
Kuran'ın mucizevi yonleri nelerdir?Kur ’Ân-ı Kerîm ’in mûcizevî yonleri pek coktur. Bunlara bir sınır koymak mumkun değildir.[1] Âlimler bu konuda pek cok eser kaleme almışlardır. Onun bugune kadar idrÂk edilebilen mûcizevî yonlerinin bir kısmı şoyledir:
Kur ’Ân-ı Kerîm ’e karşı mucÂdele etmelerine rağmen muşriklerin onun bir benzerini getiremeyişleri, Bilinen edebî şekillerden farklı olması,[2] Hicbir beşerin ulaşamayacağı derecede belÂğatin zirvesinde olan bir nazım, tertip ve telif guzelliğine sahip olması, Gecmişe ve geleceğe Âit gaybî haberler ihtiv etmesi ve bunların zamanı geldikce aynen tahakkuk etmesi,[3] Kalplerde ve gonullerde derûnî bir tesir icra etmesi, Ummî bir kimse vÂsıtasıyla tebliğ edilmesi,[4] MÂnÂlarının doğruluğu, Kelimelerindeki fesÂhatin birbirini izlemesi,[5] Kur ’Ân ’ın kendisine has mûsikîsi, Tarihi (nuzûlu, cem‘i, tertîbi vs…), İcinde luzumsuz soz ve kelime bulunmaması, İlmî hakîkatleri ihtiv etmesi…[6] İmÂm Suyûtî, Kur ’Ân ’ın mûcizevî yonlerine bir sınır getirilemeyeceğini ifade etmiş ve bu hususta kaleme aldığı uc ciltlik eserinde otuz beş madde zikretmiştir.[7]
Kur ’Ân-ı Kerîm ’in mûcizevî yonlerinden pekcoğunu anlamak icin geniş bir ilim, kultur ve belÂğat kÂbiliyetine ihtiyac yoktur. Onu tefekkur ederek okuyan her insan, kulturu ve eğitimi ne olursa olsun, mûcizevî yapısını kolayca fark edebilir.[8] Onun, sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı ’nın kelÂmı olduğunu, bir beşer tarafından soylenemeyeceğini derhÂl kavrar.
2.1. FesÂhat ve BelÂğati FesÂhat lugatte “acık secik olmak” demektir. Bu sebeple sozun kusurlardan arınmış olmasına fesahat denilmiştir. Boyle olan soze veya onu soyleyene de fasîh denilir.
BelÂgat ise, sozun fasih olmakla birlikte zaman ve zemîne de munasip olmasıdır. Bir fikrin sozlu veya yazılı olarak yerinde, zamanında ve yeterince ifade edilmesidir. MÂnanın guzel ve uygun ifadelerle zihinlere ulaştırılmasıdır. CÂhız ’a gore lafızla mÂnanın guzellikte birbiriyle yarışması, mÂnadan once lafzın kulağa, lafızdan once de mÂnanın zihne suratle ulaşmasıdır.[9]
Kur ’Ân ’ın en başta gelen mucizevî yonu onun son derece fasîh ve belîğ olmasıdır. O, en guzel ve en munasip kelimelerden oluşan en akıcı, en tesirli ve en anlamlı cumleler ihtiv eder. Onun her Âyeti, beşerî lisan cumlelerinin fevkinde, eşsiz bir beyan mûcizesi olarak, kendine has bir ses Âhengiyle nÂzil olmuştur. O, insanoğlunun bir benzerini getirmekten Âciz kaldığı muhteşem mÂn derinliklerine sahiptir. İlÂhî hakîkatleri, mustesn bir diksiyon, ses ve tecvid zarÂfeti icinde, lÂhutî bir lisan ihtişÃ‚mıyla insanlığa tebliğ eder.
