
Kur ’Ân ’ın Allah (c.c) kelÂmı olduğunu gosteren deliller nelerdir? Kur ’Ân ’ın kısım kısım inmesindeki hikmetler nelerdir? Kur ’Ân-ı Kerîm ’in ilÂhî koruma altında olduğunu gosteren deliller ve Kuran'ı Kerim hakkında bilinmesi gerekenler...Kur ’Ân-ı Kerîm, Yuce Rabbimizin kelÂmı olduğunu hem nazmındaki belÂğat, hem de muhtevasındaki hakikat ve hikmetlerle her dÂim ispat edip durmaktadır. Zira onun hem nazmı, hem de mÂnasında nice mucizeler gizlidir. O, sonsuz mucizevî hususiyetleriyle inkÂrcılara meydan okumaya devam etmektedir.
Kur ’Ân-ı Kerîm, icinde yaşadığımız ve her an hÂrikulÂde manzaralara şahit olduğumuz şu kÂinÂtın kendi kendine meydana geldiği duşuncesinin ne kadar koksuz ve anlamsız olduğunu ortaya koyar. Buna mukabil, butun mahlûkÂtı, ilim ve iradeye mÂlik, azamet sahibi bir zÂtın var ettiğini beyan eder. Yerlerde ve goklerde, canlı-cansız butun varlıklarda gorulen muhteşem nizÂm ve Âhenge dikkat ceker. Bu muazzam olcu ve Âhenk kesinlikle kendi kendine olamaz. Biraz duşunduğumuzde butun bunları yaratan ve yoneten bir varlığın olduğunu ve O ’nun; eşi, benzeri, şeriki ve yardımcısı olmayan tek bir ilÂh olduğunu anlarız. O, sonsuz guc ve kudret sahibi, her işi hikmetle, yerli yerince ve en guzel şekilde yapan bir kÂdir-i mutlaktır. O, her turlu kemÂl sıfatlara ve ustun vasıflara sahip, her turlu noksan sıfattan da munezzeh ve uzaktır. Her şey O ’nun el-HÂlık, el-BÂrî, el-Musavvir esmÂsının tecellîsi ile var olmuştur. Kur ’Ân bize bu yuce zÂtın Allah TeÂl olduğunu haber verir.
Acaba hangi inkÂrcı Kur ’Ân ’ın bu beyanını curutup kÂinattaki devamlılık, nizÂm ve Âhengin tesaduf eseri olduğunu akıl ve mantığın reddedemeyeceği bir şekilde ispat edebilir? Bu gercekten imkÂnsızdır. Allah ’ın tabiata koyduğu ve fizik, kimya, biyoloji gibi tabiat ilimleri tarafından incelenen ilÂhî kanunlar, bir yaratıcı olmadan kendi kendine oluşabilir ve devamlılık sağlayabilir mi? Kesinlikle hayır!
İşte butun bunları vÂkıaya uygun olarak haber veren ve insan ve kÂinat kitaplarıyla mukemmel bir uyum icinde olan yegÂne kitap Kur ’Ân-ı Kerîm ’dir. Verdiği butun haberler doğru cıkan bu kitap, kendisinin Allah kelÂmı olduğunu haber vermektedir. O hÂlde onun bu haberine inanmaktan başka doğru yol yoktur. Yani Kur ’Ân-ı Kerîm, nazmındaki ve mÂnÂsındaki mucizeleriyle kendisinin Allah kelÂmı olduğunu kesin bir şekilde ispat etmektedir.
Allah TeÂl ovguye lÂyık olan ve hayranlık uyandıran butun mevcûdÂta yemin ederek Kur ’Ân ’ın sıdkını ve azametini şoyle beyan eder:
“Gorebildiklerinize ve goremediklerinize yemin ederim ki, o (Kur ’Ân), hic şuphesiz cok şerefli bir elcinin (Allah ’tan alıp tebliğ ettiği) sozudur. O, bir şÃ‚irin sozu değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Bir kÂhinin sozu de değildir. Ne de az duşunuyorsunuz! O, Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.” (el-HÂkka 69/38-43)
Yuce Rabbimiz, Kur ’Ân-ı Kerîm ’in indirilmesinden bahsederken RahmÂn, Rahîm, Azîz, Hakîm, Hamîd, Rabbu ’l-Âlemîn gibi ulvî sıfatlarını hatırlatır.[1] Bu da hic şuphesiz Kur ’Ân ’ın azametini, şÃ‚nının yuceliğini ve nuzûlunun ehemmiyetini ortaya koyar. Yani Kur ’Ân ’ın azameti bu esmÂ-yı husnÂnın azametinden gelmektedir. Onlardan Kur ’Ân ’a akseden yucelik, onu kendisinde hic şuphe olmayan biricik kitap hÂline getirmiştir.[2]
1. Kur ’Ân-ı Kerîm Vahiy Yoluyla Gelmiştir İnsanlar, sınırlı ve zayıf akıllarıyla, ilÂhî ve uhrevî hakîkatleri tam olarak idrÂk edemezler. Allah TeÂl engin rahmetinin bir tecellîsi olarak bu hakîkatleri insanlar arasından sectiği ve ustun vasıflarla donattığı peygamberlerine vahyederek acıkca beyÂn etmiştir. İşte Kur ’Ân-ı Kerîm de, ilÂhî ve uhrevî hakîkatlerin en şumûllu bir şekilde ifÂde edildiği bir mûcizeler mecmuası ve son ilÂhî kitaptır.
CenÂb-ı Hak, Kur ’Ân-ı Kerîm ’i Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e “vahiy” yoluyla indirmiştir. Vahy (وَحْي), kelimesi lugatte, gizli ve suratli bir şekilde bildirmek, gizli konuşmak, seslenmek, fısıldamak, ilham etmek, emretmek, işaret etmek, yazı yazmak, bir şeyi başkasına ulaştırmak, elci gondermek mÂnÂlarına gelir.
Istılah olarak vahiy, Yuce Allah ’ın insanlara ulaştırılmasını istediği tÂlimatlarını, emirlerini ve yasaklarını peygamberlerine, alışılmışın dışında gizli bir yolla suratli bir şekilde ulaştırmasıdır.
Vahiy Allah ’ın insanlığa en buyuk lutfu ve rahmetidir. Onu daha onceki butun peygamberlerine gondermişti. Son olarak da bizim peygamberimize ihsÂn eyledi. Hz. Âişe (r.a), Peygamber Efendimiz ’e vahyin ilk defa nasıl geldiğini sormuş, o da anlatmıştı. Âişe (r.a) bunları bize şoyle nakletmiştir:
“Rasûlullah (s.a.v) ’e ilk vahyin başlaması sÂdık ruyalar halinde olmuştu. Onun gorduğu her ruya sabahın aydınlığı gibi acık ve net olarak aynen gercekleşirdi. Bu durum altı ay kadar devam etti. Sonra ona yalnızlık hÂli sevdirildi. Bunun uzerine Hıra dağındaki mağarada halvete cekilmeye başladı. Birkac gun bazan de gunlerce orada kalıyor ve kendini ibadete veriyordu. Zaman zaman ev halkının yanına gidiyor ve azığını alıp tekrar o mağaraya donuyordu. Bu durum Hira ’da kendisine ilÂhî vahiy gelinceye kadar bu şekilde devam etti. Yine bir gun Hira ’da bulunuyordu ki ansızın vahiy meleği CebrÂil (a.s) gelerek «Oku!» dedi. Rasûlullah (s.a.v) «Ben okuma bilmiyorum» diye karşılık verdi.
Allah Rasûlu (s.a.v) hÂdisenin bundan sonraki seyrini şoyle anlatır:
“Melek beni yakalayıp tÂkatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben de ona «Ben okuma bilmiyorum» dedim. Bunun uzerine beni aynı şekilde tutup tÂkatim kesilinceye kadar sıktı ve arkasından serbest bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben yine ona «Ben okuma bilmem» diye cevap verdim. Bu cevap uzerine beni ucuncu kez tuttu ve tÂkatim kesilinceye kadar sıkıp bıraktıktan sonra kendisi okumaya başladı. AlÂk sûresinin ilk beş Âyetini okudu.”
