
Kur ’Ân-ı Kerîm Allah ’ın vahyettiği kelÂmıdır. Ne Cebrail (a.s) ’ın ne de Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin ona hicbir mudÂhalesi olmamıştır. Bunu pek cok yonden ispat etmek mumkundur. İşte Kur ’Ân ’ın Allah kelÂmı olduğunu gosteren deliller...OsmÂn İbni AffÂn radıyallahu anh ’den rivayet edildiğine gore, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şoyle buyurdu: “Sizin en hayırlılarınız, Kur ’an ’ı oğrenen ve oğretenlerinizdir.” (BuhÂrî, FezÂilu ’l-Kur ’Ân 21)
Yine başka bir hadisi şerifte Omer İbni HattÂb radıyallahu anh ’den rivayet edildiğine gore, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şoyle buyurdu: “Allah şu Kur ’an ’la bazı kavimleri yukseltir; bazılarını da alcaltır.” (Muslim, MusÂfirîn 269)
KUR ’ÂN ’IN ALLAH KELÂMI OLDUĞUNU GOSTEREN DELİLLER Kur ’Ân-ı Kerîm Allah ’ın vahyettiği kelÂmıdır. Ne Cebrail (a.s) ’ın ne de Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin ona hicbir mudÂhalesi olmamıştır. Bunu pek cok yonden ispat etmek mumkundur. HulÂsaten şu delilleri zikredebiliriz:
2.1. Efendimiz ’in Vahyi Ezberleme Gayreti Vahyin başlangıcında Rasûlullah (s.a.v), nÂzil olan Âyetleri unutmamak icin acele acele tekrarlar, dudaklarını kıpırdatırdı. Eğer Kur ’Ân, onun kendinden kaynaklanan bir soz olsaydı, boyle bir harekete ihtiyac hissetmezdi. Allah TeÂl şu Âyetlerle, Rasûl ’unu bu davranıştan men etmiş ve vahyi kendisinin koruyup beyan edeceğini vaad etmiştir:
“Vahyi tam alma endişesiyle dilini kıpırdatma! Onu zihinde toplayıp okumanı sağlamak bize Âittir. O hÂlde, onu okuduğumuz zaman okunuşunu takip et. Sonra onu beyÂn etmek de elbette bize Âittir.” (el-KıyÂme 75/16-19)
İbn-i AbbÂs (r.a) bu Âyetlerin nuzuluyle ilgili olarak şoyle der:
“Rasûlullah (s.a.v) nÂzil olan Âyet-i kerimeleri derhal ezberlemek icin kendini meşakkate sokar ve bundan dolayı cok kereler mubarek dudaklarını kımıldatırlardı.” Bunu soylerken İbn-i Abbas (r.a):
“‒İşte bak Rasûlullah (s.a.v) dudaklarını nasıl kımıldattıysa ben de sana oylece kımıldatıyorum” buyurdu ve devam etti:
“Bunun uzerine Allah TeÂl Hazretleri ona KıyÂme sûresinin 16-19. Âyet-i kerimelerini inzÂl buyurdu. Bunlardan «Onu zihinde toplayıp okumanı sağlamak bize Âittir» Âyeti «Kur ’Ân ’ı senin sadrında toplamamız, ezberletmemiz ve sonra da senin onu okuyabilmen bize Âittir» demektir. «O hÂlde, onu okuduğumuz zaman okunuşunu takip et» Âyeti «Kur ’Ân ’ı Cibril ’in diliyle sana okuduğumuzda onu dinle ve sukût ederek ona kulak ver!» demektir. «Sonra onu beyÂn etmek de elbette bize Âittir» Âyeti de «senin lisÂnınla onu acıklamak da bize aittir» demektir. İşte bundan sonra Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e ne zaman Cibril (a.s) gelirse sukût buyurup onu dinler, Cibril (a.s) gidince getirmiş olduğu Âyet-i kerimeleri o nasıl tilÂvet etmişse Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) de oylece tilÂvet ederlerdi.”[1]
Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in aceleyle onu okumaya calışması, vahye olan muhabbeti[2], vahyin lisÂnına verdiği halÂvet[3] ve en muhimi de vazifesine verdiği ehemmiyet ve gosterdiği titizlik sebebiyle idi. O, gelen vahyin bir harfini bile kacırmayayım ve unutmayayım diye hemen Âyetleri ezberlemeye calışıyordu. CenÂb-ı Hak ona bu hususta endişe ve telÂş gostermemesini emrederek vahyi tam olarak kendisine ezberleteceğini vaad etti.[4]
Bu konuyla ilgili diğer bir Âyet de şudur:
“Gercekliğinde şuphe bulunmayan, her şeye hukumran olan Allah yuceler yucesidir. Sana vahyi tamamlanmadan Kur ’Ân ’ı okumada aceleci davranma ve «Rabbim! İlmimi arttır» de!” (TÂ-h 20/114)
Yani, Cibrîl (a.s) vahyi bitirmeden unutma korkusuyla onu okumaya başlama! Gelen mucmel Âyetlerin mÂnÂlarını biz sana acıklamadan onları ashÂbına okuma ve yazdırma! Kur ’Ân ’la hukum vereceğin zaman, biz sana meseleyi beyÂn edinceye kadar o konuda acele etme![5] “Rabbim, bana daha fazla Âyet ve sûre indir, Kur ’Ân ’a dÂir ilmimi ve anlayışımı artır, senin kitabına dair daha cok şey oğrenmeyi ve onun mÂnÂlarını daha iyi anlamayı bana nasîb eyle, ezber kuvvetimi artır” diye dua et.[6]
Bu Âyette Kur ’Ân ’ı nasıl dinleyip oğrenmek ve ezberlemek gerektiğine dÂir guzel bir edep ve metot oğretiliyor. Onu once dikkatlice dinlemek, sonra da guzelce okuyup ezberlemeye calışmak gerekiyor. Boyle guzel bir inceliği bize oğrettiği icin de Allah ’ın huzûrunda boyun eğip O ’na şukretmek ve “daha bilmediğimiz nice incelikleri bize oğret” diye dua etmek gerekiyor.[7]
Yine Rabbimiz, diğer bir Âyette Peygamber Efendimiz ’e, “Sana okutacağız ve Allah dilemedikce unutmayacaksın” diye vaadde bulunmuştur.[8]
Bu Âyetler Kur ’Ân ’ın, Peygamber Efendimiz ’e Âit sozler olmayıp ilÂhî bir kaynaktan geldiğini ve ona oğretildiğini gosteren apacık delillerdir.
2.2. Bazen Vahyin Gecikmesi Risaletin ilk gunlerinde meydana gelen “Fetret-i Vahiy” esnÂsında ve daha sonra yaşanan muhtelif hÂdiselerde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) vahyin nuzûlunu cok arzu etmişlerdi. Ancak CebrÂîl (a.s) onun istediği zaman değil, Allah TeÂl ne zaman emrettiyse o zaman vahyi getirdi. Zira o, gokteki “Emîn”dir. Allah TeÂl onu kerîm (değerli), cok kuvvetli, ustun vasıflarla muzeyyen, Arş ’ın sahibi yanında itibarlı, goklerde kendisine itaat edilen ve guvenilir diye methetmiştir.[9] SemÂlardaki Emîn, vahyi en guzel şekilde getirip yerdeki Emîn ’e veriyordu. O da bu vahiyleri tam olarak insanlara ulaştırıyordu. Hatta kendisini azarlayan vahiyleri bile aynen tebliğ ediyordu. Nitekim CenÂb-ı Hak onun bu emÂnet vasfını “O, gaybın bilgilerini (sizden) esirgemez”[10] Âyetiyle tasdik ve tescil etmiştir. Bu durum Kur ’Ân ’ın senedinin ve bize geliş yolunun ne kadar sağlam ve guvenilir olduğunu gostermektedir.
Bir defasında Rasûlullah (s.a.v), Hz. Cibrîl ’e:
“–Nicin yanıma daha fazla gelmiyorsun?” diye sormuşlardı. Bunun uzerine:
“Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz. Onumuzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O ’na Âittir. Rabbin, unutmaktan munezzehtir”[11] Âyeti nÂzil oldu.[12]
Şimdi konuyla ilgili birkac misal zikredelim: Kureyş muşrikleri, Nadr bin HÂris ve Ukbe bin Ebî Muayt ’ı Medîne ’deki yahudî hahamlarına gondermişlerdi. Yanlarındaki kitapta Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz hakkında bir bilgi olup olmadığını soruyorlardı. Ehl-i kitap oldukları icin onları kendilerinden daha bilgili ve kulturlu goruyor ve sozlerine itimat ediyorlardı. Yahudî hahamları onlara şu aklı verdiler:
“–Şimdi size soyleyeceğimiz uc şeyi ona sorun! Eğer onları bilirse, Allah tarafından gonderilmiş bir peygamberdir. Bilemezse, bir sahtekÂrdır ve soyledikleri şeyleri kendi kendine uyduruyordur. Bu durumda ona istediğinizi yapabilirsiniz. İlk olarak ona cok eski zamanlarda yaşamış olan gencleri (AshÂb-ı Kehf ’i) sorun! Onların gercekten garip, şaşırtıcı haberleri vardır. Sonra, cok dolaşan ve yeryuzunun doğularına, batılarına kadar giderek oraları fetheden zÂtı (Zulkarneyn ’i) sorun? Bir de rûhu sorun?..”