Kur ’Ân-ı Kerîm, ne şiir ne de nesirdir. BilÂkis hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya getiren emsalsiz bir uslûba sahiptir. Şiirde ve mûsikîde bulunmayan bir guzelliği vardır. Onu tekrar tekrar okurken veya dinlerken bir monotonluk hissedilmez, devamlı sûrette değişen ve tÂzelenen seslerden insan hislerinin her biri nasibini alır.[10]
Kur ’Ân dÂimÂ, muterÂdif (aynı mÂnÂya gelen) kelimelerden delÂleti en hassas, tasvir gucu en fazla ve fesÂhati en kuvvetli olanlarını secer. Mufessir İbn-i Atiyye (v. 542) şoyle der:
“Kur ’Ân oyle bir kitaptır ki ondan bir kelime cıkarılsa, sonra butun Arap lisanı altust edilse, ondan daha munÂsip bir kelime bulmak mumkun değildir.”[11]
Kur ’Ân-ı Kerîm ’in indiği toplum, edebiyÂtın zirvesinde idi. Panayırlarda herkesin huzûrunda belÂğat ve fesÂhat musÂbakaları yapılırdı. Toplum yediden yetmişe guzel soz ve şiirle meşgul olurdu. Buna rağmen butun edebiyat ustadları, Kur ’Ân-ı Kerîm ’in belÂğat, fesÂhat ve hÂrikulÂde nazmı karşısında caresizlikten kıvranmış, sukûtun derinliklerine gomulmek zorunda kalmışlardır. Bir gun Mekke muşriklerinden Velîd bin Muğîre Peygamber Efendimiz ’e gelmişti. Allah Rasûlu (s.a.v) ona Kur ’Ân-ı Kerîm ’den bazı bolumler okudu. Velîd Kur ’Ân ’a hayran oldu, bir şey diyemedi. Kalbi îmÂna yumuşadı. Onun bu hÂlini haber alan Ebû Cehil, hemen yanına gelerek cÂhiliye hamiyyetini tahrik etti:
“–Amca, kavmin sana vermek uzere mal topluyor. Zira sen Muhammed ’e gidip mal istemişsin!” dedi. Velîd:
“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en cok olanlardan biriyim” dedi. Ebû Cehil:
“–O hÂlde Muhammed hakkında oyle bir şey soyle ki senin onu inkÂr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsin!” dedi. Velîd:
“–Ne soyleyeyim? VallÂhi, icinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi[12], kasîdeyi benden daha iyi bilen yoktur. VallÂhi onun soyledikleri bunlardan hicbirine benzemiyor. VallÂhi, onun soylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, butun sozleri yıkıp geciyor ve hepsinin ustune cıkıyor, hicbir soz onun ustune cıkamıyor!” dedi. Ebû Cehil ısrarla:
“–Sen onun aleyhine bir şey soylemedikce kavmin rÂzı olmayacak!” dedi. O da:
“–Bırak beni biraz duşuneyim!” dedi. Sonra da:
“–Bu nakledilen bir sihirdir.” diyebildi.[13] Onun bu hÂli, Kur ’Ân-ı Kerîm ’de butun canlılığı ile şoyle tasvir edilir:
“O duşundu, olctu, bicti. Kahrolası, nasıl da olctu bicti! Yine kahrolası, nasıl da olctu bicti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını cattı. En sonunda kibrini yenemeyip sırt cevirdi: «Bu, nakledilen bir sihirdir. Bu, beşer sozunden başka bir şey değildir» dedi.” (el-Muddessir 74/18-25)
Arap edebiyatının ileri gelenlerinden Velid, Kur ’Ân ’ın carpıcı uslûp ve belÂgati karşısında şaşkın bir hÂle duşerek derin derin duşunmuş, fakat nefsinin ve şeytanın vesveselerini yenemediği icin îmÂn etmemiştir.
Muslumanların sayısının hızla artması ve Hz. Hamza, Hz. Omer gibi kahramanların Musluman olması uzerine muşrikler iyice telÂşa kapıldılar. Derhal toplanarak İslÂm ’ın yukselişine mÂnî olmak icin cÂreler duşunduler:
“−Muhammed ’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehÂnette, şiirde en Âlimimizi ona gonderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler. Bu iş icin Utbe bin Rebîa ’yı secerek Allah Rasûlu ’ne gonderdiler. Utbe, muşriklerin daha once Peygamber Efendimiz ’e yapmış olduğu mal, makam, kadın gibi teklifleri fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Allah Rasûlu (s.a.v), sozleri bitinceye kadar onu sessizce dinlediler. Daha sonra ona kunyesiyle hitÂb ederek:
“−Soyleyeceklerin bitti mi?” diye sordular. Utbe, “Evet!” deyince Rasûlullah (s.a.v):
“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurup Besmele cekerek Fussilet Sûresi ’ni okumaya başladılar. Secde Âyeti olan 37. Âyeti de okuyup secde ettikten sonra:
“−Ey Ebû ’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdular. Utbe o kadar muteessir olmuştu ki cereyana kapılmış bir insana donmuştu. Kalkıp arkadaşlarının yanına donerken, kendisini goren muşrikler:
“−VallÂhi Ebû ’l-Velîd, gittiğinden cok farklı bir yuzle donuyor. HÂli cok değişmiş?!” dediler. Yanlarına vardığında heyecanla:
“−Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:
“−VallÂhi, oyle bir soz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hic işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehÂnettir! Muhammed:
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ
«Eğer yuz cevirirlerse onlara de ki: Ben sizi, Âd ve Semûd ’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkÂz ettim»[14] dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tuttum. Durması icin akrabÂlığımızın hakkını ileri surerek yemin ettim. Zira Muhammed ’in soylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim icin uzerimize azÂb ineceğinden korktum. Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! Onu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan cekilin! Eğer diğer Arap kabîleleri onunla savaşıp kendisini oldururlerse, siz de zahmet cekmeden bu meseleden kurtulmuş olursunuz. Şayet o Araplara hÂkim olursa, onun hÂkimiyeti sizin hÂkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Boylece Muhammed sÂyesinde insanların en mes‘ûdu olursunuz!” dedi. Kureyşliler:
“−Ey Ebû ’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:
“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız oyle yapın!” karşılığını verdi.[15]
Hicretin 9. senesinde Medîne ’ye her taraftan heyetler gelmeye başlamıştı. Bu esnÂda, Benî Ukayl kabilesinden Ebû Harb bin Huveylid de, Peygamber Efendimiz ’in yanına geldi. Rasûlullah (s.a.v) ona Kur ’Ân-ı Kerîm okuyup İslÂm ’ı anlattılar. İşittiklerine hayran kalan Ebû Harb:
“–VallÂhi sen, ya Allah ’a, ya da Allah ’a kavuşana kavuşmuşsun! Sen oyle sozler soyluyorsun ki, doğrusu, biz onun gibi guzel bir soz hic işitmedik...” dedi.[16] Kur ’Ân ’da konuşan zÂtın insan olmadığını derhal farketti.