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alÂktan yarattı. Oku! Kalemle (yazmayı) oğreten, (boylece) insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (el-Alak 96/1-5)
Bu hÂdiseden hemen sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, kalbi korkudan titreyerek eşi Hz. Hatice ’nin yanına donup “Beni ortun, beni ortun!” buyurdular. Korku hÂli dininceye kadar bu halde kaldılar. Sonra başından gecenleri muhtereme zevcesine bir bir anlatarak “Kendimden korktum” diye ilave ettiler. Bunun uzerine asil bir hanımefendi olan Hz. Hatice (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ’e şunları soyledi:
“–Hayır, asla oyle duşunme! CenÂb-ı Hakk ’a yemin ederim ki, Allah hicbir zaman seni uzup mahcup etmez. Zira sen akrabanı gorup gozetirsin, işini gormekten aciz olanların yukunu kaldırırsın, yokluk icinde kıvranan fakirlere iyilik eder, onlara son derece faydalı olursun. Misafiri ağırlar ve Hak yolunda ortaya cıkan muhim hadise ve musibetlerde insanlara yardım edersin.”
Bu sozlerden sonra Hz. Hatice, Rasûl-i Ekrem ’i amcazadesi Varaka b. Nevfel ’e goturdu. Cahiliyye doneminde hıristiyanlığı kabul eden Varaka, İbrÂnice yazı bilir ve İncil ’den zaman zaman bazı şeyler yazardı. İleri yaşlarında gozleri gormez olmuştu. Hatice (r.a), Varaka ’ya:
“–Amcazadem, dinle bak yeğenin neler soyluyor” dedi. Varaka:
“–Hayrola yeğenim ne oldu, soyle bakalım” diye sorunca Rasûlullah (s.a.v) gorduğu şeyleri bir bir kendisine anlattılar. Bunun uzerine Varaka:
“–Bu gorduğun, Allah TeÂl ’nın Mûs (a.s) ’a gonderdiği NÂmûs diye adlandırılan CebrÂil ’dir. Âh! Keşke senin davet gunlerinde genc olaydım. Kavmin seni yurdundan cıkaracağı zaman keşke hayatta olsaydım!” dedi. Bu sozler uzerine Allah Rasûlu (s.a.s):
“–Onlar beni cıkaracaklar mı?” diye sordular. O da:
“–Evet, zira senin getirdiğin gibi bir şey (vahiy) getirip de duşmanlığa uğramayan kimse yoktur. Eğer davet gunlerine yetişirsem sana var gucumle yardım ederim” cevabını verdi. Ondan sonra cok gecmedi, Varaka vefat etti. O gunlerde Fetret-i vahiy vukû buldu (yani bir muddet icin vahiy kesildi.)[3]
CÂbir ibn-i Abdullah el-Ensarî (r.a) bu hadise şunları ilave etmiştir:
“Rasûlullah (s.a.v) fetret-i vahiyden bahsederken soz arasında şoyle buyurdular:
«Ben bir gun yururken birdenbire gokyuzu tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hır ’da bana gelen Melek sema ile arz arasında bir kursî uzerinde oturmuş. Pek ziyÂde korktum. (Evime) donup:
“‒Beni ortun, beni ortun!” dedim. Bunun uzerine Allah TeÂl Hazretleri ’nin
“Ey ortuye burunen Rasûlum, kalk da sana îmÂn etmeyenleri inzÂr et (uyar)! Rabbinin azamet ve kibriyÂsından bahset! Elbiseni pÂk ve mutahhar tut! Putlara ibadet necÂsetini terk etmekte dÂim ol!”[4] Âyetlerini inzÂl buyurdu. Artık vahiy kızıştı ve peş peşe gelmeye devam etti».”[5]
1.1. Vahyin Geliş Şekilleri Vahiy tek kaynaktan inmekle birlikte farklı şekillerde gelirdi. CenÂb-ı Hak şoyle buyurur:
“Herhangi bir beşer ile Allah ’ın konuşması ancak vahiy ile yahut perde arkasından ya da bir elci gonderip, izni ile dilediğini vahyetmesi şeklinde olabilir. Muhakkak ki O cok yucedir, engin hikmet sahibidir.” (eş-Şûr 42/51)
Bu Âyet-i kerîme ve Efendimiz ’den gelen bilgilere dayanarak vahyin geliş şekillerini şoyle sıralayabiliriz:
- Vahyin ilk geliş şekli, sÂdık ruy şeklinde olmuştur. Rasûlullah (s.a.v), sonradan meydana gelecek hÂdiseleri ruyasında gorur ve bunlar aynen Efendimiz ’in gorduğu şekilde gercekleşirdi.
- Bazen CebrÂil (a.s) aslî sûretiyle gorunerek vahiy getirmiştir. Bu iki defa olmuştur. İlki peygamberliğin başlangıcında Hıra mağarasında; ikincisi ise Mirac gecesi Sidretu ’l-Munteha ’da olmuştur.
- Vahiy bazen meleğin gorunmeden Allah ’ın sozunu Hz. Peygamber ’in kalbine ilham etmesi şeklinde gelmiştir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e en zor gelen vahiy şekli bu idi. Bu esnada zil sesine benzer bir ses duyardı. Ses kesildiği zaman Peygamberimiz (s.a.v) vahyedilen Âyetleri kavramış olurdu.
- Vahiy meleği bazen, “Cibrîl Hadîsi”nde[6] olduğu gibi insan sûretine girerek, vahyedilecek şeyi bildirirdi. Abdullah b. AbbÂs ’ın (o. 68/687-88) naklettiği şu hÂdise buna guzel bir misÂldir:
“Babam AbbÂs ’la birlikte Rasûlullah (s.a.v) ’in yanında idim. Allah Rasûlu ’nun yanında biri vardı, başbaşa goruşuyorlardı. Bu sebeple babamla alÂkadar olamadı. Yanından cıktığımızda babam:
«−Oğlum! Allah Rasûlu ’nun bana iltifat etmediğini gordun değil mi?» dedi. Ben de:
«−Babacığım! Yanında biri vardı, onunla konuşuyordu» dedim.
Bunun uzerine hemen RasûlullÂh (s.a.v) ’in yanına donduk. Babam:
«−YÂ Rasûlallah! Abdullah ’a şoyle şoyle demiştim, o da sizin, biriyle başbaşa goruştuğunuzu soyledi. Gercekten yanınızda biri var mıydı?» diye sordu. Rasûlullah (s.a.v) bana hitÂben:
«−Ey Abdullah! Sen onu gordun mu?» buyurdular. Ben de «Evet! Gordum» dedim. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
«−O CebrÂîl idi. Bu sebeple seninle alÂkadar olamadım» buyurdular.”[7]
CebrÂil (a.s) coğu zaman sahÂbeden Dihye (r.a) ’ın sûretinde gorunerek gelirdi. Ebû Osman (r.a) şoyle anlatır: “Bana şoyle haber verildi: Bir gun Cibrîl (a.s) Peygamber Efendimiz ’in yanına geldi. Bu esnÂda Efendimiz ’in yanında hanımı Ummu Seleme (r.a) vardı. CebrÂîl (a.s) Allah Rasûlu (s.a.v) ile biraz konuştuktan sonra kalkıp gitti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Ummu Seleme vÂlidemize:
«−Bu kimdir?» diye sordular veya buna benzer bir şey soylediler. Ummu Seleme (r.a):
«−Bu, Dıhye ’dir» dedi. Ummu Seleme (r.a) daha sonra:
«−Allah ’a yemin ederim ki, Peygamber Efendimiz ’in hutbede Cibrîl (a.s) ile aralarındaki konuşmadan bahsettiğini işitinceye kadar hÂl o gelen kişinin Dıhye olduğunu zannediyordum» dedi. Boyle veya buna benzer bir soz soyle­di.”[8]
- Bazen Peygamber Efendimiz uyanık iken melek gorunmeden vahyi kalbine ilk ederdi.
