Bakara Suresi 3. ayeti ne anlatıyor? Bakara Suresi 3. ayetinin meali, Arapcası, anlamı ve tefsiri...Bakara Suresi 3. Ayetinin Arapcası:اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ
Bakara Suresi 3. Ayetinin Meali (Anlamı):Ki onlar gaybe iman eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar.
Bakara Suresi 3. Ayetinin Tefsiri:Muttakîlerin birinci vasfı gaybe iman etmeleridir. İman, kalp ile tasdik yani bir şeyin doğruluğunu kalben kabul etmek ve bunu dil ile ikrĂ‚r etmektir. Tasdik olmazsa iman olmaz. Tasdik bulunur, fakat kişinin tutum ve davranışları buna aykırı ve tutarsız olursa bu, imanın zayıflığına bir işaret sayılır. Boyle bir imanla, İslĂ‚m gercek mĂ‚nasıyla yaşanamayacağı gibi, dinin vadettiği ebedi mutluluğa erişmek de zor olur. Dine gore îman esaslarını kalp ve diliyle tasdîk etmeyen kĂ‚fir; kalbiyle tasdik etmediği hĂ‚lde diliyle kabul ettiğini soyleyen munafık; kalp ve diliyle tasdik ettiği hĂ‚lde ameli olmayan ise mu ’min fakat fĂ‚sık sayılır. Gercek iman, Ă‚hirette cehennemden kurtularak cennete girmenin yegĂ‚ne şartıdır. Kur ’an, pek cok Ă‚yetinde bu hususa vurgu yapmaktadır.
الْغَيْبُ (gayb) sozlukte, gercekte var olup da gorme, işitme, dokunma ve tatma gibi duyularımızın algı sahasına girmeyen, bunların otesinde kalan şeylerdir. Âyetteki “gayb”den maksat ise, Allah ’ın ve Resûlu ’nun var olduğunu veya meydana geleceğini haber verdiği, insanın duyularıyla algılayamadığı fakat inanılması lazım gelen varlıklar ve olaylardır. Bunlar Allah, melekler, kader, kıyamet, Ă‚hiret, cennet ve cehennem gibi hususlardır. Allah Resûlu (s.a.s.) îmanı tarif ederken: “Allah ’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, Ă‚hiret gunune inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” (Muslim, İman 1, 5) buyurmuştur ki bunların hepsi gayb Ă‚lemindendir.
Âyetin, “gaybe îman ederler” şeklinde meĂ‚li verilen kısmı, “gaybde de iman ederler” diye de anlaşılmıştır. Yani, mu ’minler, insanlar arasında olduğu gibi kimsenin bulunmadığı tenha yerlerde de imanlarını ikrĂ‚ra ve gereğini yapmaya devam ederler. Zira îmanda devamlılık esastır. Munafıklar ise boyle değildir. Cunku onlar: “İman edenlerle karşılaştıklarında «inandık» derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: «Emin olun! Biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz» derler.” (Bakara 2/14)
Esasen gayb Ă‚lemine bir sınır cizmek mumkun değildir. Bununla beraber genel mĂ‚nada iki turlu gaybden soz edilebilir. Birincisi, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın hicbir varlığa bildirmediği, ancak zĂ‚tına mahsus kıldığı mutlak gaybdir: “Gaybın anahtarları Allah ’ın yanındadır; başkası onları bilemez.” (En‘Ă‚m 6/59) Diğeri ise izĂ‚fî gaybdir ki, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın yarattıklarından dilediğini dilediği kadar bilgilendirdiği ve diğerlerinden gizli tuttuğu gaybdir. Buna gore her bir varlığa gore gayb alanı farklıdır. Ancak Kur ’an ve sunnette varlığı bildirilen fakat insanın duyularıyla tam idrak edemediği hususlara îman, mu ’min olmanın şartıdır. Uzerinde durduğumuz Ă‚yette de bu nevi gaybe işaret edilmiştir.
Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın her turlu tecellî ve tasarruflarıyla zĂ‚hir ve Ă‚şikĂ‚r olmasına (Hadîd 57/3), kullarına şah damarından daha yakın olmasına (KĂ‚f 50/16), onların kendileri ile kalpleri arasına girmesine (EnfĂ‚l 8/24), hulĂ‚sa onları her yonden kuşatmasına (İsrĂ‚ 17/60) rağmen gayb kabul edilmesi, idraklerin O ’nu kuşatamaması (En‘Ă‚m 6/103) sebebiyledir. Nitekim ehl-i irfĂ‚n demiştir ki, “CenĂ‚b-ı Hak o kadar zĂ‚hirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gĂ‚iptir.”
Gorulemeyen ve hissedilemeyen varlıklar, gorup hissettiklerimize nispetle kıyas edilemeyecek derecede fazladır. Bu gerceği kabul eden kişi, Allah ’a imana ve boylece hayatın derin bir mĂ‚nası ve gayesi olduğu inancına erişir. Gozu maddeden başka bir şey gormeyen ve tum varlığı gorup hissettiklerinden ibaret zanneden duşunce ve sistemler, insan muhayyile ve tefekkurunu Ă‚detĂ‚ dondurarak onu geniş ufuklardan mahrum bırakmaktadırlar. Bu mĂ‚nada gaybe îman, insan tefekkurunun ve muhayyilesinin onundeki izĂ‚fî engelleri kaldıran bir hurriyet iksîridir. Îman esaslarının “gayb” alanında olması, mu ’mindeki îman derinliğine sonsuz bir boyut kazandırmaktadır. Bu sebeple Kur ’an, inanılması gerekli hususlar icinden ozellikle gaybı zikretmiştir. Cunku gaybe iman, kulun Peygamberin davetine kulak vererek Allah ’ın buyruklarına itaat etmesinde kuvvetli bir tesire sahiptir. Maddi Ă‚lemin otesinde başka bir Ă‚lemin olduğunu kabul etmeyenler ise Allah ’a ve Ă‚hirete iman davetinden yuz cevirirler.
Muttakîlerin ikinci vasfı, namazı dosdoğru kılmalarıdır. Âyet-i kerîmede “ikĂ‚me-i salĂ‚t” ifadesi gecmektedir. الصَّلٰوةُ (salĂ‚t), Kur ’an ’da namaz ibĂ‚detinin yanı sıra dua, ovgu, kıraat ve rahmet mĂ‚nalarında kullanılmıştır. Namaz ibĂ‚deti bu mĂ‚naların hemen hepsini ihtiva eder. Nitekim namazın kıyĂ‚mında kıraat, ka ’desinde senĂ‚ ve dua nihĂ‚yetinde ise namaz kılan kimseye rahmet vardır.
“İkĂ‚me”, bir şeyi ayakta tutmak, ayakta durur hale getirmek demektir. “İkĂ‚me-i salĂ‚t” ise namazı dosdoğru edĂ‚ etmektir. Yani namazı, Allah Resûlu (s.a.s.) ’in oğrettiği şekilde Ă‚dĂ‚b ve erkĂ‚nına riĂ‚yetle, vaktinde, aksatmadan, ona gerekli rağbeti gostererek, hem şeklî şartlarını hem de huşu ve tĂ‚zim gibi kalbî ve ruhî yonlerini gozeterek kılmaktır. “İkĂ‚me-i salĂ‚t” tabiri, ayrıca, namazı cemaatle kılmanın onemine ve onu îfa icin lazım gelen şartların hazırlanmasının gereğine de işaret etmektedir.