O zamanlar bedevîler, belÂğat ve fesÂhatta en zirve insanlardı. Bir gun bedevîlerden biri, CenÂb-ı Hakk ’ın:
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ
“Sana emrolunan şeyleri acıkca soyle ve şirk koşanlardan yuz cevir!”[17] Âyetini işitince derhal secdeye kapanmıştı. Bu hareketinin sebebi sorulunca:
“–Sırf fesÂhati sebebiyle secde ettim!” dedi.[18]
Bu Âyette ona tesir eden hususlar, “ilahî tebliği en mukemmel bir şekilde acıklama, hak ile batılın arasını iyice ayırıp onu apacık bir şekilde dile getirme ve bu yolda cesur davranma mÂnÂlarını ihtiv eden “fe ’sdaʻ” kelimesiyle[19]; bunca kısalığına rağmen cok mÂnÂlar ihtiv eden “bi-m tu ’mer: Sana emredilen, soylenilen her şeyi” terkibi ve bu cumlenin ihtiv ettiği emsalsiz mûsikî idi.
Bir başka bedevî:
فَلَمَّا اسْتَيْـَٔسُوا مِنْهُ خَلَصُوا نَجِيًّا
“Ondan umidi kesince aralarında fısıltıyla konuşmak uzere (bir kenara) cekildiler”[20] Âyetini işitmişti. Bunun uzerine:
“–ŞehÂdet ederim ki, bir kul boyle bir soz soyleyemez!” diyerek, hayret ve hayranlığını izhar etti.[21]
Kur ’Ân bu fesahat ve belÂğatı sebebiyle cok kolay okunur ve ezberlenir. Onun mucizevî yonlerinden biri de Allah ’ın onu ezber ve oğut icin butun dillere ve gonullere kolaylaştırmasıdır. Oyleki manasını anlamayan insanlar bile onu kolayca ezberleyebilirler.[22]
2.2. Gaybî Haberler Vermesi Kur ’Ân-ı Kerîm, gayba dÂir pek cok haberler ve işaretler ihtiv eder. Onda gecmişe, hÂle ve geleceğe dÂir işaretler, bilgiler ve atıflar mevcuttur.[23] Melekler, cinler ve insanlar ise gaybı bilemezler. Allah gayba dair bilgilerden dilediği kadarını dilediği rasûlune bildirdiğini haber vermiştir.[24] Bunun dışında hicbir varlığın gayba dair bilgisi yoktur. Kur ’Ân ’da bu tur bilgilerin yer alması ve bir kısmının doğruluğunun ilmen ispat edilmesi onun Allah kelÂmı olduğunu ve verdiği diğer haberlerin de aynen gercekleşeceğini gostermektedir.
2.2.1. Gecmişe Âit Haberler Kur ’Ân-ı Kerîm ’in insanın ilk yaratılış kademelerini, ondan sonra cereyan eden hÂdiseleri, bizden onceki toplumları, onların hayat hikÂyelerini, kendilerine gonderilen peygamberler ile munÂsebetlerini anlatması, mÂzîye Âit gayb haberlerindendir. Âyet-i kerîmelerde şoyle buyrulur:
“Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem ’i hangisi yetiştirecek diye kur‘a cekerlerken, sen onların yanında değildin, bu hususta ihtilÂf ederlerken de orada bulunmuş değildin.” (Âl-i İmrÂn 3/44)
“Biz bu Kur ’Ân ’ı sana vahyederek, hÂdiseleri sana en guzel şekilde anlatıyoruz. Oysa daha once bunlardan habersizdin...” (Yûsuf 12/3)
“Sana boylece vahyettiklerimiz, gayba Âit haberlerdir. Onlar elbirliği edip duzen kurdukları zaman sen yanlarında değildin.” (Yûsuf 12/102)
“Sen daha once ne bir kitap okumuş ne de elinle yazmıştın; oyle olsaydı, inkÂrcılar şupheye duşebilirlerdi.” (el-Ankebût 29/48)
Mekke muşrikleri onceki kavimlerle ilgili birtakım efsÂnevî bilgi kırıntılarına sahiptiler. Kur ’Ân-ı Kerîm ise onlarla ilgili, gunumuz tÂrih ilminin de tasdîk ettiği şekilde en doğru bilgileri getirdi.
Mesel Ehl-i KitÂb ’a gore AshÂb-ı Kehf, mağaralarında uc yuz guneş yılı kalmışlardır. Kur ’Ân-ı Kerîm, onların mağarada uc yuz sene kaldıklarını, buna dokuz senenin de ilÂve edildiğini soylemektedir. Bu dokuz yıl, şemsî ve kamerî yıl arasındaki zaman farkıdır. HÂlbuki o zaman insanlar şemsî yılı bilmiyor, aralarındaki farktan da haberleri yoktu. Âyet-i kerîmede mûcizevî bir şekilde şoyle buyrulur:
“Onlar mağaralarında uc yuz yıl ve buna ilÂveten dokuz yıl kalmışlardır.” (el-Kehf, 18/25)
Kur ’Ân-ı Kerim bunun gibi son derece hassas ve hakikate uygun bilgiler vermektedir.
