İcaz ne demektir? Kur ’an-ı Kerim ’in insan psikolojisi uzerindeki etkisi nedir? Kur ’an ’ın icazı ve insan uzerindeki tesiri...ÎcÂz, lugatte bir kimseyi Âciz bırakmak veya fersah fersah aşmak mÂnÂsına gelir. IstılÂhî mÂnÂda ise Kur ’Ân-ı Kerîm ’in, makamların en yucesinden sÂdır olması sebebiyle, ister belÂgati yonunden, ister teşrîî değerleri bakımından, isterse de gaybî haberleri cihetinden, onun bir benzerini getirmekten butun beşeriyetin Âciz bulunmasını ifÂde eder.
SON KİTAP AllÂh TeÂl beşeriyete lutfettiği son Kitab ’ını en mukemmel bir sûrette ve Arap lisÂnı ile inzÂl buyurmayı murÂd ettiğinden, bu dili konuşan insanlara Kur ’Ân ’ın nuzûlunden asırlar evvel başlamak uzere bir talÂkat (konuşma guzelliği), belÂgat (soz guzelliği) ve edebiyat temÂyulu vermiştir. Araplar, ceşitli yarışmalarla bu sahada faÂliyet gosterirken, dillerinin daha da inkişÃ‚f etmesini sağlamışlar ve netîcede bu lisÂn, ilÂhî kelÂmı ifÂdeye medÂr olacak bir zenginlik ve mukemmellik kazanmıştır.
EN BUYUK MUCİZE Asırlarca devÂm eden bu faÂliyet sonunda, Araplar arasında îcÂzkÂr soz soylemek en makbûl bir meslek hÂline geldi. ŞÃ‚irler ve hatipler, toplumda gıpta edilen goz kamaştırıcı bir mevkîye yukseldiler. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber ’den sÂdır olan mûcizelerin en buyuğu, sozlerin zirvesi olan kelÂm-ı ilÂhî, yÂni Kur ’Ân-ı Kerîm oldu.
İnsanı diğer canlılardan ayıran en muhim vasıflar, akıl, idrÂk, iz ’Ân ve beyÂn olduğu icin en son ve en mutekÂmil kitap olan Kur ’Ân-ı Kerîm ’in îcÂzı da akıl, beyan ve ilim sahasında tahakkuk etmiştir. Nitekim CenÂb-ı Hak şoyle buyurur:
“RahmÂn, Kur ’Ân ’ı tÂlim buyurdu. İnsanı yarattı, ona beyÂnı oğretti.” (er-RahmÂn, 1-4)
Kur ’Ân-ı Kerîm ’in kÂbına varılmaz îcÂzı hakkında lisÂn Âlimleri sayısız eserler telif etmiş ve bunlarda cok dakîk fikirler ortaya koymuşlardır. Biz burada, bunlardan cuz ’î bir hulÂsa arz etmek istiyoruz.
AllÂh Resûlu Peygamberliğini îlÂn edince kÂfirler:
“Rabbi ’nin katından O ’na birtakım mûcizeler indirilmeli değil miydi?..” diyerek îtirÂz ettiler.
AllÂh TeÂl onlara şoyle cevap verdi:
“…Onlara: «Mûcizeler ancak AllÂh ’ın katındadır. Ben ise sÂdece apacık bir uyarıcıyım.» de! Kendilerine okunan bir KitÂb ’ı Sana indirmemiz onlara (mûcize olarak) yetmiyor mu? Şuphesiz onda îmÂn eden bir toplum icin rahmet ve nasîhat vardır.” (el-Ankebût, 50-51)
KUR ’AN ’IN İCAZI Kur ’Ân ’ın îcÂzı; belÂgat ve uslûbu, muhtevÂsının zenginliği, ihtiv ettiği esasların insanlığı tatmîn etmesi, gaybî haberler vermesi, dÂim gecerliliğini muhÂfaza etmesi, teşrî sahasındaki ustunluğu gibi pek cok hususta zÂhir olmuştur.