Kureyşliler Allah Rasûlu ’ne gelerek bunları sordular. Rasûlullah (s.a.v) de “inşÃ‚allah” demeyi unutarak:
“–Sorduklarınızın cevÂbını size yarın vereceğim” buyurdular. Bunun uzerine Kureyşliler yanından ayrıldılar. Allah Rasûlu (s.a.v) on beş gun (bir rivÂyete gore kırk gun) beklediler. Fakat bu zaman zarfında Allah TeÂl kendisine bu konularla ilgili ne bir vahiy indirdi ne de CebrÂîl (a.s) ’ı gonderdi. NihÂyet Mekkeliler:
“–Muhammed bize yarın cevap vereceğim diye vaadde bulundu. Bugun on beş gun oldu hÂl sorduklarımızdan hicbiri hakkında bize bilgi vermedi” demeye başladılar. Vahyin gelmemesi elbette Allah Rasûlu ’nu cok uzuyor, Mekkelilerin bu konuşmaları onu bir hayli incitiyordu. Sonunda CebrÂîl (a.s) geldi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Ey Cibrîl, o kadar geciktin ki senin hakkında (artık gelmeyeceksin diye) sû-i zanda bulundum ve aynı zamanda seni ozledim!” buyurdular. CebrÂîl (a.s):
“–Ben seni daha cok ozledim, fakat ben vazifeli bir memurum, gonderildiğimde inerim, gonderilmediğimde gelemem!” dedi. CebrÂîl (a.s), Allah TeÂl ’dan Kehf Sûresi ’ni getirmişti. Bu sûrede inkÂrcıların sorduğu AshÂb-ı Kehf ile Zulkarneyn (a.s) ’ın haberleri vardı. O esnÂda bir de:
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir ve size ancak az bir ilim verilmiştir”[13] Âyeti nÂzil oldu.[14]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Medine ’ye ilk teşriflerinde on altı veya on yedi ay Beytu ’l-Makdis ’e doğru namaz kıldılar. HÂlbuki kıblenin Beytu ’l-HarÂm ’a doğru olmasını arzu ediyorlardı.[15] Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), bu arzusunu ifÂde etmek icin uzun zamandır yuzunu semÂya cevirip duruyor, ilÂhî emri bekliyorlardı. Cunku KÂbe, İbrahim (a.s) ’ın kıblesiydi ve ona yonelmek Arapları îmÂna daha fazla teşvik ederdi. Ustelik Araplar KÂbe ile iftihar ediyor, onu ziyaret ederek tavÂf ediyorlardı. Bir de, KÂbe ’ye donmek sûretiyle, yahudîlere benzemekten ve onların muhtelif ithamlarından kurtulacaklardı.[16] Ancak kıble, on altı ya da on yedi ay gibi uzun bir sure bekledikten sonra, pek cok hikmete mebnî KÂbe istikÂmetine cevrildi. Allah TeÂl şoyle buyurdu:
“Biz senin, yuzunu goğe doğru cevirdiğini elbette goruyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye donduruyoruz. Artık yuzunu Mescid-i HarÂm tarafına cevir; nerede olursanız olun yuzunuzu o yone cevirin!” (el-Bakara 2/144)[17]
Benî Mustalık Gazvesi ’nden donerken munÂfıklar Hz. Âişe VÂlidemiz ’e nÂmus iftirÂsı attılar (İfk HÂdisesi). Daha sonra da bunu insanlar arasında yaymaya başladılar. Rasûlullah (s.a.v) hayatının en zor gunlerini yaşıyordu. Zira Âilesine, iffet ve nÂmusuna iftir atılmıştı. Bu durum insanların zihnine şuphe sokacak ve onun tebliğ vazifesini yerine getirmesini gucleştirecekti. Allah Rasûlu (s.a.v) işin hakikatini bilmiyor, ne olduğunu oğrenmek icin vahiy bekliyordu. Âilesiyle ilgili olarak, “Ben onun hakkında iyilikten başka bir duruma şÃ‚hid değilim!” buyuruyor ve bekliyordu. İşi tedkik ve tahkik ettikten ve ashÂbıyla gerekli istişÃ‚releri yaptıktan sonra, en nihÂyet Hz. Âişe ’ye:
“Bak Âişe! Senin hakkında şoyle şoyle bir soz işittim. Şayet mÂsum isen Allah seni temize cıkaracaktır. Yok, eğer gunÂha teşebbus ettiysen, Allah ’tan af dile!” buyurdular. Bu, gaybı bilmeyen bir beşerin ifÂdesidir. İşin hakikatini ancak Allah TeÂl bildirdiğinde oğrenecektir. Tam bir ay boylesine zor gunler gecirdiler. NihÂyetinde Nûr Sûresi ’nin Âyetleri nÂzil oldu. Hz. Âişe vÂlidemizin mÂsumiyeti Âyet-i kerimelerle haber verildi.[18] Rasûlullah (s.a.v), vahye mudÂhalede bulunabilseydi en fazla bugunlerde ihtiyacı vardı. Ancak vahiy tamamen Allah ’a Âittir. O istediği zaman istediği şeyi vahyeder. Allah ’ın rasûl olarak sectiği insanların hangi şartlar altında olursa olsun Allah adına bir soz uydurmalarına imkÂn yoktur. Bu, aklen herkesin kavrayabileceği bir durum olmakla birlikte CenÂb-ı Hak insanların zihnindeki şupheleri tamamen izÂle etmek icin bunu bir de Kur ’Ân ’da haber vermiştir:
“Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sozler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık. Hicbiriniz buna mÂni de olamazdınız.” (el-HÂkka 69/44-47)
Demek ki Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) butun sıkıntı, meşakkat ve iptilÂlara rağmen tebliğ vazifesinde herhangi bir kusur gostermemiş, Allah ’ın rÂzı olacağı şekilde vazifesini îf etmiştir. Diğer peygamberler de aynı şekilde sıdk ve emÂnetle vazifelerini îf etmişlerdir. Hayatlarında kitaplarına herhangi bir beşerî mudÂhale olmamıştır. Onceki kitaplar hep peygamberlerin vefatından sonra tahrîf edilmiştir. İnananlar ve Âlimler kitaplarına hakkıyla sahip cıkamamışlardır.