- Vahiy, Peygamberimiz uyanık iken doğrudan doğruya Allah ’ın kelamını duyması şeklinde de gelmiştir. Bu tur vahye Rasûlullah (s.a.v) Mirac gecesinde mazhar olmuşlardır. Beş vakit namazın farz olması bu şekildedir.
- Allah Rasûlu (s.a.v) uykuda iken meleğin vahiy getirdiği de olmuştur. Ancak bu yolla Kur ’Ân vahyi inmemiş, bazı sunnet vahiyleri gelmiştir.[9]
1.2. Vahiy EsnÂsında Gorulen Haller Hangi yolla ve ne şekilde gelirse gelsin vahyin belli bir ağırlığı vardı. O, ağırlığıyla yuce dağları yerle bir edecek bir azamet ve kuvvetteydi.[10] Yuce Rabbimiz vahyin ilk geldiği gunlerde Rasûlune, “Doğrusu biz sana ağır bir soz vahyedeceğiz” buyurmuştu.[11] Bu sebeple, gelen vahiyler Allah Rasûlu ’nun uzerinde kuvvetli bir tesir bırakır ve Efendimiz ’de şu haller gorulurdu:
- Uzerine buyuk bir ağırlık cokerdi. Vahiy, Allah Rasûlu (s.a.v) deve uzerinde iken geldiğinde, hayvan vahyin ağırlığına tahammul edemez, ayakları bukulur ve cokerdi. Nitekim Rasûlullah (s.a.v), Adb isimli devesinin uzerinde bulundukları sırada MÂide Sûresi ’nin ucuncu Âyeti nÂzil olmaya başlayınca devenin ayakları kırılacak gibi olmuş, Allah Rasûlu (s.a.v) devenin uzerinden inmişlerdi.[12]
Zeyd bin SÂbit (r.a) şoyle anlatır: “RasûlullÂh (s.a.v) ’in yanında oturuyordum. Bu esnÂda Allah Rasûlu ’ne vahiy hÂli geldi. Dizi benim dizimin uzerindeydi. VallÂhi Rasûlullah ’ın dizinden daha ağır bir şey gormedim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.”[13]
UbÂde bin SÂmit (r.a) da bu konuda şoyle buyurmuştur: “Peygamber (s.a.v) Efendimiz ’e vahy indirildiği zaman onun ağırlığını hissederler ve mubarek yuzlerinin rengi atardı.[14]
- Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in yanında bazen arı vızıltısına benzer sesler işitilirdi. Hz. Omer (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v) ’e vahiy indiği zaman, yuzunun yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Bir gun ona vahiy indirildi. Bir muddet bekledik. Sonra o hÂl acıldı. Kıbleye yonelerek ellerini kaldırıp:
“Allah ’ım bizim (hayrımızı ve terakkîmizi) artır, bizi (hayrımızı, mertebemizi ve sayımızı) noksanlaştırma! Bize ikrÂm et, zillete duşurme. Bize ihsanda bulun, mahrum etme. Bizi tercih et, (duşmanlarımızı) bize tercih etme. AllÂh ’ım, bizi rÂzı kıl ve bizden rÂzı ol!” diye dua ettiler. Sonra:
“−Bana on Âyet indirildi. Kim bunları tatbik ederse cennete girer” buyurup Mu ’minûn sûresinin ilk on Âyetini okudular:
“Muhakkak ki, mu ’minler felÂha ermişlerdir: Ki onlar namazlarında huşû icindedirler, boş şeylerden yuz cevirirler, zekÂtı verirler, iffetlerini korurlar, sadece eşleri ve ellerinin altında olan (cÂriyeleri) ile yetinirler, bundan dolayı da kınanacak değillerdir. Ama kim bunun otesine gecmek isterse, işte haddi aşanlar onlardır. Yine onlar emanetlerine ve ahidlerine riÂyet ederler, namazlarını muhafaza ederler. İşte vÂris olacaklar onlardır, Firdevs cennetine varis olacak ve orada ebedî kalacaklardır».”[15]
- Vahiy gelirken Efendimiz ’in mubÂrek yuzleri gul gibi kızarır, yanakları al al olurdu. Vahiy hÂli zuhûr ettiğinde sahÂbe-i kirÂm, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in uzerini bir ortuyle orterlerdi.
Yaʻl bin Umeyye bir gun Hz. Omer ’e, “Peygamber Efendimiz ’e vahiy gelirken onu bana gosteriver!” demişti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) CîrÂne ’de bulunduğu esnÂda, yanında sahÂbîlerinden bir topluluk da varken bir kişi cıkageldi ve:
“–Y Rasûlallah! Guzel koku surunmuş olarak umre icin ihra­ma giren bir kimse hakkında ne buyurursunuz?” diye sordu. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir muddet sustular. Bu esnÂda uzerinde vahiy halleri belirdi. Omer (r.a) hemen Yaʻl ’ya işaret etti. O da geldi. Allah Rasûlu ’nun uzerine bir elbise ortulmuştu. Yaʻl başını bu ortunun icine sokup baktı. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in yuzunun kızardığını gordu. Uyuyan kim­senin gidip gelen nefesi gibi hırıltıyla nefes alıp veriyordu. Sonra Rasûlullah ’tan bu hÂl yavaş yavaş acıldı. Peşinden:
“–Umreden sormuş olan kimse nerede?” buyurdular. Yanına hemen birisi getirildi. Rasûlullah (s.a.v) ona:
“–Bedenine ve elbisene bulaşan kokuyu uc kere yıka, uzerin­deki cubbeyi de cıkar, hacda yaptığın fiilleri umrede de yap!” buyurdular.[16]
- Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in mubÂrek alınları en soğuk gunlerde bile buram buram terlerdi. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şoyle nakleder: Rasûlullah (s.a.v) bir gun minber uzerinde aya­ğa kalktılar ve:
“‒Ben ancak benden sonra sizin uzerinize acılacak olan dun­ya bereketlerinden dolayı sizin icin korkuyorum” buyurdular. Sonra dunyanın susune dalmaktan bahsettiler. Once birini, sonra diğerini anlattılar. Bunun uze­rine sahÂbîlerden bir zÂt ayağa kalkarak:
«‒YÂ Rasûlallah! Hic hayır, şer getirir mi?» diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu soruya cevap vermeyip bir muddet sukût ettiler. Biz, «Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e vahiy indiriliyor» dedik. İnsanlar sanki başları uze­rinde kuş varmışcasına sukût ettiler. Bir muddet sonra Rasûlullah (s.a.v) dokmekte olduğu teri mubarek yuzunden silerek:
«‒Biraz once suÂl soran nerede? Mal (hakîkaten) hayır mıdır?» (deyip, bunu uc defa tekrarladılar ve devamla) «Hakîkî hayır ve nimet, hayırdan başka bir şey getirmez (fakat dunya malı hakîkî hayır değildir. Şoyle ki): Bahar gelip etraf yeşerdiğinde, otlar arasında cok yiyeni olduren veya olume yaklaştıran şeyler de biter. LÂkin yeşil otları hırsa kapılmadan yavaş yavaş yiyen hay­van, olum tehlikesiyle karşı karşıya kalmaz. Bu hayvan yeşil otlardan yiyip iki boğrunu doldurunca bahar guneşinin karşısına gecip biraz istirahat eder, kolayca tersler ve bevleder. Sonra yine yayılır. İşte bu dunya malı da yeşil ot gibi cekicidir, tatlıdır. Bu dunya malını hakkıyla alan ve onu Allah yoluna, yetimlere, fakirlere tahsis eden zengin musluman ne hayırlı kişidir! Dunya malını hakkıyla almayan (haram mal toplayan hırslı) kişi de dÂima yiyen ama bir turlu doymayan obur kimse gibi­dir. Kıyamet gununde bu mal kendi sahibinin cimriliğine bir şÃ‚hid olacaktır».”[17]
- Vahiy esnÂsında Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in uzerinde bir heybet hÂli zuhur ederdi. Ebû Hureyre (r.a) şoyle der: “Vahiy geldiği zaman bize gizli kalmazdı. Vahiy geldiğinde, o hÂl gecinceye kadar hic birimiz gozunu kaldırıp Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e bakamazdı.”[18]
1.3. Vahyin Ceşitleri Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e gelen vahyi genel mÂnada ikiye ayırabiliriz:
Birincisi; اَلْوَحْيُ الْمَتْلُوُّ (el-Vahyu ’l-Metluvv) yani Kur ’Ân olarak okunan ve tilavetiyle ibadet edilen vahiydir. Kur ’Ân-ı Kerîm ’in tum sûre ve Âyetleri bu kısma girer. Bu vahiyde mÂn da nazım da Allah ’a Âittir. Bu tur vahiy, bir hukumdarın elcisine yazılı bir mektup verip “bunu falana oku” diye emretmesine, elcinin de bunu bir harfini bile değiştirmeden aynen okumasına benzer.