Kur ’Ân ’ın mûcize oluşunun en muhim yonunu belÂgati ve uslûbu teşkil eder. BelÂgat; muhtevÂya, maksada, mevzûya ve muhÂtaba gore, yÂni hÂlin gerektirdiği şekilde en uygun sozu soylemektir. Kur ’Ân-ı Kerîm, ele aldığı butun hususlarda bunu en guzel bir tarzda gercekleştirmiştir.
Kur ’Ân-ı Kerîm, fesÂhat bakımından da şÃ‚heserdir. Sectiği kelimelerde, kurduğu cumlelerde ve bunların ifÂde ettiği mÂnÂlarda, en ufak bir eksiklik bulmak mumkun değildir.
Kur ’Ân ’da mÂn gibi diksiyon[1] da CenÂb-ı Hakk ’a Âittir. Onu hadîs-i kudsîden ayıran en esaslı fark budur. Bundan dolayıdır ki Kur ’Ân metnine Âit bir kelimeyi, yine Arapca olan bir başka kelimeyle değiştirmek; kasıtlı olarak yapılırsa kişiyi kufre goturur, hat olarak yapılırsa, mÂnÂnın belli derecede değişmesi sebebiyle coğu kere ibÂdeti bÂtıl kılar. Boyle kasıtlı olmayan yanlış telÂffuz veya kelime değişikliklerinin şer ’î netîceleri hakkında Âlimler fıkıh kitaplarında “zelletu ’l-kÂrî” başlığı altında pek cok hukumler beyÂn etmişlerdir.
HÂl boyleyken, Kur ’Ân ’ın herhangi bir kimsenin anlayışı seviyesinde ortaya cıkarılmış olan bir tercumesi ile ibÂdetin cÂiz olacağı yonundeki safsatalar, ne hazîn bir îmÂnî sefÂlettir.
KUR ’AN USLUBU Kur ’Ân uslûbunda mÂn ve lÂfız dengesi vardır. O, anlatmak istediği her mÂnÂyı, en guzel ve guclu bir şekilde ifÂde edebilecek lÂfzı, değiştirilemeyecek bir kudretle kullanır. Boylece lÂfız ve mÂn arasındaki dengeyi, “kelÂm” sıfatının mutlak sÂhibine has tarzıyla tesis eder. Bu meselede, en guclu edebiyatcılar bile sonsuz bir acziyet icindedirler.
Bu hususta İbn-i Atiyye (r.a.) şoyle demiştir:
“Kur ’Ân oyle bir kitaptır ki, ondan bir kelime cıkarılsa, onun yerine ikÂme icin butun Arap lisÂnı altust edilse, ondan daha munÂsip bir başka kelime bulmak mumkun değildir.”[2]
Kur ’Ân-ı Kerîm, kıssa, mev ’ıza, cedel, munÂzara, tÂrih, teşrî, Âhiret, cennet ve cehennem gibi mevzûları, korkutucu ve mujdeleyici Âyetleri, mÂnÂlarının şiddetine gore ayrı ayrı uslûp butunluğu icinde, fesÂhat ve belÂgati aynı Âhenkte muhÂfaza ederek ifÂde eder. Bu da, onun ilÂhî bir kelÂm olmasının muktezÂsıdır.
Kur ’Ân-ı Kerîm aynı anda, değişik zaman ve mekÂnlarda yaşayan, ilmî seviyeleri birbirinden cok farklı olan butun insanlara hitÂb eder. Değişik seviyeden pek cok kimsenin bulunduğu bir mecliste Kur ’Ân Âyetleri okunduğunda, orada bulunanların her biri, kendi idrÂk seviyelerine gore farklı şeyler kavrar. Bu da, yine beşerin tÂkat ve gucunun uzerinde bir keyfiyettir.
Velhasıl her Peygamberin mûcizesi kendi devrine Âittir. Hazret-i Peygamber ise butun beşeriyete Peygamber olarak gonderildiği icin O ’nun en buyuk mûcizesi olan Kur ’Ân-ı Kerîm, butun zaman ve mekÂnları şumûlune alarak kıyÂmete kadar devÂm edecektir.
Kur ’Ân-ı Kerîm ’de, CenÂb-ı Hakk ’ın varlık ve kudretini istidlÂle medÂr olmak uzere, coğu kere fennî hakîkatlere de temÂs edilmiş bulunmaktadır. Bin dort yuz yıldan beri fen sahasında vÂkî olan baş dondurucu terakkî ve keşiflerin, O ’nun hicbir hukmunu tekzîb edemeyip, aksine dÂim te ’yîd edegelmiş olması da O ’nun mûcizeliğini ortaya koymaktadır.