2.3. Zaman Zaman İtÂb Âyetlerinin İnmesi Rasûlullah (s.a.v) kendi ictihadına bırakılan meselelerde bazen ilÂhî hukme uymayan hukumler verdiğinde veya kendisinden bir zelle zuhur ettiğinde derhal uyarılıyor ve duzeltiliyordu. Hatta zaman zaman azarlandığı bile oluyordu. Bugun Kur ’Ân-ı Kerîm ’de bunun birkac misalini hÂl okumaktayız.
Mesel Rasûlullah (s.a.v) bir gun Kureyş ’in bazı ileri gelenlerine İslÂm ’ı anlatıyorlardı. Daha once musluman olan Âm sahÂbî Abdullah b. Ummi Mektûm (r.a) yanına gelerek kendisini irşÃ‚d etmesini istedi. Fakat o esnada meşgul olduğu muhÂtaplarını gucendirmek istemeyen Allah Rasûlu (s.a.v), onunla ilgilenemedi. Cunku onde gelenlerden birinin musluman olması kapıları acacak, ardından pek cok insanın iman etmesine sebep olabilecekti. İbn-i Ummi Mektûm ’un talebini ısrarla tekrarından dolayı da ona karşı yuzunu biraz ekşitti. Bunun uzerine şu Âyet-i kerîmeler nÂzil oldu:
“Suratını astı, yuzunu cevirdi. Cunku ona gozu gormeyen biri gelmişti. Sen nereden bileceksin, belki o arınacaktı. Yahut o oğut alacak da oğut kendisine fayda verecekti. Sen ise kendini her şeyden mustağnî gorenle ilgileniyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu değilsin! Ama gonlunde Allah korkusu taşıyarak koşup sana gelenle ilgilenmiyorsun!”[19] (Abese 80/1-10)[20]
Rasûlullah (s.a.v), amcası Ebû TÂlib icin Allah ’tan mağfiret dilemek isteyince:
“(KÂfir olarak olup) cehennem ehli oldukları onlara acıkca belli olduktan sonra, akrab dahî olsalar, (Allah ’a) ortak koşanlar icin af dilemek ne Peygamber ’e yaraşır ne de inananlara!”[21] Âyeti nÂzil oldu.[22]
MunÂfıkların reîsi Abdullah bin Ubey bin Selûl ’un, Abdullah isminde sÂlih ve sÂdık bir oğlu vardı. Babası vefat edince Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e gelip cenÂze namazını kıldırması icin ısrÂr etti. Allah Rasûlu (s.a.v) de munafıkların kalplerini yumuşatıp hakikî imana gelmelerine vesile olmak gibi bir takım mulÂhazalarla bu isteği kabul ettiler. Bunun uzerine şu Âyet-i kerîme nÂzil oldu:
“Onlardan olmuş olan hicbirine asl namaz kılma; onun kabri başında da durma! Cunku onlar Allah ve Rasûlu ’nu inkÂr ettiler ve fÂsık olarak olduler.” (et-Tevbe 9/84)[23]
Allah Rasûlu (s.a.v), keyfî ve basit bahanelerle Tebuk Seferi ’ne iştirÂk etmeyen seksen kişinin mÂzeretlerini kabûl edip onlara izin vermişlerdi. Bunun uzerine şu Âyet-i kerîme nÂzil oldu:
“Allah seni affetti. Fakat doğru soyleyenler sana iyice belli olup yalancıları bilinceye kadar onlara nicin izin verdin?!” (et-Tevbe 9/43)[24]
Kur ’Ân-ı Kerîm, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in sozu olsaydı, o, kendisi hakkında bu kadar şiddetli ve acı ifÂdeler kullanmazdı. Bu tur konularda hic değilse sukût ederek kusûrunu ortmek isterdi.