İkincisi; اَلْوَحْيُ غَيْرُ الْمَتْلُوِّ (el-Vahyu Ğayru ’l-Metluvv) yani okunmayan vahiydir. Buna “hadis/sunnet vahyi”, “vahy-i beyÂn” gibi isimler verilir. Cebrail (a.s), Allah TeÂl ’dan telÂkkî ettiği vahyi Peygamber Efendimiz ’e getirir, o da CebrÂil ’den aldığı bu mÂnaları kavrayarak kendi ifadeleriyle insanlara aktarırdı. Yani mÂn Allah ’a, lafızlar ise Peygamber Efendimiz ’a aittir.
Vahy-i Ğayr-i Metluv de “Nebevî Hadis” ve “Kudsî Hadis” olmak uzere ikiye ayrılır:
Nebevî Hadis: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e izafe edilen soz, fiil, takrir ve sıfatların butunudur. Bu da iki kısımdır: Tevkîfî olan Nebevî hadis: Allah Rasûlu ’nun mÂna ve muhtevasını vahiyle Rabbinden alıp kendi sozleriyle insanlara acıkladığı dinî hakikatlerdir. Bu nevi hadiste mÂna Allah ’tan, lafızlar ise Rasûlu ’ndendir. Tevfîkî olan Nebevî hadis: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in vahiy kaynaklı olmaksızın bizzat kendi akıl ve ictihadını kullanarak bir konuda goruş beyan etmesi, Âyetlerden bir mÂna cıkarmasıdır. Efendimiz (s.a.v) doğruya isabet buyurursa vahiy onun doğruluğunu ikrar eder ve bu tevfîkî hadis olur. Hata ederse, hemen vahiy gelerek onu duzeltir, o hÂlde bırakmazdı. Nitekim Bedir esirlerinin oldurulmesi veya onlardan fidye alınması konusunda istişare neticesinde Efendimiz (s.a.v), Hz. Ebû Bekir ’in fidye alınması yonundeki goruşunu benimsemişti. Fakat gelen EnfÂl sûresi 67. Âyet, Efendimiz ’in bu kararda hata ettiğini ve nasıl hareket etmesi gerektiğini haber verdi. Demek ki ister “tevkîfî” olsun ister “tevfîkî”, Allah Rasûlu ’nun dinle ilgili bağlayıcı tum hadisleri vahyin tasdikinden veya ikrarından gecmiştir. Netice itibariyle hepsi de Allah ’ın muradına uygundur. Nitekim şu Âyet-i kerime bu hakikati ifade etmektedir:
“Peygamber, asla kendi arzu ve hevesine gore konuşmaz. Onun bildirdikleri, kendisine Allah tarafından gelen vahiyden başka bir şey değildir.” (en-Necm 53/3-4)
Kudsî Hadis: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in “Allah (c.c) şoyle buyurdu” diye Allah TeÂl ’ya izafe ederek naklettiği sozlerdir. Vahy-i Metluv dediğimiz Kur ’Ân-ı Kerîm vahyi ile Kudsî hadis arasında şu farklar vardır:
- Kur ’Ân-ı Kerîm, Allah TeÂl ’nın nazmı ve mÂnasıyla birlikte Rasûlu ’ne vahyettiği, Araplara meydan okuduğu, Arapların onun en kucuk bir sûresine bile benzer bir soz getiremedikleri Allah kelamıdır. Kur ’Ân ’ın bu meydan okuması devam etmektedir ve Kur ’Ân kıyamete kadar mucize olarak kalacaktır. Hadis-i kudsîde boyle bir meydan okuma ve iʻcÂz soz konusu değildir. Onun mÂnası Allah ’tan, lafzı Peygamber Efendimiz ’dendir.
- Kur ’Ân-ı Kerîm ’in butun Âyetleri tevÂtur yoluyla gunumuze kadar nakledilmiştir. Hadis-i kudsîlerin pek coğu ÂhÂd haberlerdir.
- Kur ’Ân-ı Kerîm ’in tilavetiyle ibadet edilir. Hadis-i kudsî icin boyle bir şey mevzubahis değildir.[19]
Bu îzahlardan, Allah Rasûlu ’nun gunluk sozleri dışındaki hadislerinin ve sunnetlerinin vahiy kaynaklı olduğu anlaşılır. Onun dÂim ilÂhî murÂkabe ve koruma altında olduğu gorulur. Allah TeÂl onu asl kendi hÂline bırakmamıştır. Bu sebeple de kendine olduğu gibi Rasûlu ’ne de itaat ve ittibÂyı emretmiştir.[20]
2. Kur ’Ân ’ın Allah KelÂmı Olduğunu Gosteren Deliller Kur ’Ân-ı Kerîm Allah ’ın vahyettiği kelÂmıdır. Ne Cebrail (a.s) ’ın ne de Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin ona hicbir mudÂhalesi olmamıştır. Bunu pek cok yonden ispat etmek mumkundur. HulÂsaten şu delilleri zikredebiliriz:
2.1. Efendimiz ’in Vahyi Ezberleme Gayreti Vahyin başlangıcında Rasûlullah (s.a.v), nÂzil olan Âyetleri unutmamak icin acele acele tekrarlar, dudaklarını kıpırdatırdı. Eğer Kur ’Ân, onun kendinden kaynaklanan bir soz olsaydı, boyle bir harekete ihtiyac hissetmezdi. Allah TeÂl şu Âyetlerle, Rasûl ’unu bu davranıştan men etmiş ve vahyi kendisinin koruyup beyan edeceğini vaad etmiştir:
“Vahyi tam alma endişesiyle dilini kıpırdatma! Onu zihinde toplayıp okumanı sağlamak bize Âittir. O hÂlde, onu okuduğumuz zaman okunuşunu takip et. Sonra onu beyÂn etmek de elbette bize Âittir.” (el-KıyÂme 75/16-19)
İbn-i AbbÂs (r.a) bu Âyetlerin nuzuluyle ilgili olarak şoyle der:
“Rasûlullah (s.a.v) nÂzil olan Âyet-i kerimeleri derhal ezberlemek icin kendini meşakkate sokar ve bundan dolayı cok kereler mubarek dudaklarını kımıldatırlardı.” Bunu soylerken İbn-i Abbas (r.a):
“‒İşte bak Rasûlullah (s.a.v) dudaklarını nasıl kımıldattıysa ben de sana oylece kımıldatıyorum” buyurdu ve devam etti:
“Bunun uzerine Allah TeÂl Hazretleri ona KıyÂme sûresinin 16-19. Âyet-i kerimelerini inzÂl buyurdu. Bunlardan «Onu zihinde toplayıp okumanı sağlamak bize Âittir» Âyeti «Kur ’Ân ’ı senin sadrında toplamamız, ezberletmemiz ve sonra da senin onu okuyabilmen bize Âittir» demektir. «O hÂlde, onu okuduğumuz zaman okunuşunu takip et» Âyeti «Kur ’Ân ’ı Cibril ’in diliyle sana okuduğumuzda onu dinle ve sukût ederek ona kulak ver!» demektir. «Sonra onu beyÂn etmek de elbette bize Âittir» Âyeti de «senin lisÂnınla onu acıklamak da bize aittir» demektir. İşte bundan sonra Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e ne zaman Cibril (a.s) gelirse sukût buyurup onu dinler, Cibril (a.s) gidince getirmiş olduğu Âyet-i kerimeleri o nasıl tilÂvet etmişse Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) de oylece tilÂvet ederlerdi.”[21]
Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in aceleyle onu okumaya calışması, vahye olan muhabbeti[22], vahyin lisÂnına verdiği halÂvet[23] ve en muhimi de vazifesine verdiği ehemmiyet ve gosterdiği titizlik sebebiyle idi. O, gelen vahyin bir harfini bile kacırmayayım ve unutmayayım diye hemen Âyetleri ezberlemeye calışıyordu. CenÂb-ı Hak ona bu hususta endişe ve telÂş gostermemesini emrederek vahyi tam olarak kendisine ezberleteceğini vaad etti.[24]
Bu konuyla ilgili diğer bir Âyet de şudur:
“Gercekliğinde şuphe bulunmayan, her şeye hukumran olan Allah yuceler yucesidir. Sana vahyi tamamlanmadan Kur ’Ân ’ı okumada aceleci davranma ve «Rabbim! İlmimi arttır» de!” (TÂ-h 20/114)
Yani, Cibrîl (a.s) vahyi bitirmeden unutma korkusuyla onu okumaya başlama! Gelen mucmel Âyetlerin mÂnÂlarını biz sana acıklamadan onları ashÂbına okuma ve yazdırma! Kur ’Ân ’la hukum vereceğin zaman, biz sana meseleyi beyÂn edinceye kadar o konuda acele etme![25] “Rabbim, bana daha fazla Âyet ve sûre indir, Kur ’Ân ’a dÂir ilmimi ve anlayışımı artır, senin kitabına dair daha cok şey oğrenmeyi ve onun mÂnÂlarını daha iyi anlamayı bana nasîb eyle, ezber kuvvetimi artır” diye dua et.[26]
Bu Âyette Kur ’Ân ’ı nasıl dinleyip oğrenmek ve ezberlemek gerektiğine dÂir guzel bir edep ve metot oğretiliyor. Onu once dikkatlice dinlemek, sonra da guzelce okuyup ezberlemeye calışmak gerekiyor. Boyle guzel bir inceliği bize oğrettiği icin de Allah ’ın huzûrunda boyun eğip O ’na şukretmek ve “daha bilmediğimiz nice incelikleri bize oğret” diye dua etmek gerekiyor.[27]
Yine Rabbimiz, diğer bir Âyette Peygamber Efendimiz ’e, “Sana okutacağız ve Allah dilemedikce unutmayacaksın” diye vaadde bulunmuştur.[28]
Bu Âyetler Kur ’Ân ’ın, Peygamber Efendimiz ’e Âit sozler olmayıp ilÂhî bir kaynaktan geldiğini ve ona oğretildiğini gosteren apacık delillerdir.
2.2. Bazen Vahyin Gecikmesi Risaletin ilk gunlerinde meydana gelen “Fetret-i Vahiy” esnÂsında ve daha sonra yaşanan muhtelif hÂdiselerde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) vahyin nuzûlunu cok arzu etmişlerdi. Ancak CebrÂîl (a.s) onun istediği zaman değil, Allah TeÂl ne zaman emrettiyse o zaman vahyi getirdi. Zira o, gokteki “Emîn”dir. Allah TeÂl onu kerîm (değerli), cok kuvvetli, ustun vasıflarla muzeyyen, Arş ’ın sahibi yanında itibarlı, goklerde kendisine itaat edilen ve guvenilir diye methetmiştir.[29] SemÂlardaki Emîn, vahyi en guzel şekilde getirip yerdeki Emîn ’e veriyordu. O da bu vahiyleri tam olarak insanlara ulaştırıyordu. Hatta kendisini azarlayan vahiyleri bile aynen tebliğ ediyordu. Nitekim CenÂb-ı Hak onun bu emÂnet vasfını “O, gaybın bilgilerini (sizden) esirgemez”[30] Âyetiyle tasdik ve tescil etmiştir. Bu durum Kur ’Ân ’ın senedinin ve bize geliş yolunun ne kadar sağlam ve guvenilir olduğunu gostermektedir.
Bir defasında Rasûlullah (s.a.v), Hz. Cibrîl ’e:
“–Nicin yanıma daha fazla gelmiyorsun?” diye sormuşlardı. Bunun uzerine:
“Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz. Onumuzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O ’na Âittir. Rabbin, unutmaktan munezzehtir”[31] Âyeti nÂzil oldu.[32]
Şimdi konuyla ilgili birkac misal zikredelim: Kureyş muşrikleri, Nadr bin HÂris ve Ukbe bin Ebî Muayt ’ı Medîne ’deki yahudî hahamlarına gondermişlerdi. Yanlarındaki kitapta Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz hakkında bir bilgi olup olmadığını soruyorlardı. Ehl-i kitap oldukları icin onları kendilerinden daha bilgili ve kulturlu goruyor ve sozlerine itimat ediyorlardı. Yahudî hahamları onlara şu aklı verdiler:
“–Şimdi size soyleyeceğimiz uc şeyi ona sorun! Eğer onları bilirse, Allah tarafından gonderilmiş bir peygamberdir. Bilemezse, bir sahtekÂrdır ve soyledikleri şeyleri kendi kendine uyduruyordur. Bu durumda ona istediğinizi yapabilirsiniz. İlk olarak ona cok eski zamanlarda yaşamış olan gencleri (AshÂb-ı Kehf ’i) sorun! Onların gercekten garip, şaşırtıcı haberleri vardır. Sonra, cok dolaşan ve yeryuzunun doğularına, batılarına kadar giderek oraları fetheden zÂtı (Zulkarneyn ’i) sorun? Bir de rûhu sorun?..”