KUR ’AN ’IN MUCİZE OLUŞU ResûlullÂh Kur ’Ân ’ın mûcize oluşunu ve bu husûsiyetinin ebediyyen devÂm edeceğini bildirdiği bir hadîs-i şerîfinde şoyle buyurmaktadır:
“Kur ’Ân-ı Kerîm, vukû bulacak her turlu fitneye karşı insanı selÂmete erdiren, onceki toplumların haberlerini, sonrakilerin ahvÂlini, insanlar arasında meydana gelecek hÂdiselerin hukumlerini ihtiv eden, hak ile bÂtılı tefrîk eden, mÂlÂyÂnî olmayan, kendisini terk eden azgını CenÂb-ı Hakk ’ın helÂk ettiği, onun dışında hidÂyet arayanı AllÂh ’ın dalÂlete duşurduğu, Hak TeÂl ’nın sapasağlam ipi, zikr-i hakîmi ve sırÂt-ı mustakîmi olan, kendisine bağlananların hicbir zaman dalÂlete duşmediği, onu soyleyen dillerin yanılmadığı, Âlimlerin kendisine doyamadığı, cok tekrardan dolayı tÂzeliğini asl kaybetmeyen, insanları şaşırtan mûcizevî husûsiyetleri asl nihÂyete ermeyen, cinlerin onu dinledikleri zaman:
«…Gercekten biz, hayranlık veren bir Kur ’Ân dinledik.» (el-Cin, 1) demekten kendilerini alamadıkları, kendisiyle konuşanların doğru soylediği, onunla hukum verenlerin isÂbet ederek Âdil davrandığı, onu tatbîk edenlerin ecir gorduğu, ona cağıranın sırÂt-ı mustakîmi bulduğu ilÂhî bir kelÂmdır.” (Tirmizî, FedÂilu ’l-Kur ’Ân, 14; DÂrimî, FedÂilu ’l-Kur ’Ân, 1)
KUR ’AN HER YONUYLE MUCİZEDİR Kur ’Ân-ı Kerîm her yonuyle buyuk bir mûcizedir. İşte bu bakımdan Kur ’Ân-ı Kerîm, o gunku fesÂhat ve belÂgatte zirveye ulaşan Araplar ’dan ve kıyÂmete kadar gelecek olan ins u cinden, kendisinin benzeri bir soz ortaya koymalarını isteyerek asırlardan beri meydan okumaktadır. Bu hususta Kur ’Ân-ı Kerîm ’de ilk olarak Tûr Sûresi ’nin 34. Âyet-i kerîmesinde:
(Muşrikler, Kur ’Ân ’ın AllÂh kelÂmı olmadığı iddiÂlarında) sÂdık (ve samîm&#238 iseler, haydi onun gibi bir soz getirsinler!” buyrulmuştur.
CenÂb-ı Hak İsr Sûresi ’nin 88. Âyet-i kerîmesinde de şoyle buyurdu:
“De ki: İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak bu Kur ’Ân ’ın bir benzerini ortaya koymak icin bir araya gelseler, and olsun ki yine de bir benzerini yapamazlar.”