Konuyla ilgili bir misal de şu hÂdisedir: Rasûlullah (s.a.v) Zeyd b. HÂrise ’yi (o. 8/629) kucuk yaşta kole olarak tanımış, onu azat ederek evlatlık edinmişti. Zeyd buyuduğunde Rasûlullah Efendimiz onu halasının kızı Zeyneb bint-i Cahş ile evlendirdi. Aralarında uyum olmadı. Bir sene kadar evli kaldılar. İyice bunalan Zeyd (r.a) nihayetinde Peygamber Efendimiz ’e şikÂyete geldi ve boşanmak istediğini soyledi. Rasûlullah (s.a.v) ona “Allah ’tan kork ve zevcene sahip cık!” buyurdular. HÂlbuki CenÂb-ı Hak onların boşanacağını ve Zeyneb ’in kendisiyle evleneceğini Rasûlullah ’a bildirmişti. Ancak o, toplumda yaygın olan cok kuvvetli bir Âdet sebebiyle insanların kendisini ayıplamasından ve bu evliliği aleyhine delil olarak kullanmasından korkuyor ve bu haberi kimseye soyleyemiyordu. Bunun uzerine şu Âyet-i kerime nÂzil oldu:
“Bir zaman, Allah ’ın kendisine lutufta bulunduğu, senin de lutufkÂr davrandığın kişiye, «Eşinle evlilik bağını koru, Allah ’tan kork» demiştin. Bunu derken Allah ’ın ileride acıklayacağı bir şeyi icinde saklıyordun, kendisinden cekinme hususunda Allah ’ın onceliği bulunduğu halde sen halktan cekiniyordun. Zeyd onu boşayınca, mu ’minlere evlÂtlıklarının boşadığı eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik. Allah ’ın emri elbet yerine getirilecektir.” (el-AhzÂb 33/37)
Allah TeÂlÂ, insanların evlatlık edindikleri kimseleri kendi oz evlatları gibi gormelerinin yanlış olduğunu kuvvetli bir şekilde vurgulamak icin Peygamber Efendimiz ’e Hz. Zeyneb ’le evlenmesini emretti. Muşrikler ve Munafıklar, “bize yasakladığı hÂlde kendisi oğlunun boşadığı hanımla evlendi” diye dedikoduya başladılar. Bunun uzerine şu Âyet-i kerimeler indi:
“…Kendi sulbunuzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı…” (en-Nis 4/23)
“…Allah evlÂtlıklarınızı gercek oğullarınız yapmamıştır…” (el-AhzÂb 33/4)
“…Mu ’minlere evlÂtlıklarının boşadığı eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik…” (AhzÂb 33/37)
“Muhammed icinizden hicbir erkeğin babası değildir, fakat o Allah ’ın elcisidir ve peygamberlerin sonuncusudur.” (el-AhzÂb, 33/40)[25]
Allah daima hakkı soyler ve O ’nun hukmu mutlaka yerine gelir. Zeyd (r.a), Allah Rasûlu ’nun oğlu değil, din kardeşi idi. Her insanı babasına nispet etmek Allah katında daha doğru ve gercekcidir. Bu sebeple o gun topluma iyice yerleşmiş olan bu yanlış anlayış ve Âdet, bu evlilikle ortadan kaldırılmış oldu. O gune kadar Zeyd b. Muhammed diye cağrılan Zeyd ’e, bu Âyetlerin inmesinden sonra tekrar Zeyd b. HÂrise diye hitap edilmeye başlandı.[26]
Hz. Âişe (r.a) şoyle demiştir:
“Şayet Muhammed (a.s), kendisine gelen vahiyden herhangi bir şey gizlemiş olsaydı «…Allah ’ın acığa vuracağı şeyi icinde saklıyor, insanlardan korkuyordun. HÂlbuki en cok Allah ’tan korkman gerekirdi...»[27] Âyetini gizlerdi.”[28]
Yine Hz. Âişe (r.a) şoyle demiştir:
“Kim Rasûlullah (s.a.v) ’in Allah ’ın kitÂbından bir şeyi gizlediği zannına kapılırsa Allah ’a cok buyuk bir iftir atmış olur. Cunku Allah TeÂl şoyle buyurmaktadır:
“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O ’nun mesajını iletmemiş olursun…” (el-MÂide 5/67)[29]
Naklettiğimiz misallerde de gorulduğu uzere vahiy tamamen Allah ’ın irÂdesiyle gelmiştir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in cok istediği bazı zamanlarda gelmediği gibi bazen de onun tercihinin hatalı olduğunu bildirmiş ve kendisini îkÂz etmiştir. Butun bunlara rağmen Allah Rasûlu (s.a.v) kendisine inen vahyi, bir tek harfini bile gizlemeden tam olarak tebliğ etmiştir. İnsanlar ise kendi yazdıkları kitaplarda aleyhlerine olan herhangi bir şeyi yazmaz, kendilerini tenkid edip azarlamazlar.