2.2.2. HÂle Âit Haberler CenÂb-ı Hakk ’ın zÂt-ı ulûhiyeti, sıfatları, fiilleri, melekler, cinler, kabir Âlemi, Cennet ve Cehennem ile alÂkalı haberler, bilhassa ehl-i kitÂb, munÂfık ve muşriklerin iclerinden gecirdikleri hîle ve tuzaklar ile psikolojik yapılarını anlatan Âyetler nuzul zamanıyla alÂkalı gaybî bilgilerdir.
Tefsir Âlimi MukÂtil şoyle anlatır: Mekke ’nin fethedildiği gun Rasûlullah (s.a.v), Hz. BilÂl ’e KÂbe ’nin ustune cıkıp ezan okumasını emretmişti.
AttÂb bin Esîd: “Allah ’a hamdolsun ki babam daha onceden oldu de bu gunu gormedi” dedi.
HÂris bin HişÃ‚m, “Muhammed, muezzin olarak şu kara kargadan başkasını bulamamış mı?” dedi.
Suheyl bin Amr, “Allah bir şeyi diledi mi onu değiştirir” dedi.
Ebu SufyÂn da, “Ben bir şey soylemeyeceğim. Cunku semÂnın Rabbinin bunları Muhammed ’e haber vermesinden korkarım” dedi.
Cibrîl (a.s) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ’e gelerek bu sozleri haber verdi. Allah Rasûlu (s.a.v), onları cağırıp ne soylediklerini sordu. Onlar da bu sozleri ikrar ettiler. Bunun uzerine Allah TeÂl HucurÂt Sûresi ’nin 13. Âyetini indirip onları birbirlerine karşı soy, sop, mal-mulk cokluğu gibi şeylerle ovunmekten ve fakirlerle alay etmekten menetti.[25]
Ebû SufyÂn gibi akıllı insanlar tefalarca tecrube ettikten sonra artık Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’e Allah ’tan bilgiler geldiğini iyice anlamışlardı. Bu sebeple konuşmalarına ve duşuncelerine dikkat etmeye başlamışlardı.
O gun vahyin haber verdiği gaybî bilgilere ornek olarak şunları zikredebiliriz:
Kıble hususunda Allah Rasûlu ’nun kalbinden gecenler,[26] Yahudilerin kalblerindeki kinin daha buyuk olması,[27] olumu asla temenni etmeyecekleri[28] Allah ’ın Âyetleri hakkında kesin bir delil olmaksızın munakaşa eden kimselerin, kalbinde asla yetişemeyecekleri bir buyukluk hevesi taşımaları[29] Munafıkların kalblerinde mu ’minlere karşı hissettikleri korkunun Allah korkusundan fazla olması[30] Bedir oncesi Muslumanların coğunun ordu yerine savaşmadan kervanı elde etmeyi istemeleri[31] Uhud Harbi ’ne cıkan munafıkların kalblerindeki duşunceler[32] Uhud ’a giderken iki kabilenin bozulma istekleri[33]… Butun bunlar Kur ’Ân ’ın gaybden verdiği haberler idi. Bu duşuncelerin sahipleri Kur ’Ân ’ın verdiği haberleri hicbir zaman inkÂr etmemiş, doğruluğunu kabul etmişlerdir. İnsanlar bunu defalarca tecrube ettikleri icin daha dikkatli olmaya mecbur kalıyorlardı. Nitekim Hz. Omer (r.a) şoyle buyurmuştur:
“Bir takım insanlar, Rasûlullah (s.a.v) zamanında vahiy ile (sırları meydana cıkar da) yakalanırlardı. Şim­di ise vahiy kesilmiştir. Şimdi biz sizi ancak zÂhirde gorduğumuz amellerinize gore değerlendiririz. Kim hayır hÂli ızhÂr ederse, biz ona guvenir ve ikrÂm ederiz. Onun gizli işlerinden hicbir şey(i araştırmak) bize Âid de­ğildir. Gizli işleri hususunda onu Allah hesaba ceker. Kim de şer hÂli ızhÂr ederse, o kalbinin temiz oldu­ğunu soylese de, biz ona guvenmez ve sozunu tasdik etmeyiz.”[34]
Abdullah bin Omer (r.a) de şoyle demiştir: “Biz Rasûlullah (s.a.v) zamanında hakkımızda bir vahiy gelir korkusuyla hanımlarımıza istediğimiz gibi davranmaktan sakınırdık. Allah Rasûlu (s.a.v) vefat edince istediğimiz gibi konuşup davranmaya başladık.”[35]
2.2.3. İstikbÂle Âit Haberler Gayba dÂir haberlerin en muhimleri ise, gelecekte cereyan edecek hÂdiselerin bildirilmesidir. Bu haberlerin, aynen bildirildiği gibi tahakkuk ettiğini tarih de tasdik edince, Kur ’Ân-ı Kerîm ’in, “AllÂmu ’l-Ğuyûb” yani gaybları tam olarak ve en iyi şekilde bilen Allah TeÂl tarafından indirildiğinde şuphe kalmamıştır. Bununla ilgili birkac misal zikredelim:
Hristiyan olan Rumlar ile mecûsî olan İranlılar arasında bir harp vukû bulmuş ve mecûsîler gÂlip gelmişti. Bundan istifÂde etmek isteyen muşrikler, muslumanlara:
“–İlÂhî kitap sÂyesinde ustun geleceğinizi sanıyordunuz. İşte mecûsîler, Kitap ehli olan Rumları yendiler” diyerek onların îman ve azimlerini kırmaya calıştılar. Bunun uzerine Allah TeÂlÂ, muşriklere huzun, mu ’minlere surur verecek olan şu Âyet-i kerîmeleri inzÂl buyurdu:
“Elif. LÂm. Mîm. Rumlar yenildi; en yakın yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra gÂlip geleceklerdir, birkac yıl icinde. İşler onceden de sonradan da Allah ’a Âittir. O gun mu ’minler Allah ’ın yardımıyla sevinirler. O mutlak gÂliptir, merhamet ve ihsan sahibidir.” (er-Rûm 30/1-5)
O sırada Rumlar oyle zayıf duşmuşlerdi ki, hic kimse, bellerini kıran bu mağlûbiyetin ardından tekrar gÂlip gelebileceklerine ihtimÂl vermiyordu. Ancak Kur ’Ân-ı Kerîm, kuvvetli bir te ’kidle şoyle buyuruyordu:
“Bu, Allah ’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların coğu bilmezler.” (er-Rûm 30/6)
Nihayet CenÂb-ı Hak, vaadini gercekleştirdi. Tarihcilerin ittifÂkıyla dokuz seneden az bir zaman icinde Rumlar İranlılara gÂlip geldiler. Aynı gun, muslumanlar da Bedir Gazvesi ’nde muşriklere karşı zafer kazanıp sevindiler.[36] Bu da 4. ve 5. Âyet-i kerîmelerde haber verilen ikinci bir mûcizeydi.
Kur ’Ân ’ın istikbÂle ait haberlerine şunları da misal olarak zikredebiliriz: İnkÂrcıların Kur ’Ân ’ın bir benzerini asla getiremeyeceği,[37] muşriklerin hezimete uğrayaca­ğı,[38] Allah Rasûlu ’nun Mekke ’ye tekrar doneceği,[39] ashÂb-ı kirÂmın Mescid-i HarÂm ’a emniyet icerisinde gireceği, bir muddet sonra da buyuk bir zaferle Mekke ’yi fethedeceği,[40] insanların fevc fevc Allah ’ın dinine gireceği,[41] Allah ’ın hak dini butun dinlere ustun kılacağı,[42] Kur ’Ân ’ı muhafaza edeceği…[43] Beşer olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ’in, buna benzer gaybî haber­leri kendiliğinden vermesi mumkun değildir. Bunları ancak vahiy yoluyla her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Allah ’tan oğrenmiş ve insanlara tebliğ etmiştir.
2.3. İlmî Keşiflere İşaret Etmesi Kur ’Ân-ı Kerîm ’in esas maksadı insanları hidÂyete erdirmektir. Dolayısıyla onu bir fizik, kimya, astronomi, tıp kitabı gibi duşunmemeli, bu alanlarla ilgili bilgiler vermesini beklememelidir. Buna rağmen, bilhassa tevhid akîdesine dikkat cekmek uzere tabiat ilimlerinin sahasına giren konularda verdiği ozlu bilgilerin, daha sonra modern ilim tarafından keşfedilmesi, onun ayrı bir mûcizevî yonunu teşkil etmektedir. CenÂb-ı Hak şoyle buyurur:
“Kur ’Ân ’ın gercek olduğu kendileri icin apacık belli oluncaya kadar onlara cevrelerinde ve kendilerinde bulunan delillerimizi hep gostereceğiz. Rabbinin her şeye şÃ‚hitlik etmesi (onlar icin) yeterli değil midir?” (Fussilet 41/53)
“Şunu da soyle: Hamd Allah ’a mahsustur. O, işaretlerini size gosterecek, siz de onları gorup tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (en-Neml 27/93)
“Onun bildirdiklerinin gercekliğini bir zaman sonra oğreneceksiniz.” (SÂd 38/88)
İlmî keşiflere ışık tutması, Kur ’Ân-ı Kerîm ’in kıyÂmete kadar butun zaman ve mekÂnlarda devam edecek ayrı bir mûcizesidir. Bu vasfı onun ihtişÃ‚mını, her seferinde yeniden ispat edip durmaktadır. Nitekim surekli artarak devam eden ilmî terakkîler, bu bilgileri devamlı teyid ve tasdik etmektedir. Ancak bu konuda dikkatli davranmak gerekmektedir. Sıhhati sÂbit olmamış ilmî nazariyeleri (teorileri) Kur ’Ân Âyetleriyle îzÂh etmeye kalkmamalıdır. Bir muddet sonra onlar terkedilir veya yalanlanabilir. Bu durumda insanlar kusuru yanlış tefsir yapan kimsede değil de Kur ’Ân ’da gormeye kalkabilirler. Ancak doğruluğu ispat edilmiş olan ilmî hakikatleri alıp bir kısım Âyet ve hadisleri onlarla îzÂh etmekte bir mahzur yoktur.[44] Bu konuya misal olarak şunları zikredebiliriz:
2.3.1. İnsanın Yaratılışı İnsanın anne karnında teşekkulu ve teselsulu husûsunda Kur ’Ân-ı Kerîm, modern ilmin daha yakın zamanda keşfedebildiği birtakım orijinal bilgiler verir:
“Ey insanlar! Oldukten sonra dirileceğinizden şuphe duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parcasından yarattık ki size (kudretimizi) acıkca gosterelim; ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak cıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik cağınıza erişesiniz. İcinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de onceden bildiklerini bilmez hÂle gelinceye kadar omrun en duşkun cağına eriştirilir…” (el-Hacc 22/5)
“Gercek şu ki biz insanı camurdan alınmış bir ozden yaratıyoruz; Sonra onu sağlam bir korunakta nutfe hÂline getiriyoruz. Ardından nutfeyi (dollenmiş yumurta) alakaya (rahimde asılıp beslenen embriyoya) ceviriyor, alakayı şekilsiz et (gorunumunde) yapıyor, bu etten kemikler yaratıyor, daha sonra da kemiklere adale giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir yaratık hÂlinde inşa ediyoruz. Yapıp yaratanların en guzeli olan Allah cok yucedir.” (el-Mu ’minûn 23/12-14)
Rasûlullah (s.a.v) de bu konuda şoyle buyururlar:
“Her birinizin yaratılış mayası, ana rahminde nutfe olarak kırk gun derlenip toplanır. Sonra yine (kırk gun icinde) aleka hÂline gelir. Sonra yine oyle (bir kırk gun daha) et parcası (mudğa) hÂlindedir. Bundan sonra bir melek gonderilir. (Melek, Allah ’ın emriyle) ona rûh ufler ve rızkını, ecelini, amelini, şakî veya saîd (kotu veya iyi) olacağını yazar.”[45]
Âyet ve hadîslerin verdiği bu bilgilerle, yakın zamanda modern biyolojinin tespitleriyle tefsir edilmiştir. Bu bilgiler, on dokuzuncu asırdan once yeryuzunun hicbir yerinde bilinmiyordu. Kur ’Ân bu hakîkatleri, on dort asır once sÂde bir uslûpla ve net bir şekilde acıklamıştır. Kanada ’nın Toronto Universitesi ’nde Embriyoloji profesoru olan Keith L. Moore Kur ’Ân ’ın bu Âyetlerine hayran kalanlardandır.
Prof. Dr. Keith L. Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde insanın rahimdeki safhalarını îzÂh ettikten sonra Abdulmecit ZindÂnî ’nin tavsiyesi ile bu bilgileri Âyet-i kerîmelerle karşılaştırmaya karar verir. Sonucta ilmin Kur ’Ân-ı Kerîm ’le mutÂbakat hÂlinde olduğunu, hatt Kur ’Ân ’ın, verdiği misal ve tÂriflerle tıp ilminin onunde gittiğini itirÂf eder. Keith, Kur ’Ân ’daki nutfe, aleka ve mudğa tÂbirlerinin, yani bu uc safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında tıp Âlemine buyuk bir ışık tutmakta olduğunu ifÂde eder. Nutfe hÂli olarak ifÂde edilen safha, ilmî araştırmaların butun muhteviyÂtına şÃ‚mildir. Aleka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir. Ceninin butun hayat ozellikleri, bu pıhtı hÂlindeki kanda depolanmıştır. Mudğa ise, ciğnenmiş et demektir. Şekline bakıldığında, onun sanki ciğnenmiş bir et parcası hÂlinde olduğu gorulur. Âdeta uzerinde diş izleri vardır. Bu araştırmalar neticesinde Keith, Kur ’Ân ve Rasûlullah (s.a.v) hakkında buyuk bir hayranlık duyar ve Kur ’Ân ’ın 1400 sene evvelki bu mûcizesini buyuk bir itmi ’nÂn hÂli icinde tasdîk eder.
Ayrıca Keith, verdiği bir konferansta Kur ’Ân-ı Kerîm ’in embriyoloji ile ilgili hakîkatleri karşısında şoyle bir îtirafta bulunur: “Kur ’Ân ve Sunnet ’in getirdiği mûcizeler uzerinde size bir konferans takdîm ettiğim icin cok mutluyum! Asrımızın ilim ve teknolojisinin daha yeni keşfettiği gerceklerin, bundan 14 asır once ummî bir insan tarafından dile getirilmesi, beni buyuk bir şaşkınlık ve hayrete duşurmuş, yaptığım butun araştırmalar da, beni Kur ’Ân ’ın şeksiz şuphesiz vahiy mahsûlu olduğu husûsunda kesin bir kanaate sevk etmiştir.”[46]
Keith, Kur ’Ân ’dan oğrendiği bilgileri, Before We Are Born (Biz Doğmadan Once) isimli kitabının ikinci baskısına ilÂve etmiştir. Kendisine:
“–Bu bilgilerin Kur ’Ân ’da bulunmasını nasıl îzah edersin?” diye sorulunca:
“–O Kur ’Ân, Allah tarafından indirilen vahiyden başka bir şey değildir” cevÂbını vermiştir.[47]
Kur ’Ân ’ın verdiği bilgilere hayran kalan ilim adamlarından biri de Amerika ’da anatomi ana bilim dalı başkanı olan Prof. Dr. Marshall Johnson ’dur. Kur ’Ân ’daki yaratılış safhaları ile “mudğa”nın ihtiv ettiği hakîkatler son derece dikkatini cekmiş ve onu hayrete duşurmuştur:
Bir ciğnemlik et… Tam dişlerin dizilişine gore şekillenmiş durumda. Sanki ciğnenmiş bir etin uzerinde kalan diş izleri goruntusu… Tamamı bir santimetre (Âdeta bir lokma kadar). Mudğa ’da insanın butun husûsiyetleri mevcut. Ancak kimi faal, kimisi henuz faÂliyete gecmemiş! Tıp, bu durumu anlatabilecek bir tÂbir bulamıyor. Organlar iş yapıyor dese, yapmayanlar var; yapmıyor dese yapanlar var. Oysa Kur ’Ân, bunu “belli belirsiz bir ciğnem et” diye tavsîf ederek onun butun bilgilerini ihtiv eden bir tÂbirle duğumu 1400 kusûr sene evvelinden cozmuş bile… İşte Kur ’Ânî bilgileri once peşînen reddedip sonra da tamÂmen kabûl etmek zorunda kalan, hatt bu arada bircok yeni hakîkatler de oğrenen Prof. Dr. Marshall, sonunda ısrarlı bir şekilde şoyle demekten kendini alamadı:
“Evet, ilim ehline ışık tutan bu Kur ’Ân, Allah tarafından indirilmiştir. Zamanı geldikce onun hakîkatleri boyle tek tek acılacak ve ortaya cıkacaktır. Allah ’ın buyurduğu, «Her haberin mukarrer bir zamanı var, artık ileride bilirsiniz!»[48] Âyeti tecellî edecektir.”[49]
İlim adamları, 17. yuzyılda henuz mikroskop keşfedilmeden once, spermin ana rahmine tam bir insan şeklinde gectiğini zannediyor, insanın safha safha yaratılışını bilmiyorlardı. Bu goruş, 18. yuzyılda da devÂm etti. Hatt 19. asrın yarısına kadar ilim adamları, insanın safha safha yaratıldığı hakîkatine ulaşamadılar. Ancak son zamanlarda teknik imkÂnların iyice artması sebebiyle bu hususta yeterli araştırmaları yapabildiler ve nihÂyet Kur ’Ân ’ın 1400 sene evvel ifÂde buyurduğu hakîkatin eşiğine varabildiler. Demek ki, doğru bir şekilde yapılan butun ilmî calışmalar, sonunda mutlaka Kur ’Ân ’ı tasdik edecektir. Bu durum, Kur ’Ân ’ın azamet ve ihtişÃ‚mını gosteren delillerden sadece biridir.[50]
2.3.2. Anne Sutu CenÂb-ı Hak Kur ’Ân-ı Kerîm ’de cocukların iki tam yıl emzirilmesini tavsiye ederek şoyle buyurur:
“Emzirmenin tamamlanmasını isteyen kimse icin anneler cocuklarını iki tam yıl emzirirler...” (el-Bakara 2/233)
“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Cunku annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sutten ayrılması da iki yıl icinde olur…” (Lokman 31/14)
“İnsana, anne ve babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu zahmete katlanarak taşıdı ve zorluk cekerek doğurdu. Karnında taşıması ve sutten kesmesinin suresi otuz aydır…” (el-AhkÂf 46/15)
Zamanımızda tıp ilmi de, annenin cocuğunu emzirmesinin, hem kendi sağlığı hem de bebeğin sağlığı acısından fevkalÂde ehemmiyetli olduğunu ispat etmiştir. Anne sutunde cocuğun ihtiyac duyduğu vitaminler, hormonlar, koruyucu maddeler ve mikroplarla mucÂdele eden enzimler yanında annenin karakterini cocukta teşekkul ettirecek unsurlar mevcuttur. Anne sutunde, insanın beslenmesi acısından temel unsur olan protein, şeker, yağ, fosfor ve vitaminlerin tumu, bebeğin bunyesine uygun gelecek şekilde cok Âhenkli bir nisbet ve olcude bulunmaktadır. Anne sutunde, bebeği ilk altı ayda tum mikroplu hastalıklardan koruyan bağışıklık maddeleri vardır. Bu ve benzeri sebeplerle bebeğin ilk altı ayda sadece sutle beslenmesi cok faydalıdır.
Tıp ilmine gore de, ideal bir emzirme suresi iki tam yıldır. Cunku karaciğerin kan yapması dolayısıyla cok yuklu oluşu ve diğer organların gelişim hÂlinde olması sebebiyle anne sutune olan mecbûrî ihtiyac, iki yıl devam etmektedir. Ayrıca cocuğa Âit gelişmenin en onemli safhasında da gercek biyolojik maddelere olan ihtiyac suresi iki yıldır. Zira tıp, bebeğin ilk iki yılda gercekleştireceği gelişmenin en muhim devre olduğunu kabûl etmektedir. Yine tıp, bebeğini 1-2 yıl emziren annelerde biyolojik bir yenilenmenin meydana geldiğini, bu sebeple onlarda goğus kanserinin cok az gorulduğunu, cocuğuna sut vermeyen annelerin ise, sıhhat bakımından tehlike altında bulunduğunu ifÂde etmektedir. Butun bu faydaların kÂmil mÂnÂda gercekleşmesi icin emzirmenin iki yıl olması îcÂb eder ki, bu da buyuk bir Kur ’Ân mûcizesidir.