Kureyşliler Allah Rasûlu ’ne gelerek bunları sordular. Rasûlullah (s.a.v) de “inşÃ‚allah” demeyi unutarak:
“–Sorduklarınızın cevÂbını size yarın vereceğim” buyurdular. Bunun uzerine Kureyşliler yanından ayrıldılar. Allah Rasûlu (s.a.v) on beş gun (bir rivÂyete gore kırk gun) beklediler. Fakat bu zaman zarfında Allah TeÂl kendisine bu konularla ilgili ne bir vahiy indirdi ne de CebrÂîl (a.s) ’ı gonderdi. NihÂyet Mekkeliler:
“–Muhammed bize yarın cevap vereceğim diye vaadde bulundu. Bugun on beş gun oldu hÂl sorduklarımızdan hicbiri hakkında bize bilgi vermedi” demeye başladılar. Vahyin gelmemesi elbette Allah Rasûlu ’nu cok uzuyor, Mekkelilerin bu konuşmaları onu bir hayli incitiyordu. Sonunda CebrÂîl (a.s) geldi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Ey Cibrîl, o kadar geciktin ki senin hakkında (artık gelmeyeceksin diye) sû-i zanda bulundum ve aynı zamanda seni ozledim!” buyurdular. CebrÂîl (a.s):
“–Ben seni daha cok ozledim, fakat ben vazifeli bir memurum, gonderildiğimde inerim, gonderilmediğimde gelemem!” dedi. CebrÂîl (a.s), Allah TeÂl ’dan Kehf Sûresi ’ni getirmişti. Bu sûrede inkÂrcıların sorduğu AshÂb-ı Kehf ile Zulkarneyn (a.s) ’ın haberleri vardı. O esnÂda bir de:
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir ve size ancak az bir ilim verilmiştir”[33] Âyeti nÂzil oldu.[34]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Medine ’ye ilk teşriflerinde on altı veya on yedi ay Beytu ’l-Makdis ’e doğru namaz kıldılar. HÂlbuki kıblenin Beytu ’l-HarÂm ’a doğru olmasını arzu ediyorlardı.[35] Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), bu arzusunu ifÂde etmek icin uzun zamandır yuzunu semÂya cevirip duruyor, ilÂhî emri bekliyorlardı. Cunku KÂbe, İbrahim (a.s) ’ın kıblesiydi ve ona yonelmek Arapları îmÂna daha fazla teşvik ederdi. Ustelik Araplar KÂbe ile iftihar ediyor, onu ziyaret ederek tavÂf ediyorlardı. Bir de, KÂbe ’ye donmek sûretiyle, yahudîlere benzemekten ve onların muhtelif ithamlarından kurtulacaklardı.[36] Ancak kıble, on altı ya da on yedi ay gibi uzun bir sure bekledikten sonra, pek cok hikmete mebnî KÂbe istikÂmetine cevrildi. Allah TeÂl şoyle buyurdu:
“Biz senin, yuzunu goğe doğru cevirdiğini elbette goruyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye donduruyoruz. Artık yuzunu Mescid-i HarÂm tarafına cevir; nerede olursanız olun yuzunuzu o yone cevirin!” (el-Bakara 2/144)[37]
Benî Mustalık Gazvesi ’nden donerken munÂfıklar Hz. Âişe VÂlidemiz ’e nÂmus iftirÂsı attılar (İfk HÂdisesi). Daha sonra da bunu insanlar arasında yaymaya başladılar. Rasûlullah (s.a.v) hayatının en zor gunlerini yaşıyordu. Zira Âilesine, iffet ve nÂmusuna iftir atılmıştı. Bu durum insanların zihnine şuphe sokacak ve onun tebliğ vazifesini yerine getirmesini gucleştirecekti. Allah Rasûlu (s.a.v) işin hakikatini bilmiyor, ne olduğunu oğrenmek icin vahiy bekliyordu. Âilesiyle ilgili olarak, “Ben onun hakkında iyilikten başka bir duruma şÃ‚hid değilim!” buyuruyor ve bekliyordu. İşi tedkik ve tahkik ettikten ve ashÂbıyla gerekli istişÃ‚releri yaptıktan sonra, en nihÂyet Hz. Âişe ’ye:
“Bak Âişe! Senin hakkında şoyle şoyle bir soz işittim. Şayet mÂsum isen Allah seni temize cıkaracaktır. Yok, eğer gunÂha teşebbus ettiysen, Allah ’tan af dile!” buyurdular. Bu, gaybı bilmeyen bir beşerin ifÂdesidir. İşin hakikatini ancak Allah TeÂl bildirdiğinde oğrenecektir. Tam bir ay boylesine zor gunler gecirdiler. NihÂyetinde Nûr Sûresi ’nin Âyetleri nÂzil oldu. Hz. Âişe vÂlidemizin mÂsumiyeti Âyet-i kerimelerle haber verildi.[38] Rasûlullah (s.a.v), vahye mudÂhalede bulunabilseydi en fazla bugunlerde ihtiyacı vardı. Ancak vahiy tamamen Allah ’a Âittir. O istediği zaman istediği şeyi vahyeder. Allah ’ın rasûl olarak sectiği insanların hangi şartlar altında olursa olsun Allah adına bir soz uydurmalarına imkÂn yoktur. Bu, aklen herkesin kavrayabileceği bir durum olmakla birlikte CenÂb-ı Hak insanların zihnindeki şupheleri tamamen izÂle etmek icin bunu bir de Kur ’Ân ’da haber vermiştir:
“Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sozler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık. Hicbiriniz buna mÂni de olamazdınız.” (el-HÂkka 69/44-47)
Demek ki Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) butun sıkıntı, meşakkat ve iptilÂlara rağmen tebliğ vazifesinde herhangi bir kusur gostermemiş, Allah ’ın rÂzı olacağı şekilde vazifesini îf etmiştir. Diğer peygamberler de aynı şekilde sıdk ve emÂnetle vazifelerini îf etmişlerdir. Hayatlarında kitaplarına herhangi bir beşerî mudÂhale olmamıştır. Onceki kitaplar hep peygamberlerin vefatından sonra tahrîf edilmiştir. İnananlar ve Âlimler kitaplarına hakkıyla sahip cıkamamışlardır.
2.3. Zaman Zaman İtÂb Âyetlerinin İnmesi Rasûlullah (s.a.v) kendi ictihadına bırakılan meselelerde bazen ilÂhî hukme uymayan hukumler verdiğinde veya kendisinden bir zelle zuhur ettiğinde derhal uyarılıyor ve duzeltiliyordu. Hatta zaman zaman azarlandığı bile oluyordu. Bugun Kur ’Ân-ı Kerîm ’de bunun birkac misalini hÂl okumaktayız.
Mesel Rasûlullah (s.a.v) bir gun Kureyş ’in bazı ileri gelenlerine İslÂm ’ı anlatıyorlardı. Daha once musluman olan Âm sahÂbî Abdullah b. Ummi Mektûm (r.a) yanına gelerek kendisini irşÃ‚d etmesini istedi. Fakat o esnada meşgul olduğu muhÂtaplarını gucendirmek istemeyen Allah Rasûlu (s.a.v), onunla ilgilenemedi. Cunku onde gelenlerden birinin musluman olması kapıları acacak, ardından pek cok insanın iman etmesine sebep olabilecekti. İbn-i Ummi Mektûm ’un talebini ısrarla tekrarından dolayı da ona karşı yuzunu biraz ekşitti. Bunun uzerine şu Âyet-i kerîmeler nÂzil oldu:
“Suratını astı, yuzunu cevirdi. Cunku ona gozu gormeyen biri gelmişti. Sen nereden bileceksin, belki o arınacaktı. Yahut o oğut alacak da oğut kendisine fayda verecekti. Sen ise kendini her şeyden mustağnî gorenle ilgileniyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu değilsin! Ama gonlunde Allah korkusu taşıyarak koşup sana gelenle ilgilenmiyorsun!”[39] (Abese 80/1-10)[40]
Rasûlullah (s.a.v), amcası Ebû TÂlib icin Allah ’tan mağfiret dilemek isteyince:
“(KÂfir olarak olup) cehennem ehli oldukları onlara acıkca belli olduktan sonra, akrab dahî olsalar, (Allah ’a) ortak koşanlar icin af dilemek ne Peygamber ’e yaraşır ne de inananlara!”[41] Âyeti nÂzil oldu.[42]
MunÂfıkların reîsi Abdullah bin Ubey bin Selûl ’un, Abdullah isminde sÂlih ve sÂdık bir oğlu vardı. Babası vefat edince Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e gelip cenÂze namazını kıldırması icin ısrÂr etti. Allah Rasûlu (s.a.v) de munafıkların kalplerini yumuşatıp hakikî imana gelmelerine vesile olmak gibi bir takım mulÂhazalarla bu isteği kabul ettiler. Bunun uzerine şu Âyet-i kerîme nÂzil oldu:
“Onlardan olmuş olan hicbirine asl namaz kılma; onun kabri başında da durma! Cunku onlar Allah ve Rasûlu ’nu inkÂr ettiler ve fÂsık olarak olduler.” (et-Tevbe 9/84)[43]
Allah Rasûlu (s.a.v), keyfî ve basit bahanelerle Tebuk Seferi ’ne iştirÂk etmeyen seksen kişinin mÂzeretlerini kabûl edip onlara izin vermişlerdi. Bunun uzerine şu Âyet-i kerîme nÂzil oldu:
“Allah seni affetti. Fakat doğru soyleyenler sana iyice belli olup yalancıları bilinceye kadar onlara nicin izin verdin?!” (et-Tevbe 9/43)[44]
Kur ’Ân-ı Kerîm, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in sozu olsaydı, o, kendisi hakkında bu kadar şiddetli ve acı ifÂdeler kullanmazdı. Bu tur konularda hic değilse sukût ederek kusûrunu ortmek isterdi.