Bu nevi Âyetler aynı zamanda Rasûlullah (s.a.v) ’in her zaman Allah TeÂl ’nın gozetiminde olduğunu gostermektedir. Oyle anlaşılıyor ki, onun fiil ve sozleri bir tarafa, kalbindeki duyguları bile vahiyle tashih edilmiştir.
2.4. Bazen Vahyin Kapalı Gelmesi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e gelen vahiy bazen kapalı olurdu. AshÂb-ı kiram Âyeti nasıl yaşayacaklarını sorarlar ancak Efendimiz (s.a.v), Allah ’tan herhangi bir bilgi gelmeden kendiliğinden herhangi bir îzahta bulunamazdı. MeselÂ;
“Goklerde ve yerde olanların hepsi Allah ’ındır; icinizdekini acıklasanız da gizleseniz de Allah, sizi onunla hesÂba ceker...”[30] Âyet-i kerimesi nÂzil olmuştu. Bu Âyet ashÂb-ı kirÂma cok ağır geldi. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in huzuruna varıp diz cokerek:
“–Ey Allah ’ın rasûlu, biz şimdiye kadar gucumuzun yettiği amellerle; namaz, oruc, cihÂd, sadaka ile mukellef kılınmıştık. Şimdi ise size bu Âyet nÂzil oldu ki bizim ona gucumuz yetmez. Biz icimizden gecirdiklerimiz sebebiyle de cezÂlandırılırsak mahvolduk!” dediler. Rasûlullah (s.a.v):
“–Siz de sizden onceki yahudî ve hristiyanlar gibi; «İşittik fakat isyan ettik» mi demek istiyorsunuz? Siz onların aksine; «İşittik ve itaat ettik. Bizi bağışla, donuş sanadır» deyin!” buyurdular. AshÂb-ı kirÂm bu sozu tekrar etmeye başladılar ve dilleri boyle soylemeye alıştı. Bunun uzerine Allah TeÂl kalplerindeki îmÂnı kuvvetlendirdi. Bir muddet sonra aşağıdaki Âyet-i kerîme nÂzil olarak, kapalı olan mÂn şoylece îzÂha kavuştu:
“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene îmÂn etti, mu ’minler de (îmÂn ettiler). Her biri Allah ’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îmÂn ettiler. «Allah ’ın peygamberlerinden hicbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Donuş sanadır» dediler. Allah, kimseye gucunun ustunde bir şey yuklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kotuluk de kendi zararınadır. (Siz şoyle du ediniz

Boylece ashÂb-ı kiram, ellerinde olmadan kalplerine gelen havÂtırdan mes ’ûl olmadıklarını anladılar.[32]
2.5. Kur ’Ân ’ın Hitap Şekli Kur ’Ân ’ın kendine mahsus bir uslûbu ve hitap tarzı vardır. Onun hitap tarzı incelendiğinde beşer sozu olmadığı veya insanın icinden doğan şuuraltı bir his olmadığı derhal anlaşılır. Âyetleri okuyan bir insan onlarda konuşan zÂtın kesinlikle bir insan olmadığını hemen farkeder. Soz, sahibinin renginde zuhûr eder ve yuce bir Yaratan ’a Âit olduğunu gosterir.
Kur ’Ân ’da kullarına hitÂb eden zÂt dÂimî sûrette Allah TeÂl ’dır. Yuce Rabbimiz emreden, yasaklayan, rasûlune ne soyleyeceğini oğreten, seven, gazap eden, rÂzı olan veya olmayan zÂt olarak sozu dÂim elinde tutmaktadır. Kur ’Ân-ı Kerîm ’in ilk Âyeti emirle başlayıp yuzlerce defa “قُلْ: Ey Nebî, onlara soyle”, “قُولُوا: Ey insanlar, soyleyiniz” diye hitap edilmiştir. Bunun yanında insanlara sayılamayacak kadar emir verilmiş, bazı şeyleri yapmaları, bazılarını da yapmamaları soylenmiştir. Boylece CenÂb-ı Hak, vahyin başından itibaren kullarına yaratılmış olduklarını hatırlatacak şekilde Âmir bir uslupla konuşmuş, her şeyin yaratıcısının kendisi olduğunu acıkca ifade etmiştir.