Muşrikler, bu ilÂhî hitap karşısında Âciz kalınca, CenÂb-ı Hak, onların bu husustaki mutlak acziyetlerini daha bÂriz bir şekilde ifÂde etmek uzere şu Âyet-i kerîmeyi inzÂl buyurdu:
“Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Oyleyse siz de onun benzeri, uydurulmuş on sûre getirin! Eğer sÂdık (ve samîm&#238 iseniz, AllÂh ’tan başka cağırabildiklerinizi de (yardıma) cağırın!” (Hûd, 13)
Ucuncu safhada, saha biraz daha daraltılarak sadece bir sûrenin benzerini getirmeleri istendi. (bkz. Yûnus, 38) Bunda da Âciz kaldıklarında dorduncu safhada herhangi bir sûrenin takribî bir nazîresi, yani kısmen olsun ona benzeyen bir soz getirmeleri istendi:
“Kulumuza indirdiğimiz Kur ’Ân ’dan şuphe ediyorsanız, haydi siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sozlu iseniz, AllÂh ’tan başka, guvendiklerinizi de yardıma cağırın.” (el-Bakara, 23)[3]
Bu Âyetler muşriklerin acziyetini ufuktan ufuğa taşıdı, zaaflarını tescil etti ve Âdeta dillerini muhurledi. Bu ilÂhî meydan okumalara cevap veremedikleri icin, yalanlama, kışkırtma, iftir gibi saldırgan tavırlara başvurdular:
“…Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir.” (el-Muddessir, 24),
“…Suregelen bir sihirdir.” (el-Kamer, 2),
“…Bu ancak, bizzat kendisinin uydurduğu bir yalandır…” (el-Furkan, 4)
“…Bu ancak oncekilerin masallarıdır.” (el-En ’am, 25) gibi hakîkati olmayan, ayrıca kendi kararsızlık ve tutarsızlıklarını da gosteren birtakım mÂnÂsız iddiÂlarla meşgul oldular.
Kur ’Ân-ı Kerîm ’in bir sûresinin benzerini meydana getirmek husûsunda butun duşmanlarına karşı vÂkî olan bu meydan okuma, zamÂnımıza kadar butun munkirlerin husran ve aczi ile netîcelenmiştir. KıyÂmete kadar da boyle olmaya devÂm edecektir.
Hristiyanlar, Araplara Arapca oğretecek derecede ilim ve fesÂhat sÂhibi papazlar yetiştirmişlerdir. Fakat onların hicbiri, bu Kur ’Ânî iddiÂya karşı herhangi bir teşebbuste bulunma cur ’etini gosterememiştir. Asırlardan beri İslÂm ’ın nûrunu sondurmek icin canlarıyla ve mallarıyla gayret gosterip buyuk meşakkatlere katlanan kufur ve ilhÂd Âleminin, onca zahmet ve meşakkat yerine -mumkun olsa- bu yola başvurmaları gerekmez miydi? Şu tÂrihî gercek bile, bu Kur ’Ânî meydan okumanın azametini ve O ’nun karşısındaki duşman guclerin acziyetini, red ve inkÂra imkÂn vermeyecek bir sûrette ve acıkca gostermekte değil midir?
Bu hususta bir odaya kapanıp aylarca calışan cok meşhur ve mÂhir edipler cıkmış, ancak beyinlerini eritircesine gayret etmelerine rağmen bir Âyet bile yazamamışlardır.
MUCİZELER KİTABI Nitekim Kur ’Ân-ı Kerîm ’in sûrelerine nazîre yazmak isteyen Museylemetu ’l-KezzÂb ve benzerleri, yaptıklarıyla fevkalÂde gulunc bir duruma duşmuşler; yazdıkları da komediden oteye gecemeyerek, ancak hamÂkatlerini ortaya koymuştur. Cunku Kur ’Ân, sÂdece fesÂhat ve belÂgat mûcizesi değil, aynı zamanda butun asırları, ic­lerindeki hakîkatleriyle birlikte kuşatan bir mûcizeler kitÂbıdır. Boyle olunca, ne zaman ve nerede oleceğinden bile haberi olmayan, Âciz bir beşerin, elbette ki eşsiz ve ulvî hakîkatler ihtiv eden mûcizelerle dolu bir Âyet ortaya koyması imkÂnsızdır. Nitekim beşerî mudÂhaleyle yazılan bugunku TevrÂt ve İncîller ’in hÂli ortadadır. Her iki kitap da aslından uzak­laşmış, Âdeta birer tezatlar kumkuması hÂline gelmiştir.