Namaz, İslĂ‚m ’ın başlangıcından itibaren meşrû olmakla birlikte beş vakit halinde, Peygamberimizin yaşadığı en faziletli zaman olan Mi ’rĂ‚c gecesinde farz kılınmıştır. (bk. Muslim, İman 259)
Namaz ibĂ‚deti, dini hayatın omurgasını teşkil eder. Ferdin zihnî, kalbî ve fiilî hayatının Allah ve Rasûlu ’nun iradesi cercevesinde ihyası icin vazgecilmez bir esas olan namaz, toplum hayatının inşa ve ıslahı icin de aynı derecede bir oneme sahiptir. Namazın bu yonune işaretle Peygamber Efendimiz: “Dinî hayatın ana direği, namazdır” buyurmuştur. (Tirmizî, İman 8)
Muttakîlerin ucuncu vasfı, Allah ’ın kendilerine verdiği rızıklardan infak etmeleridir. Onlar, Allah ’ın ikram ettiği her turlu rızıktan, O ’nun muradına uygun olarak başkalarının faydasına harcamada bulunurlar. “Rızık”, butun canlıların maddî mĂ‚nevî her turlu ihtiyaclarını karşıladıkları nimetlerdir. Yiyecek, icecek, giyecek, mal ve benzeri her turlu maddî nimet ve imkĂ‚nlar rızık olarak adlandırıldığı gibi ilim, îman ve ahlĂ‚k gibi mĂ‚nevî ihsanlar da rızık kapsamında değerlendirilmiştir.
“İnfak”, kulun, Allah ’ın rızĂ‚sına nĂ‚il olma niyetiyle O ’nun kendisine verdiği rızıklardan ailesine, akrabasına, diğer insanlara ve hatta tum canlılara fayda sağlamak uzere sarfetmesidir. Kur ’Ă‚n ’da infak kavramının kullanıldığı yerlerden biri de “fî sebîlillah” yĂ‚ni Allah ’ın dînini korumak, yaymak ve yuceltmek adına yapılan her turlu harcamalardır.
Âyetteki infaktan hem farz hem de nafile harcamalar kastedilmiştir. Farz olanlar zekĂ‚t ve ailesi icin yaptığı zaruri masraflardır. Bunların haricinde hayır niyetiyle yapılan tum harcamalar ise nafile kısmına girer.
MĂ‚nevî rızıklar acısından “infak”, kişinin sahip olduğu ilim, irfan ve guzel ahlĂ‚k gibi ilĂ‚hî ikramlardan başkalarını da istifade ettirmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “İstifadeye sunulmayan ilim, Allah yolunda infak edilmeyen hazîne gibidir” buyurur. (Ahmed b. Hanbel, Musned, II, 499; Heysemî, Mecma‘u ’z-zevĂ‚id, I, 184) Bu mĂ‚nadan hareketle sûfîler, Ă‚yet-i kerîmede, muttakîlerin kendilerine lutfedilen mĂ‚nevî hĂ‚l, ilim ve mĂ‚rifet nûrlarından başkalarına da infak etmeleri gerektiğine işaret bulunduğunu soylemişlerdir.
Esasen Kur ’Ă‚n Ă‚yetleri, kısa cumlelerde cok geniş ve zengin mĂ‚nalar ihtivĂ‚ eder. MeselĂ‚ uzerinde durduğumuz Ă‚yetin, وَممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcama yaparlar) kısmında bulunan bir takım nuktelere şoyle işaret edilmiştir:
İnsan, kazancının tumunu değil, ihtiyĂ‚c fazlasını infĂ‚k etmelidir. Ba‘ziyet yani kısmîlik anlamı ifade eden مِنْ (min) edatıyla bu inceliğe işaret edilmiştir.
İnfak, başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz) lafzı ifade eder. Burada, yapılan infakı Allah adına yapmak ve başa kakmamak gerektiğine de bir işaret vardır. ÂdetĂ‚ şoyle denilmektedir: “Size rızkı biz veriyoruz. Hakîkatte siz bize vekĂ‚let etmektesiniz. Oyleyse bizim ihsĂ‚n ettiğimiz rızıklardan kullarımıza verirken başa kakmanız doğru olamaz.”