Kur ’Ân ’ın Allah kelÂmı olduğunu gosteren hitap tarzının bir yonu de, butun Âyetlerde Allah ’ın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine ya acıktan ya bir zamirle veya gizli bir işaretle mutlaka yer verilmesidir. Kur ’Ân ’da Allah ’ın kemÂl sıfatları, azamet ve celÂli acık bir uslupla ve hicbir beşerin kitabında olmayacak kadar cok zikredilir. Kur ’Ân-ı Kerîm, baştan sona Allah ’ın esmÂ-i husnÂsı, kemÂl sıfatları, ulûhiyeti, rubûbiyeti, hÂlıkiyeti, rahmÂniyeti ve kudsiyeti gibi mevzuların en yuksek anlatımı ile doludur. Onda “Allah” lafzı dunyadaki hicbir kitapta olamayacak şekilde coktur. Hangi sahifesine, hatta hangi satırına bakılsa orada muhakkak Allah ’ın bir takım isim veya sıfatları bulunur. Kur ’Ân-ı Kerîm, dinî ve dunyevî muÂmelÂtla alÂkalı hukumler, şahsî, Âilevî ve ictimaî hayata dÂir esaslardan hangisini işlerse işlesin, muhakkak bir vesîleyle Allah ’ın isim veya sıfatlarından pek coğunu orada zikreder.
Her şeyi elinde tutan Allah TeÂl ’nın azameti, Kur ’Ân ’ın başından sonuna kadar her yerinde kuvvetli bir şekilde dÂim hissedilir. Bu da, boş bir kuruntu, gurur ve kibirden kaynaklanan bir bencillik değil, hakîkaten oyle olduğu icin gerceklerin acıklanmasından kaynaklanan ve kendinden emîn, katʻî ifÂdelerin verdiği bir havadır.[33] Bu azameti beşer kelÂmında bulmak mumkun değildir.
Diğer muhim bir husus da Kur ’Ân-ı Kerîm ’in uslûbunun, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in hadîs-i şerîflerdeki uslûbundan cok farklı olmasıdır. Kur ’Ân-ı Kerîm, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ’in sozu olsaydı, her yonuyle onun hadislerine benzemesi gerekirdi. Bir insanda ise boylesine farklı iki uslûp hic gorulmemiştir.
Dipnotlar:
[1] BuhÂrî, Bed ’u ’l-Vahy, 4, Tefsîr, 75; Muslim, SalÂt, 147.
[2] Taberî, CÂmiu ’l-beyÂn, 24: 65, 66.
[3] Ebû Hafs SirÂcuddîn Omer b. Ali en-NumÂnî (v. 775), el-LubÂb fî ulûmi ’l-KitÂb, thk. Âdil Ahmed - Ali Muhammed (Beyrut: DÂru ’l-Kutubi ’l-İlmiyye, 1419/1998), 19: 559.
[4] Taberî, CÂmiu ’l-beyÂn, 24: 67.
[5] MukÂtil b. Suleyman (v. 150/767), Tefsîru MukÂtil b. SuleymÂn, thk. Abdullah Mahmûd ŞahhÂte (Beyrut: DÂru İhyÂi ’t-TurÂs, 1423), 3: 43; Taberî, CÂmiu ’l-beyÂn, 18: 382; İbn Atıyye, Ebû Muhammed Abdulhak b. Gālib el-Endelusî, el-Muharraru ’l-vecîz fî tefsiri ’l-KitÂbi ’l-Azîz, thk. Abdu ’s-Selam Abdu ’ş-ŞÃ‚fî Muhammed (Beyrut: DÂru ’l-Kutubi ’l-İlmiyye, 1422), 4: 66; NÂsıruddîn Ebû Saîd Abdullāh b. Omer el-BeydÂvî, EnvÂru ’t-Tenzîl ve esrÂru ’t-te ’vîl, thk. Muhammed Abdurrahman el-Merʻaşlî (Beyrut: DÂru İhyÂi ’t-TurÂsi ’l-Arabî, 1418), 4: 40; Ebû HayyÂn, 7: 387-388.
[6] Semerkandî, Bahru ’l-ulûm, 2: 414; VÂhıdî, el-Vecîz, s. 706; İbnu ’l-Cevzî, ZÂdu ’l-mesîr, 3: 177-178.
[7] Bkz. Zemahşerî, 3: 90.
[8] el-A‘l 87/6-7.
[9] eş-Şu‘ar 26/193; en-Necm 53/5-6; et-Tekvîr 81/19-21.
[10] et-Tekvîr 81/24.
[11] Meryem 19/64.
[12] BuhÂrî, Tefsir 19/2, Bed ’u ’l-Halk 6, Tevhid 28; Tirmizî, Tefsir, 19/3157; Ebû AbdillÂh Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-CÂmiʻ li-ahkÂmi ’l-Kur ’Ân, thk. Ahmed el-Berdûnî, İbrahim Itfeyyiş (KÂhire: DÂru ’l-Kutubi ’l-Mısrıyye, 1384/1964), 11: 128-129.