Konuyla ilgili bir misal de şu hÂdisedir: Rasûlullah (s.a.v) Zeyd b. HÂrise ’yi (o. 8/629) kucuk yaşta kole olarak tanımış, onu azat ederek evlatlık edinmişti. Zeyd buyuduğunde Rasûlullah Efendimiz onu halasının kızı Zeyneb bint-i Cahş ile evlendirdi. Aralarında uyum olmadı. Bir sene kadar evli kaldılar. İyice bunalan Zeyd (r.a) nihayetinde Peygamber Efendimiz ’e şikÂyete geldi ve boşanmak istediğini soyledi. Rasûlullah (s.a.v) ona “Allah ’tan kork ve zevcene sahip cık!” buyurdular. HÂlbuki CenÂb-ı Hak onların boşanacağını ve Zeyneb ’in kendisiyle evleneceğini Rasûlullah ’a bildirmişti. Ancak o, toplumda yaygın olan cok kuvvetli bir Âdet sebebiyle insanların kendisini ayıplamasından ve bu evliliği aleyhine delil olarak kullanmasından korkuyor ve bu haberi kimseye soyleyemiyordu. Bunun uzerine şu Âyet-i kerime nÂzil oldu:
“Bir zaman, Allah ’ın kendisine lutufta bulunduğu, senin de lutufkÂr davrandığın kişiye, «Eşinle evlilik bağını koru, Allah ’tan kork» demiştin. Bunu derken Allah ’ın ileride acıklayacağı bir şeyi icinde saklıyordun, kendisinden cekinme hususunda Allah ’ın onceliği bulunduğu halde sen halktan cekiniyordun. Zeyd onu boşayınca, mu ’minlere evlÂtlıklarının boşadığı eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik. Allah ’ın emri elbet yerine getirilecektir.” (el-AhzÂb 33/37)
Allah TeÂlÂ, insanların evlatlık edindikleri kimseleri kendi oz evlatları gibi gormelerinin yanlış olduğunu kuvvetli bir şekilde vurgulamak icin Peygamber Efendimiz ’e Hz. Zeyneb ’le evlenmesini emretti. Muşrikler ve Munafıklar, “bize yasakladığı hÂlde kendisi oğlunun boşadığı hanımla evlendi” diye dedikoduya başladılar. Bunun uzerine şu Âyet-i kerimeler indi:
“…Kendi sulbunuzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı…” (en-Nis 4/23)
“…Allah evlÂtlıklarınızı gercek oğullarınız yapmamıştır…” (el-AhzÂb 33/4)
“…Mu ’minlere evlÂtlıklarının boşadığı eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik…” (AhzÂb 33/37)
“Muhammed icinizden hicbir erkeğin babası değildir, fakat o Allah ’ın elcisidir ve peygamberlerin sonuncusudur.” (el-AhzÂb, 33/40)[45]
Allah daima hakkı soyler ve O ’nun hukmu mutlaka yerine gelir. Zeyd (r.a), Allah Rasûlu ’nun oğlu değil, din kardeşi idi. Her insanı babasına nispet etmek Allah katında daha doğru ve gercekcidir. Bu sebeple o gun topluma iyice yerleşmiş olan bu yanlış anlayış ve Âdet, bu evlilikle ortadan kaldırılmış oldu. O gune kadar Zeyd b. Muhammed diye cağrılan Zeyd ’e, bu Âyetlerin inmesinden sonra tekrar Zeyd b. HÂrise diye hitap edilmeye başlandı.[46]
Hz. Âişe (r.a) şoyle demiştir:
“Şayet Muhammed (a.s), kendisine gelen vahiyden herhangi bir şey gizlemiş olsaydı «…Allah ’ın acığa vuracağı şeyi icinde saklıyor, insanlardan korkuyordun. HÂlbuki en cok Allah ’tan korkman gerekirdi...»[47] Âyetini gizlerdi.”[48]
Yine Hz. Âişe (r.a) şoyle demiştir:
“Kim Rasûlullah (s.a.v) ’in Allah ’ın kitÂbından bir şeyi gizlediği zannına kapılırsa Allah ’a cok buyuk bir iftir atmış olur. Cunku Allah TeÂl şoyle buyurmaktadır:
“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O ’nun mesajını iletmemiş olursun…” (el-MÂide 5/67)[49]
Naklettiğimiz misallerde de gorulduğu uzere vahiy tamamen Allah ’ın irÂdesiyle gelmiştir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in cok istediği bazı zamanlarda gelmediği gibi bazen de onun tercihinin hatalı olduğunu bildirmiş ve kendisini îkÂz etmiştir. Butun bunlara rağmen Allah Rasûlu (s.a.v) kendisine inen vahyi, bir tek harfini bile gizlemeden tam olarak tebliğ etmiştir. İnsanlar ise kendi yazdıkları kitaplarda aleyhlerine olan herhangi bir şeyi yazmaz, kendilerini tenkid edip azarlamazlar.
Bu nevi Âyetler aynı zamanda Rasûlullah (s.a.v) ’in her zaman Allah TeÂl ’nın gozetiminde olduğunu gostermektedir. Oyle anlaşılıyor ki, onun fiil ve sozleri bir tarafa, kalbindeki duyguları bile vahiyle tashih edilmiştir.
2.4. Bazen Vahyin Kapalı Gelmesi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e gelen vahiy bazen kapalı olurdu. AshÂb-ı kiram Âyeti nasıl yaşayacaklarını sorarlar ancak Efendimiz (s.a.v), Allah ’tan herhangi bir bilgi gelmeden kendiliğinden herhangi bir îzahta bulunamazdı. MeselÂ;
“Goklerde ve yerde olanların hepsi Allah ’ındır; icinizdekini acıklasanız da gizleseniz de Allah, sizi onunla hesÂba ceker...”[50] Âyet-i kerimesi nÂzil olmuştu. Bu Âyet ashÂb-ı kirÂma cok ağır geldi. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in huzuruna varıp diz cokerek:
“–Ey Allah ’ın rasûlu, biz şimdiye kadar gucumuzun yettiği amellerle; namaz, oruc, cihÂd, sadaka ile mukellef kılınmıştık. Şimdi ise size bu Âyet nÂzil oldu ki bizim ona gucumuz yetmez. Biz icimizden gecirdiklerimiz sebebiyle de cezÂlandırılırsak mahvolduk!” dediler. Rasûlullah (s.a.v):
“–Siz de sizden onceki yahudî ve hristiyanlar gibi; «İşittik fakat isyan ettik» mi demek istiyorsunuz? Siz onların aksine; «İşittik ve itaat ettik. Bizi bağışla, donuş sanadır» deyin!” buyurdular. AshÂb-ı kirÂm bu sozu tekrar etmeye başladılar ve dilleri boyle soylemeye alıştı. Bunun uzerine Allah TeÂl kalplerindeki îmÂnı kuvvetlendirdi. Bir muddet sonra aşağıdaki Âyet-i kerîme nÂzil olarak, kapalı olan mÂn şoylece îzÂha kavuştu:
“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene îmÂn etti, mu ’minler de (îmÂn ettiler). Her biri Allah ’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îmÂn ettiler. «Allah ’ın peygamberlerinden hicbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Donuş sanadır» dediler. Allah, kimseye gucunun ustunde bir şey yuklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kotuluk de kendi zararınadır. (Siz şoyle du ediniz

Boylece ashÂb-ı kiram, ellerinde olmadan kalplerine gelen havÂtırdan mes ’ûl olmadıklarını anladılar.[52]
2.5. Kur ’Ân ’ın Hitap Şekli Kur ’Ân ’ın kendine mahsus bir uslûbu ve hitap tarzı vardır. Onun hitap tarzı incelendiğinde beşer sozu olmadığı veya insanın icinden doğan şuuraltı bir his olmadığı derhal anlaşılır. Âyetleri okuyan bir insan onlarda konuşan zÂtın kesinlikle bir insan olmadığını hemen farkeder. Soz, sahibinin renginde zuhûr eder ve yuce bir Yaratan ’a Âit olduğunu gosterir.
