FÂtiha Suresi 2. ayeti ne anlatıyor? FÂtiha Suresi 2. ayetinin meali, Arapcası, anlamı ve tefsiri...FÂtiha Suresi 2. Ayetinin Arapcası: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ
FÂtiha Suresi 2. Ayetinin Meali (Anlamı): Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah ’a mahsustur.
FÂtiha Suresi 2. Ayetinin Tefsiri: FÂtiha sûresi baştan sona bir duadan ibarettir. Kul bu sûreyi okuyarak Rabbine yalvarır, O ’na istek ve ihtiyaclarını arz eder. Fakat kulun bu isteklerini dile getirirken guzel bir girizgÂhla soze başlaması gerekir. En guzel girizgÂh ise, sınırsız kudreti karşısında boyun bukup el acarak yalvardığı zÂtın yuceliğini, guzelliğini ve nimetlerini dile getirmektir. Bu sebeple FÂtiha sûresi, “ElhamdulillÂh” diyerek Âlemlerin Rabbi Allah ’a hamdle başlar. Bu dua, kulun Allah ’ın yuceliğini kabul ettiğini ve O ’nun lutfettiği sayısız nimetlere şukrettiğini gosteren buyuk bir tÂzim ifadesidir. Bu bakımdan cennetliklerin en son duası da “ElhamdulillÂh” olacaktır. (bk. Yûnus 10/10) Zira bu dua, hamd muhtevasına girebilecek butun ovgu, sen ve yuceltmelerin gercek mÂnada sadece Allah ’a mahsus olduğunu bildirmektedir.
اَلْحَمْدُ (hamd); sozlukte ovmek, sen etmek, şukretmek ve methetmek gibi mÂnaları icine alır. Fakat tarif edildiklerinde bu kelimeler arasında bir kısım anlam farklarının bulunduğu gorulur.
“Hamd”; hur iradesiyle verdiği nimetler ve yaptığı iyilikler karşılığında birini ovmek, butun iyiliklerin sahibi olması sebebiyle de ona gonulden teşekkur etmektir. Yani birinin hamde layık olması icin, yaptığı iyilik ve guzelliklerin rastgele değil, irade ve istekle hÂsıl olması gerekir. Hamd ederken, hamdettiğimiz varlığın iyilik ve nimetlerinin bize ulaşıp ulaşmaması onemli değildir. Onemli olan o şahsın boyle bir hamde liyakatidir. Dolayısıyla Allah ’a hamd; CenÂb-ı Hakk ’ın fiillerini ve eserlerini gorup O ’nu yuceltmek, kemÂli karşısında hayretlere duşup hayranlık secdesine kapanmak, cemÂli karşısında sevgiyle coşup taşmak ve sonsuz lutufları karşısında yuzu yerlere surmektir.
Hamd; soz, fiil ve hÂl ile olur. Sozlu hamd, dille yapılan ovgudur. Hak TeÂl ’yı, kendini ovduğu ve nasıl ovulmek istiyorsa o şekilde sen etmektir. Fiille hamd, Allah ’ın rızÂsını umup O ’nun yuce katına yonelerek ibÂdet, hayır ve hasenat kabilinden bedenî amelleri yerine getirmektir. Bu da ancak her azanın yaratılış hikmetine uygun bicimde kullanılmasıyla mumkun olur. Halle hamd ise kalbî duygularla gercekleşir; ilmî ve amelî olgunlukla bezenmek ve ustun ahlÂkî vasıflarla donanmak sûretiyle kazanılır.
“Şukur”, bize ihsan edilen nimetlerin ve iyiliklerin sahibine yapılan teşekkurdur. Bu, yalnız nimete karşı olur. Hamdde olduğu gibi şukur de hem dil, hem fiil hem de kalple yapılır. “Sana şukurler olsun Rabbim” demek dille, “namaz kılmak” fiille, CenÂb-ı Hakk ’ın nimetleri karşısında eziklik duyarak kalbin teşekkur hissiyle dolması ise kalple şukre ornek teşkil eder. Her şeyin şukru kendi cinsinden olur. Maddi imkÂnlarımızı Allah yolunda harcamak da en guzel şukurdur.