يُنْفِقُونَ (harcarlar) fiilinin geniş zamanda kullanılması, surekli bir infak duygusunun kulda yerleşerek alışkanlık hĂ‚line gelmesini ifade eder. Bu ibare aynı zamanda infakın, ehline, zarurî ihtiyaclarını karşılaması icin yapılması gerektiğine işaret eder. Yoksa gereksiz ya da meşrû olmayan yerlere harcayacak kimselere infakta bulunulmaz. Zira “infak” kelimesi, yerinde ve aslî ihtiyacları karşılamak uzere yapılan harcamalar anlamında kullanılmıştır. (Bedîuzzaman, İşĂ‚rĂ‚tu ’l-i‘cĂ‚z, s. 47)
Gorulduğu uzere Ă‚yet-i kerîmenin emir ve tavsiye buyurduğu infakın şumûlu oldukca geniştir. Bu sebeple tasavvuf Ă‚limleri, farklı mertebelerde bulunan insanların infakları hususunda bir kısım izahlar yapmışlardır. Onlardan bazıları şoyledir:
Zenginlerin infĂ‚kı mallarından olup onu ihtiyac sahiplerinden kıskanmazlar. Âbidlerin infĂ‚kı nefislerinden olup kendilerini hizmetten esirgemezler. Âriflerin infĂ‚kı gonullerinden olup hicbir zaman kendilerine bahşedilen ilĂ‚hî feyizlerden Hak taliplerini mahrum bırakmazlar. Hak aşıklarının infakı ise daha farklıdır. Nitekim MevlĂ‚nĂ‚ CelĂ‚leddîn Rûmî (k.s.) bunu şu beytiyle dile getirir:
SehĂ‚vet ehli olan kimseye yakışan, fakîre ihsĂ‚ndır
Âşıklara yakışan da CĂ‚nĂ‚n yolunda fedĂ‚-yı cĂ‚ndır[1]
İnfĂ‚kın belli başlı derecelerini ifade etmek uzere Arapca ’da farklı kavramlar kullanılmıştır. Birinci mertebe “sehĂ‚”dır. Malın birazını verip geriye kalanı kendine ayırana sehĂ‚vet sahibi denir. İkinci mertebe “cûd” seviyesidir. Malının coğunu dağıtıp azını kendine ayıran kimseye cûd ehli denir. İnfakta nihai mertebe ise “îsĂ‚r”dır. Zarûret miktarı mal ile hayatını idĂ‚me ettirip kendi ihtiyacı olan şeyi bile başkasına verebilme fedakĂ‚rlığını gosteren kimse ise îsĂ‚r sahibi, diğergĂ‚m, yani başkasını kendinden fazla duşunen kişi olarak vasfedilir.
Kur ’an ’ın infak emri, ferd ve cemiyet acısından pek buyuk bir oneme sahiptir. İctimaî hayatın intizamlı olması ve toplumda sosyal adĂ‚letin sağlanabilmesi icin, maddi imkĂ‚nlar ve refah itibariyle insan tabakaları arasında boşluk kalmamalıdır. Zenginlerin fakirlerden, aradaki irtibat kopacak derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında irtibatı sağlayan yegane vasıta, zekĂ‚t başta olmak uzere her turlu infak ve yardımlaşmadır. Cemiyet icinde zekĂ‚tın farz, faizin ise haram kılınışının hikmetleri dikkate alınmaz ve bu ilĂ‚hî emirlere harfiyen uyulmazsa, tabakalar arası bağlar kopar. Aşağı tabakadan yukarı tabakaya hurmet, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadĂ‚ları, haset alevleri, kin ve nefret feryatları yukselir. Aynı şekilde yuksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulum ateşleri, baskılar ve şimşek gibi hakaretler yağar. Hulasa toplumdaki insan tabakaları arasında barış ve huzurun temini, ancak İslĂ‚m ’ın temel şartlarından biri olan zekĂ‚t, sadaka ve diğer yardımların herkes tarafından en guzel şekilde edĂ‚ edilmesine bağlıdır.
Muttakîlerin dorduncu onemli ozelliklerini acıklamak uzere buyruluyor ki:
[1] SehĂ‚vet ehli: Comert olanlar; CĂ‚nĂ‚n: Sevgili, kula en sevgili olan Allah TeĂ‚lĂ‚; FedĂ‚-yı cĂ‚n: can vermek


Bakara Suresi tefsiri icin tıklayınız...
Kaynak: Omer Celik Tefsiri
Bakara Suresi 3. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler icin tıklayınız...
İslam ve İhsan