Kur ’Ân ’ın, gunumuze kadar tesirinden hicbir şey kaybetmeden gelen beyan mûcizesi bir kitap olduğunun en buyuk ve inkÂr edilemez delîli, tecrube ve muşÃ‚hededir. İlk nÂzil olmaya başladığı gunden zamÂnımıza kadar on beş asırdır Kur ’Ân ’a muÂrazada bulunup da gÂlip cıkan olmamıştır. Tecrube etmek isteyenler de butun insanlığın huzûrunda rezil olarak kıyÂmete kadar kendilerinden ayrılmayacak bir ar yuklenmişlerdir.[4]
KUR ’AN NE ŞİİRDİR NE DE NESİRDİR Kur ’Ân-ı Kerîm, ne şiirdir ne de nesirdir. BilÂkis, hem şiirin hem de nesrin husûsiyetlerini cemeden bir uslûbu ve bu uslûba hÂkim muthiş bir Âhengi ve ic mûsikîsi vardır. İnsan ne zaman Kur ’Ân okusa, bu ic mûsikînin tesirini rûhunun t derinliklerinde hisseder.
Kur ’Ân ’ın metninde en ufak bir takdîm-te ’hîr veya herhangi bir değişiklik yapmak, Âhengi ve mÂnÂyı derhÂl bozar.
Kur ’Ân-ı Kerîm, bu husûsiyeti ile insanların gonullerinde fevkalÂde guclu bir tesir uyandırmış, Araplar, onu ResûlullÂh ’ın fem-i saÂdetlerinden dinleyerek fevc fevc îmÂna gelmişlerdir. Butun muşrikler, bir benzerini ortaya koyamamaları sebebiyle Kur ’Ân ’ın fesÂhat ve belÂgatini vicdÂnen kabûl etmişlerdir. Onlar Kur ’Ân ’ı, sÂdece dunyÂlık menfaatlerine uymadığı ve bir yetîme tÂbî olmak nefsÂniyetlerine ağır geldiği icin reddetmişlerdir.
İbn-i AbbÂs ’tan (r.a.) rivÂyet edildiğine gore, muşriklerin dÂhîlerinden Velîd bin Muğîre, birgun Peygamber Efendimiz ’in yanına gidip kendisine Kur ’Ân okumasını taleb etmişti. AllÂh Resûlu ona:
“Muhakkak ki AllÂh size adÂleti, ihsÂnı, akrabÂya yardımı emreder; fuhşiyattan, fenÂlıklardan ve zulum yapmaktan sizi nehyeder. Dinleyip tutasınız diye size oğut verir.” (en-Nahl, 90) Âyetini tilÂvet etti. Velîd:
“–Bunu bana bir daha oku!” dedi.
Peygamberimiz Âyeti tekrar okuyunca, Velîd:
“–VallÂhi, bu sozde oyle bir tatlılık, oylesine bir guzellik ve parlaklık var ki, dalları bol yemişli, koku sulak, yemyeşil bir ağaca benziyor. Bunu bir insanın soylemesi mumkun değildir. Hic şuphesiz bu soz her şeye ustun gelir. Ona ise hicbir şey gÂlip gelemez, muhÂliflerini mutlak mağlûb eder.” demekten kendini alamadı.
Hayretler icinde kalan Velîd, kalkıp Hazret-i Ebû Bekr ’in evine gitti ve ona Kur ’Ân-ı Kerîm hakkında birtakım sorular sordu. Sonra Kureyşlilerin yanına giderek:
“–Ebû Kebşe ’nin oğlunun soylediği şeyler, doğrusu hayrete şÃ‚yandır! VallÂhi o ne şiir ne sihir ne de bir deli sacmasıdır! O ’nun soylediği, hic şuphesiz AllÂh kelÂmıdır.” dedi. Onun bu sozleri Ebû Cehil ’e ulaşınca:
“−VallÂhi Velîd dîninden donecek olursa butun Kureyş de dîninden doner.” dedi ve hemen yanına giderek:
“−Ey amca! Kavmin sana vermek uzere mal topluyorlar. Muhammed ’e gitmiş ve ondan bir şeyler istemişsin.” dedi. Velîd:
“−Kureyş beni iyi bilir, onların en zengini benim.” dedi. Ebû Cehil:
“−O hÂlde Muhammed hakkında oyle bir şey soyle ki, senin O ’nu inkÂr ettiğini ve O ’ndan hoşlanmadığını kavmin bilsinler.” dedi. Velîd:
“–Ne soyleyeyim? VallÂhi, icinizde şiiri, recezi[5] ve kasîdeyi benden daha iyi bilen kimse yoktur. O ’nun soyledikleri bunlardan hicbirine benzemiyor. VallÂhi, Muhammed ’den az once oyle bir soz dinledim ki, ne insan sozu ne de cin sozune benziyordu. Onun muhteşem bir tatlılığı ve hoşluğu var.” dedi. Ebû Cehil ısrÂr ederek:
“−Kavmin, O ’nun aleyhinde bir şey soylemediğin muddetce senden rÂzı olmayacaktır.” dedi. O da:
“−Bırak beni, biraz duşuneyim.” dedi. Sonra da:
“−Bu nakledilen bir sihirdir.” hezeyÂnında bulundu. (HÂkim, II, 550/3872; Taberî, Tefsîr, XXIX, 195-196; VÂhidî, s. 468)
Onun bu hÂli, Kur ’Ân-ı Kerîm ’de butun canlılığı ile şoyle tasvîr edilir:
“Muhakkak ki o, bir duşundu, olctu bicti. Kahrolası, nasıl da olctu bicti! Yine kahrolası, nasıl olctu bicti!.. Sonra baktı, sonra surat astı ve kaşlarını cattı. Sonra arkasını dondu ve buyukluk taslayıp: «Bu (Kur ’Ân), başka değil, nakledilegelen bir sihirdir. Bu, beşer sozunden başka bir şey değildir!» dedi.” (el-Muddessir, 18-25)
Halkı Kur ’Ân ’ı dinlemekten alıkoyan azılı muşriklerden Ebû SufyÂn, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerîk, geceleyin Kur ’Ân okuyan Hazret-i Peygamber ’i uc gece birbirlerinden habersiz, gizlice, zevk-i bediî îcÂbı olarak dinlemişler, tesÂdufen karşılaştıklarında da kendilerini ayıplamış ve birbirlerine:
“–Aman kimse fark etmesin!.. Halk bizim bu hÂlimizden haberdÂr olursa, son derece rezil oluruz. Bundan sonra da hic kimseye Kur ’Ân ’ı dinlememeleri husûsunda soz geciremeyiz!..” diyerek yaptıklarını kınadıktan sonra, bir daha boyle bir davranışta bulunmayacaklarına dÂir aralarında ahitleştiler. (İbn-i HişÃ‚m, I, 337-338)
Bircok insan, Kur ’Ân ’ın ozunde mevcut olan bu tesir sÂyesinde Musluman olmuştur. Bunlar arasında, Hazret-i Omer ’in, eniştesinin kapısına vardığında butun ofkeli hÂline rağmen Kur ’Ân kıraatini işitmekle kalbinin nasıl yumuşayıp duşuncelerinin altust olduğu, cok bilinen bir gercektir. Ustelik Hazret-i Omer, mizÂcının sertliği ile bilinen bir kimse idi.
KALBİ URPERTEN SURE Kur ’Ân-ı Kerîm ’in tesirinde kalarak İslÂm ’la şereflenenlerden bir diğeri de Cubeyr bin Mut ’im -radıyallÂhu anh- ’tır. O da Resûl-i Ekrem Efendimiz ’den Tûr Sûresi ’ni dinleyince kalbi urpermiş ve hissiyÂtını:
“−Sanki kalbim catlayacak sandım.” şeklinde ifÂde etmiştir. (Ahmed, IV, 83, 85)
Kendisi hÂdiseyi şoyle anlatır:
“ResûlullÂh ’ı, akşam namazında Tûr Sûresi ’ni tilÂvet ederken dinlemiştim.