Kur ’Ân ’da kullarına hitÂb eden zÂt dÂimî sûrette Allah TeÂl ’dır. Yuce Rabbimiz emreden, yasaklayan, rasûlune ne soyleyeceğini oğreten, seven, gazap eden, rÂzı olan veya olmayan zÂt olarak sozu dÂim elinde tutmaktadır. Kur ’Ân-ı Kerîm ’in ilk Âyeti emirle başlayıp yuzlerce defa “قُلْ: Ey Nebî, onlara soyle”, “قُولُوا: Ey insanlar, soyleyiniz” diye hitap edilmiştir. Bunun yanında insanlara sayılamayacak kadar emir verilmiş, bazı şeyleri yapmaları, bazılarını da yapmamaları soylenmiştir. Boylece CenÂb-ı Hak, vahyin başından itibaren kullarına yaratılmış olduklarını hatırlatacak şekilde Âmir bir uslupla konuşmuş, her şeyin yaratıcısının kendisi olduğunu acıkca ifade etmiştir.
Kur ’Ân ’ın Allah kelÂmı olduğunu gosteren hitap tarzının bir yonu de, butun Âyetlerde Allah ’ın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine ya acıktan ya bir zamirle veya gizli bir işaretle mutlaka yer verilmesidir. Kur ’Ân ’da Allah ’ın kemÂl sıfatları, azamet ve celÂli acık bir uslupla ve hicbir beşerin kitabında olmayacak kadar cok zikredilir. Kur ’Ân-ı Kerîm, baştan sona Allah ’ın esmÂ-i husnÂsı, kemÂl sıfatları, ulûhiyeti, rubûbiyeti, hÂlıkiyeti, rahmÂniyeti ve kudsiyeti gibi mevzuların en yuksek anlatımı ile doludur. Onda “Allah” lafzı dunyadaki hicbir kitapta olamayacak şekilde coktur. Hangi sahifesine, hatta hangi satırına bakılsa orada muhakkak Allah ’ın bir takım isim veya sıfatları bulunur. Kur ’Ân-ı Kerîm, dinî ve dunyevî muÂmelÂtla alÂkalı hukumler, şahsî, Âilevî ve ictimaî hayata dÂir esaslardan hangisini işlerse işlesin, muhakkak bir vesîleyle Allah ’ın isim veya sıfatlarından pek coğunu orada zikreder.
Her şeyi elinde tutan Allah TeÂl ’nın azameti, Kur ’Ân ’ın başından sonuna kadar her yerinde kuvvetli bir şekilde dÂim hissedilir. Bu da, boş bir kuruntu, gurur ve kibirden kaynaklanan bir bencillik değil, hakîkaten oyle olduğu icin gerceklerin acıklanmasından kaynaklanan ve kendinden emîn, katʻî ifÂdelerin verdiği bir havadır.[53] Bu azameti beşer kelÂmında bulmak mumkun değildir.
Diğer muhim bir husus da Kur ’Ân-ı Kerîm ’in uslûbunun, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in hadîs-i şerîflerdeki uslûbundan cok farklı olmasıdır. Kur ’Ân-ı Kerîm, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ’in sozu olsaydı, her yonuyle onun hadislerine benzemesi gerekirdi. Bir insanda ise boylesine farklı iki uslûp hic gorulmemiştir.
3. Kur ’Ân ’ın Kısım Kısım İnmesindeki Hikmetler Kur ’Ân-ı Kerîm, toptan bir defada değil, yirmi uc yıl boyunca kısım kısım indirilmiştir. Bunun bir kısım hikmetleri Âyet-i kerimelerde şoyle beyan edilir:
“Biz onu, insanlara aralıklarla okuyasın diye (sûreler ve Âyetlere) ayrılmış Kur ’Ân yapık, peyderpey indirdik.” (el-İsr 17/106)
“İnkÂrcılar, «Kur ’Ân ona butunuyle bir defada indirilseydi ya!» diyorlar. Oysa biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek icin boyle yaptık ve onu uygun aralıklarla parca parca gonderdik. Onlar ne zaman bir talep ileri surseler biz sana mutlaka kesin gerceği ve en guzel acıklamayı bildiririz.” (el-FurkÂn 25/32-33)
Kur ’Ân-ı Kerîm ’in bir butun hÂlinde değil de kısım kısım indirilmesi ve ağır ağır okunmasının Âyetlerde zikredilen hikmetlerini şoyle sıralayabiliriz:
Rasûlullah (s.a.v) ve mu ’minlerin kalplerine sebÂt vermek, onları desteklemek, cesaretlendirmek ve heyecanlarını artırmak. Allah Rasûlu (s.a.v) ve mu ’minler muşriklerin inkÂr, alay ve eziyetleri karşısında uzuluyor, zaman zaman umitsizliğe kapılıyor ve Rabbimizin tesellisine ihtiyac duyuyorlardı. Tebliğ faaliyetleri uzun bir zamana yayıldığı icin vahiyle gelen tesellî ve takviye de bu zaman zarfında yenilenerek devam etmeliydi. CibrÂil (a.s) gibi kuvvetli bir dostun sık sık gelerek bilgi ve tÂlimÂtlar vermesi, Rasûlullah (s.a.v) ve mu ’minler icin muazzam bir guc ve umit kaynağı oluyordu. - Bazen Allah Rasûlu ’ne onceki peygamberlerin kıssaları nakledilerek onların da aynı şeyleri yaşadıkları hatırlatılıyordu. Bu kıssaların icinde hem tesellî, hem ibret, hem de mucÂdele usulleri yer alıyordu. Allah TeÂl şoyle buyurur:
“Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini kuvvetlendireceğimiz bilgilerin her birini sana anlatıyoruz. Bunlarda sana gerceğin bilgisi, mu ’minlere de bir oğut ve bir uyarı ulaşıyor.” (Hûd 11/120)
- CenÂb-ı Hak bazen sabır tavsiye ediyordu: “Sen sabret; sabır gostermen de Allah ’ın ihsanı sayesinde olacaktır. Onlardan dolayı uzulme, kurdukları tuzaklardan kaygı duyma. Cunku Allah takv ile hareket edip ihsÂn sahibi olanların yanındadır.” (en-Nahl 15/127-128)
- Bazı Âyetlerde teminÂt yer alıyordu: “Rasûlum! Rabbinin hukmu yerine gelene kadar sabret. Cunku sen bizim himÂyemizde, gozetimimiz altındasın. Her kalktığında Rabbini hamd ile tesbih et!” (et-Tûr 52/48)
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen Âyetleri tebliğ et. Eğer boyle yapmazsan O ’nun elcilik vazifesini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şuphesiz Allah, kÂfirler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (el-MÂide 5/67)
Kur ’Ân-ı Kerîm ’in kısım kısım indirilmesinin bir sebebi de Allah Rasûlu ’nun ve mu ’minlerin inen Âyetleri okuyup ezberlemelerini ve anlamalarını kolaylaştırmaktı. Eğer Kur ’Ân-ı Kerîm bir defada inseydi onu ezberleyip anlamak oldukca zor olurdu. Zira o gunlerde okuma yazma nispeti oldukca duşuk olduğu gibi okuma ve yazma malzemesi de gayet azdı. Kur ’Ân ’ın kısım kısım indirilmesiyle muhim konular farklı şekillerde tekrar tekrar anlatılarak net bir şekilde anlaşılması sağlanıyor, yazıyla kaydedilmesi de kolaylaşıyordu. Bu konuda diğer bir sebep, ilÂhî hukumleri insanlara peyderpey tebliğ etmek, bunları mu ’minlerle birlikte tedrîcî olarak tatbik etmekti. Zira insanın terbiye edilmesi zaman ister. Onların kalplerinde îmÂnı kokleştirerek ibadet ve muÂmelÂta dair ilÂhî emirleri yapmaya ikn etmek, kademe kademe gercekleştirilecek bir eğitimi gerektirir. Kur ’Ân ’ın nuzulunun 23 seneye yayılması insanların bu donuşumunu gercekleştirmi#