[13] el-İsr 17/85.
[14] Bkz. Taberî, CÂmiu ’l-beyÂn, 15: 238-239, [el-İsr 17/85]; Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Omer er-RÂzî, et-Tefsîru ’l-kebîr (MefÂtîhu ’l-ğayb) (Beyrut: DÂru İhyÂi ’t-TurÂsi ’l-Arabî, 1420), 21: 204, [Meryem 19/64].
[15] BuhÂrî, ÎmÂn, 30.
[16] Ebu ’s-Suûd Muhammed b. Muhammed, İrşÃ‚du ’l-akli ’s-selîm il mezÂya ’l-KitÂbi ’l-Kerîm (Beyrut: DÂru İhyÂi ’t-TurÂsi ’l-Arabî, ts.), 1: 174, (el-Bakara 2/144).
[17] BuhÂrî, Îman, 30; Tefsir, 2/12, 18; SalÂt, 31; Muslim, MesÂcid, 11; NesÂî, Kıble, 1, SalÂt, 22; İbn Sa‘d, 1: 241-242.
[18] Bkz. en-Nûr 24/11-21; BuhÂrî, ŞehÂdÂt 15, 30, Hibe 15, CihÂd 64, MegÂzi 11, 34, Tefsir 12/3, 24/6, 11, EymÂn 18, İʻtisan 28, Tevhîd 35, 52; Muslim, Tevbe 56.
[19] Bu Âyet-i kerîmelerdeki itÂb (azarlama), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in zellesi sebebiyle vÂkî olmuştur. Zelle, peygamberlerin işlediği gayr-i irÂdî hatÂdır. Bu zelleler peygamberlere murÂd-ı ilÂhî ile şu gÂyelere mÂtuf olarak yaptırılır:
Cennete girmeleri teminat altında olan peygamberlere Âcizliklerini idrÂk ettirmek, Kendilerinin lûtf-i ilÂhîye mustağrak olduklarını bilerek vazifelerine ihtimam gostermelerini sağlamak, İşlenen zelleyi ummete irşad vesilesi kılmak, Seckin kulların, boyle îkazlar karşısında rikkat-i kalbiyye sahibi olup bu ve benzeri fiillerden kacınarak Kur ’Ân ahlÂkına kavuşmalarını temin etmek, Peygamberlerin de beşer olduğunu gosterip, insanların hristiyanlıkta olduğu gibi onlara ulûhiyet izÂfe etmesine mÂnî olmak. [20] Bkz. Tirmizî, Tefsir, 80/3331; Muvatta ’, Kur ’Ân, 8.
[21] et-Tevbe 9/113.
[22] BuhÂrî, Tefsîr, 9/16; Ebu ’l-Hasen Ali b. Ahmed el-VÂhidî en-Neysabûrî (v. 468/1076), EsbÂbu nuzûli ’l-Kur ’Ân, thk. KemÂl Besyûnî Zağlûl (Beyrut: DÂru ’l-Kutubi ’l-İlmiyye, 1411/1990), s. 266-267.
[23] BuhÂrî, Tefsîr, 9/12-13; Muslim, MunÂfıkîn, 3; Tirmizî, Tefsîr, 9/3097-8; Neseî, CenÂiz, 40, 69.
[24] Abdurrahman b. Ebî Bekir CelÂluddin es-Suyûtî, LubÂbu ’n-nukûl, tahric: Abdurrazzak el-Mehdî (Beyrut: DÂru ’l-KitÂbi ’l-Arabî, 1426/2006), s. 126.
[25] AbdulfettÂh el-KÂdî, EsbÂbu ’n-nuzûl, s. 62.
[26] Bkz. Ahmed, 3: 195-196; Muslim, NikÂh, 89, 93, 95; Tirmizî, Tefsîr, 33/3207, 3212; İbn Kesîr, 11: 112-116, 171-175.
[27] AhzÂb 33/37.
[28] Tirmizî, Tefsîr, 33/3207.
[29] Muslim, İman, 287.
[30] el-Bakara 2/284.
[31] Bkz. Muslim, ÎmÂn, 199-200; Tirmizî, Tefsîr, 2/2992; Ahmed, 1: 233; II, 412; VÂhidî, s. 97.
[32] İbn Atıyye, el-Muharraru ’l-vecîz, 1: 390.
[33] Bkz. Murat Kaya, Kur ’Ân-ı Kerîm ’de İlÂhî Azamet (İstanbul, Yedirenk, 2011), s. 312-331.
Kaynak: Doc. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur ’Ân MuhtevÂsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
Kuran ı Kerime Karşı Gorevlerimiz Nelerdir?
SURE NEDİR?
Ayet ve Sûrelerin Tertibini Kim Yapmıştır?
Sûre İsimlerini Kim Belirlemiştir?