“Medih” de bir iyilik ve guzellik karşısında yapılır. Fakat hamdde olduğu gibi, sahibinin bu iyilik ve guzelliklerde iradesinin ve tesirinin olup olmaması şart değildir. Orneğin kişi, boyunun uzunluğu, yuzunun guzelliği gibi kendi iradesinin eseri olmayan meziyetleri sebebiyle ovulebildiği gibi, comertlik, fedakÂrlık, şecÂat ve cesareti gibi iradesiyle sahip olduğu faziletleri sebebiyle de ovulebilir.
Gorulduğu uzere hamdin sebebi, sadece hamd edene ulaşan nimet ve ihsanlar değil, hamde layık olan varlığın irade ve ihtiyara dayalı butun guzellikleri, ihsanları ve iyilikleridir. Bu mÂnada hamd, yalnız Allah TeÂl ’ya mahsustur. Cunku butun iyilik ve guzellikleri yoktan yaratan sadece O ’dur. Hur iradesiyle bunları var etmiştir. Başkalarına ait iyilik ve guzelliklerin de yaratıcısı O ’dur. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve guzelliklerde de Allah ’ın mutlak iradesinin tecellileri vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan her turlu iyilik ve guzellikler ise zaten doğrudan doğruya Allah TeÂl ’nın yaratma kudretinin eseridir. O halde bu mÂnada hamdin tamamı Allah ’a mahsustur. Bu kabul ve tasdik, Allah ’tan başka ibÂdete layık hicbir varlığın olmadığını gosterir. Mahlukattan hicbiri gercek mÂnada hamde lÂyık olmadığı icin, ibÂdete de lÂyık değildir. Hamde layık olan Allah, aynı zamanda ibÂdete de layık olan yegÂne varlıktır.
Allah ’a hamdin faziletine dair pek cok rivayet bulunmaktadır. Bunlardan ikisi şoyledir:
Resûlullah (s.a.s.) buyurur: “Allah ’ın kullarından birisi, يَا رَبِّ! لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغ۪ي لِجَلاَلِ وَجْهِكَ وَلِعَظ۪يمِ سُلْطَانِكَ «Rabbim, zÂtının yuceliğine, saltanatının buyukluğune yakışacak şekilde sana hamd ederim» dedi. Yazıcı meleklere bunun sevabını yazmak zor geldi. Bunu nasıl yazacaklarını bilemediler. Goğe cıktılar ve: «Rabbimiz, senin kulun oyle bir soz soyledi ki onun sevabını nasıl yazacağımızı bilemiyoruz», dediler. Azîz ve celîl olan Allah kulunun ne soylediğini daha iyi bildiği halde: «Kulum ne dedi?» diye sordu. Melekler onun hamd sozunu tekrar ettiler. Bunun uzerine Yuce Allah o iki meleğe: «Kulumun sozunu, soylediği şekilde yazınız. Bana kavuştuğunda o sozun karşılığını ona ben vereceğim» buyurdu.” (İbn MÂce, Edeb 55)
Resûlullah (s.a.s.) şoyle buyurdu: “Temizlik imanın yarısıdır, «ElhamdulillÂh» demek mizanı doldurur. «SubhÂnellahi ve ’l-hamdulillahi» demek de gok ile yer ara­sını sevapla doldurur.” (Muslim, TahÂret 1)
Cunku kul, “ElhamdulillÂh” dediğinde Allah TeÂl ’nın kendisine dayanılan; korku, hayret ve dehşette kalındığında kendisine sığınılan, muhtac olunca kendisine el acılan ve sadece kendisine ibÂdet edilen bir Rab olduğunu ilÂn etmekte, O ’ndan başka varlıkları ise bu makamın dışında tutmaktadır. O ’nun butun yuceliklerin sahibi tek ilÂh, kendisinin ise ilÂhî huzurda boyun bukmuş aciz, caresiz, zayıf ve muhtac bir kul olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla bu duada, kulun Allah ’a tam bir iman, yoneliş, teslimiyet ve tevekkulu vardır.