«Onlar, bir yaratan olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa yaratanlar kendileri midir? Yoksa gokleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır, onlar AllÂh ’a kesin olarak inanmıyorlar. YÂhut Rabbinin hazîneleri onların yanında mıdır? Yoksa her şeye hÂkim olan kendileri midir?» (et-Tûr, 35-37) Âyetine geldiğinde kalbim heyecandan neredeyse ucacak gibi oldu.” (BuhÂrî, Tefsîr, 52)
RisÂlet-i Muhammediyye ’nin ilk zamanlarında, şiiri yarışmalarda birinci secilerek KÂbe ’nin duvarına asılmış olan İmriu ’l-Kays ’ın, kız kardeşi hayattaydı. Kendisine Kur ’Ân-ı Kerîm ’den birkac Âyet okudular. FesÂhat ve belÂgatin ne demek olduğunu gÂyet iyi bilen bu kadın Kur ’Ân Âyetlerini işitince:
“–Bu bir insanın sozu olamaz. Eğer yeryuzunde boyle bir soz var ise, kardeşimin şiirinin KÂbe ’nin duvarında asılı durması munÂsip değildir. Onu indirip yerine bu sozu asmak lÂzımdır.” demek mecbûriyetinde kaldı ve kardeşinin kasîdesini kendi elleriyle KÂbe duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer MuallakÂt ’a hicbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.[6]
Akl-ı selîm sÂhibi bir insanın Kur ’Ân ’ı sÂdece dinlemesi bile onun Hak kelÂmı olduğunu anlamasına kÂfîdir. Bu sebeple Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm-, Kur ’Ân-ı Kerîm ’i bizzat insanlara işittirmekle vazîfelendirilmişti.
KUR ’AN RUHLARI CEZBEDİYOR Nitekim Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Eğer muşriklerden biri Sen ’den eman dilerse, onu himÂye et. TÂ ki AllÂh ’ın kelÂmını işitebilsin (duşunup taşınsın, hakîkatlere muttalî olsun). Sonra onu emîn olduğu yere ulaştır…” (et-Tevbe, 6)
Demek ki KelÂmullÂh sadÂsının kulaklara ulaşması, îman nûrunun kalbe yerleşmesine vesîle olmaktadır.
Kur ’Ân sadÂsındaki rûhları cezbeden Âhenk ve mûsikî de, ondaki ses nizÂmından, yÂni kelimelerin, harflerin, sukûn ve harekelerin, uzun ve kısa hecelerin en uygun bir tarzda dizilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Ekseriy bir sesten diğerine gecişte oluşan mustesn Âhengiyle kalpleri tahrîk eder. MÂnÂsını anlamayanlar bile, usûl ve kÂidelerine uygun olarak okunduğunda, onun eşsiz sadÂsı karşısında mutelezziz olurlar.[7]
Dipnotlar:
[1] Diksiyon: Konuşulan dilde kelimenin secilmesi, soylenmesi (telaffuz) ve duşuncenin kolaylıkla ifÂde edilmesi. FesÂhat, belÂgat, talÂkat ve nÂtıka kelimelerinin ifÂde ettiği mÂnÂların butunu. [2] İbn-i Atiyye, el-Muharraruʼl-Vecîz, I, 52, Beyrut 1413; ZerkÂnî, MenÂhilu ’l-İrfÂn, II, 325; DırÂz, en-Nebeu ’l-Azîm, s. 112; AbdulkÂdir AtÂ, Azametu ’l-Kur ’Ân, s. 85. [3] Ayrıca bkz. el-Kasas, 49-50. [4] Bûtî, Min RevÂii ’l-Kur ’Ân, s. 126, 129, 130. [5] Recez: Arap arûzunda bir “bahir”in adıdır. Kendisinde sur ’atle yavaşlık hÂlinin vurgulu ve ritmik bir şekilde buluşması sebebiyle, pek cok enstruman ile de istîmÂl edilmeye musÂit olan; bu sebeple, mÂnÂnın zihinde teksîf olmasına imkÂn veren; hem huzun hem de surûr hÂllerinin dile getirilmesine imkÂn tanıyan bahr-i recezin 15 kadar furûu olduğu ifÂde edilir. (TÂhiru ’l-Mevlevî, Edebiyat Lugati, s. 120, “recez” maddesi.) [6] Bkz. Ahmed Cevdet Paşa, I, 83. [7] Bundan dolayıdır ki, Kur ’Ân-ı Kerîm ’in okunması bile ayrı bir ilim olarak teşekkul etmiş ve o, on ayrı usûl uzere kırÂat olunagelmiştir ki, bunlara “Kıraat-i Aşere” denilir. Her kıraat usûlunun, aynen mezhep imamları gibi “kıraat imamı” vasfıyla anılan muessisleri mevcuttur. Ulkemizde mÂruf ve yaygın olan, “Âsım Kıraati”dir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
OKUMAK KALP İLE OLUR, SIRLAR O ZAMAN ACILIR