğu uzere ceza veya mukafat, doğru ya da yanlış yolu tercih etmenin kesin bir neticesidir. Nefsi kotuluklerden temizleyerek takvĂ‚ yolunda ilerlemenin tabii sonucu kurtuluştur. Fakat nefsin iman ve sĂ‚lih amellere doğru olan iyi temĂ‚yullerini bastırıp korelterek kendini kotulukler ve gunahlar icinde bırakmanın tabii sonucu da ziyan ve helĂ‚ktır. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu ’l-Kur ’Ă‚n, VII, 138-139)
İşte bu hususları anlatmak icin tarihten Semûd kavmi ornek olarak verilir. Cunku onceki azaba uğrayan kavimlerden yerleşim yeri Mekkelilere en yakın olan kavim bunlardı. Hicaz ’ın kuzeyinde onların tarihi kalıntıları mevcuttu. Mekkeliler ticaret icin Şam ’a gittiklerinde buradan gecerlerdi.
Semûd kavmi Hz. SĂ‚lih ’ten bir mûcize istemişlerdir. Bunun uzerine SĂ‚lih (a.s.) onlara mûcize olarak bir dişi deve getirdi. Devenin, yeryuzunde ne isterse yiyeceğini, suların, bir gun onların hayvanlarına bir gun de bu deveye ait olacağını bildirdi. Eğer bu deveye dokunurlarsa şiddetli bir azaba uğrayacaklarını haber verdi. Fakat bedbaht kavim, devenin hukukunu yerine getiremediler. En azılılarını deveyi oldurmeye teşvik ettiler, o da deveyi oldurdu. Peygamber ’e inanmadıkları, onun buyruğuna itaat etmedikleri ve buyuk bir suc işledikleri icin helak edildiler. (bk. A‘rĂ‚f 7/73-79; Hûd 11/61-68; Kamer 54/23-32)
Bundan boyle Semûd kavmi gibi azgınlık yapanların da helak edilebileceği uyarısında bulunmak uzere bu helakin Yuce Allah ’a ait yonune şoyle bir işarette bulunulmaktadır:
Kendisi hesaba ceken fakat kimse tarafından hesaba cekilemeyen, butun guc ve kudretin sahibi olan Allah, mustahak olan fert ve toplumları helak eder. Fakat yaptığının sonucundan korkmaz. Bu işin sonunda kendine bir zarar geleceğinden endişe etmez. Cunku hicbir gucun, “Sen bunları niye helak ettin?” diye sorma hakkı yoktur. O istediğini helak eder, istediğini oldurur. Helak ettiklerini savunacak veya onlara yardım edecek kimse bulunmaz. Bu sebeple, Semûd kıssasının hatırlatılmasında, Peygamberimiz (s.a.s.) ’e karşı gelip onun buyruklarını dinlemeyen azgınların da neticede acı bir azap ve fecî bir helĂ‚ke uğrayacakları tehdîdi vardır.
Dipnot: Maksûd-i ins u cin: İnsanların ve cinlerin en buyuk gayesi.
ŞEMS SURESİ HAKKINDA BİLGİLER Şems Sûresinin Nuzûlu Şems sûresi, Mushaftaki sıralamada doksan birinci, iniş sırasına gore yirmi altıncı sûredir. Kadir sûresinden sonra, Burûc sûresinden once Mekke ’de inmiştir.
Şems Sûresinin Adı / Ayet Sayısı Sûre adını 1. Ă‚yette gecen “guneş” anlamındaki şems kelimesinden almıştır.
Şems Sûresinin Konusu Sûrede bazı onemli kozmik varlıklara ve olaylara yemin edilerek insan tabiatına hem iyilik hem kotuluk eğilimlerinin verildiği bildirilmiş; bu eğilimlerini doğru kullanmayanların akıbetine ornek olmak uzere Semûd kavminin helĂ‚k edilişi anlatılmıştır.
Kaynak: kuranvemeali.com
İslam ve İhsan
ŞEMS SURESİNİN TEFSİRİ