Gercekten de CenÂb-ı Hak, butun hamdlere layıktır. Cunku O, Allah ’tır. Butun kemÂl sıfatlarının sahibidir. Yine “O, Âlemlerin Rabbidir.” (FÂtiha 1/1) “Rabb”, “terbiye eden” mÂnasına gelir. Terbiye ise, bir şeyi adım adım geliştirmek, tedrîcî olarak kemÂline erdirmek demektir. Yani terbiyede, bir şeyi en iptidai durumundan alarak en mukemmel noktasına ulaştırmak mÂnası vardır. ŞÃ‚irin şu beyti, terbiye işini adeta başından sonuna ozetler gibidir:
“Bir katre Âbe duşse eder kesb-i dÂire
Her nokta mustaidd-i kabul-i kemÂl olur.” (Nuzhet, RıdvÂn PaşazÂde)
“Bir yağmur damlası suya duştuğu vakit suyun yuzunde nasıl gittikce buyuyup genişleyen dÂireler meydana getirirse, yeryuzunde nokta kadar onemsiz gorduğumuz herhangi bir şey veya herhangi bir canlı da gelişip olgunlaşmaya boyle istidatlıdır. Onemli olan, bu istidÂdı keşfedip o gelişmeyi sağlayabilmektir.”
Âyet-i kerîmede اَلرَّبُّ (rab) kelimesi, “murebbî: terbiye edici” anlamında kullanılmıştır. Rabb, Arapca ’da “itaat olunan efendi, işleri yoluna koyan kimse, bir şeyin maliki, sahibi” gibi anlamlara gelir. İslÂm ’la birlikte “Benzeri olmayan efendi, verdiği nimetleriyle yaratıklarını terbiye eden, onların durumunu idare eden, duzelten, yaratma ve emretme yetkisine sahip olan” gibi mÂnalar kazanmıştır. Murebbi yerine “Rabb” kelimesinin kullanılması ise; hukumranlık, yardım, yonetme, doğru olana ulaştırma, istediği şekilde tasarrufta bulunma, emretme, yasaklama, ozendirme, korkutma, odullendirme ve cezalandırma gibi terbiyenin butun gereklerine sahip, kuvvetli ve mukemmel bir murebbi anlamına işaret eder. Yani Allah, terbiye fiilini en iyi ve en mukemmel mÂnasıyla gercekleştiren varlık demektir.
الْعَالَم۪ينَ (Âlemîn), “Âlem” kelimesinin coğulu olarak “Âlemler” mÂnasına gelir. “Âlem”, “ilim” veya “alÂmet”ten gelir. “İlim” kokunden geldiği duşunulduğunde ve kullanılan sîga dikkate alındığında Âlemler; melekler, cinler ve insanlar gibi akıl sahibi varlıkları ifade eder. “AlÂmet”ten gelmesi durumunda ise, kendini yaratanın varlığına ve birliğine işaret eden bir nişÃ‚ne demektir. Buna gore “Âlemîn”den, CenÂb-ı Hakk ’ın bildiği gorulebilen ve gorulemeyen, sayısız ve sınırsız butun Âlemler kastedilir. Allah ’ın dışındaki her şey demektir. Zira zerreler Âleminden yıldızlar Âlemine kadar cansızlar, bitkiler, hayvanlar, cinler, melekler ve ruhlar Âlemi gibi butun Âlemler, Allah TeÂl ’nın varlığına muhim birer alÂmet ve kuvvetli birer delildir.
İşte Allah TeÂlÂ, butun bu Âlemleri var eden, iptidai hallerinden alarak adım adım olgunluğa erdiren, her turlu ihtiyaclarını karşılayan ve işlerini idare edendir. Yokluk karanlığından varlık aydınlığına gecen butun mahlukÂtı terbiye eden CenÂb-ı Hak ’tır. Her varlık bizzat Yuce Rabbimiz tarafından kendi fıtrat sınırları icinde terbiye edilmektedir. Bu ilÂhî terbiye cercevesi dışına cıkan bir yaratığın olması mumkun değildir. Bu muazzam, ince ve son derece şumullu terbiyenin yegÂne sahibi Allah ’tır. Mulk ve melekût Âleminde, ucsuz bucaksız kÂinatın her bir safha ve sahifesinde terbiye nÂmına ne lazım geliyorsa istisnÂsız hepsini yapan O ’dur. İnsanı terbiye eden de O ’dur. Onu yoktan yaratan, buyuyup gelişmesi icin her turlu imkÂnı var eden, ihtiyaclarını karşılayan, bedenî, ruhî ve aklî kemÂline yonlendiren Hak TeÂl ’dır. Ona kitap ve peygamberler gondererek, gereğini yerine getirmek şartıyla fıtratını kemale erdireceği nizamı oğreten de yine O ’dur.
Allah, butun hamdlere layıktır. Cunku:
Kaynak: Omer Celik Tefsiri
FÂtiha Suresi 2. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler icin tıklayınız
İslam ve İhsan