Diğer taraftan Nis Sûresi ’nin 23. Âyetinde evlenilmesi haram olan kadınlar arasında “sut bacılar” da sayılmaktadır. İslÂm fıkhına gore, cocukluğun ilk iki yılı icerisinde vukû bulan emzirmelerle sutkardeşliği meydana gelir. İki yıldan sonraki emzirmelerde bu kardeşlik mevzubahis değildir. Demek ki, iki yıl sonra anne sutu, taşıdığı aslî ozelliğini buyuk olcude yitirmektedir.
Anne sutu, cocuğun rahimde meydana gelmesiyle oluşur. Bir başka cocuk, iki seneye kadar bu sutten belli bir miktar emdiğinde sutkardeşliği tahakkuk eder. Bu sut, cocuğun oluşmasıyla meydana geldiği icin, onu emen diğer cocuğa da aynı karakter intikal eder. Yani ortak vasıflara hÂiz bir kardeşlik karakteri gercekleşir. Bu sebeple İslÂm ’da, zikri gecen Âyet-i kerîme ile sutkardeşlerinin evlenmesi haram kılınmıştır. Normal batın kardeşliği gibi sutkardeşliği de aynı mahremiyet olculerine tÂbîdir. Bu haram kılmanın, bilinen ve bugun icin henuz mechûl olan pek cok hikmetlerinin bulunduğu muhakkaktır.[51]
Yukarıda zikredilen Âyetlerde bir mucize daha vardır: Bakara sûresinin 233. Âyetiyle Lokman sûresinin 14. Âyetinde cocuğun iki sene emzirilmesinden bahsediliyor. AhkÂf sûresinin 15. Âyetinde ise hÂmileliğin ve sutten kesmenin suresinin otuz ay olduğu ifade ediliyor. İki seneyi yani yirmi dort ayı sut emmeye ayırdığımızda geriye altı ay kalıyor. Bu da hÂmileliğin en kısa suresinin altı ay olduğunu gosteriyor.
İmam MÂlik şoyle anlatır: Hz. Osman ’a evliliğinin altıncı ayında doğum yapan bir kadın getirildi. Normalde bir cocuk ancak dokuz ayda doğabileceğinden bu durum, insanları şupheye duşurdu. Kadının cezÂlandırılmasını duşunurken Hz. Ali (r.a) mudÂhale etti. Bahsedilen Âyetleri okuyarak; “Bu durumda hÂmilelik muddeti altı ay olabilir” dedi. Bu acıklama uzerine Hz. Osman (r.a) kararından vazgecti.[52]
Bu Âyetlerde aynı zamanda zaruret hallerinde cocuğu iki yılı doldurmadan sutten kesmenin mumkun olduğuna işaret edildiğini de soyleyebiliriz.
2.3.3. Parmak İzi Parmak izlerini inceleyen ilim dalı (Daktiloskopi), parmak uclarının omur boyunca hic değişmeden aynı kaldığını; hicbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkine benzemediğini ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en guvenilir huviyet tespiti, parmak iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 1875 yılında keşfedilmiş ve 1884 senesinde kullanılmaya başlanmıştır.[53] HÂlbuki Kur ’Ân-ı Kerîm parmak uclarının bu husûsiyetine asırlar oncesinden şoyle dikkat cekmiştir:
“İnsan, Biz ’im, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız; onun parmak uclarını (بَنَانَهُ) bile butun incelikleriyle yeniden duzenlemeye gucumuz yeter!” (el-KıyÂme 75/3-4)
Bugun bir şifre olarak parmak iziyle acılan bilgisayarlar ve kapılar kullanılmaktadır. Zira her insanın parmak izi farklıdır. Hatt insanın her bir parmağının izi diğerinden farklıdır. Tıpkı parmak izi gibi, insanların gozleri de birbirinden farklıdır. Şifre yerine, sahibinin gozuyle calışan makineler, acılan bilgisayarlar veya kapılar, gunluk hayatta giderek yaygınlaşmaktadır. 1 cm2 bile olmayan kucucuk bir alanda sonsuz farklılıkları yaratan Allah TeÂl yuceler yucesidir!
2.3.4. Gen HÂrikası Genetik ilminde yapılan ye­ni ke­şif­ler, her in­sa­nın nev ’i şah­sı­na mun­ha­sır bir başka şif­re­si daha ol­du­ğunu or­ta­ya koy­muş­tur. Ustelik bu gen denilen şeyler o kadar kucuktur ki, yeryuzundeki butun canlıların genleri bir araya toplansa bir fındık kabuğunu doldurmaz. Mikroskopla bile gorulemeyen bu genler, her canlı hucreye yerleşirler ve butun insan, hayvan ve bitkilere husûsiyetlerini verirler. Bu ancak hikmet sahibi bir yaratıcıdan sÂdır olabilecek sonsuz bir ilim ve kudretin eseri olabilir; başka hicbir nazariyeye imkÂn yoktur.[54] Nitekim bu hakîkate işaretle Yuce Rabbimiz şoyle buyurur:
“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zurriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şÃ‚hit tutarak, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» buyurmuştu. Onlar da, «Evet, şÃ‚hit olduk (ki Rabbimizsin)» demişlerdi. Boyle yapmamız, kıyÂmet gunu, «Biz bundan habersizdik» dememeniz icindir.” (el-A‘rÂf 7/172)
2.3.5. Acıyı Deri Hisseder Tayland, Cayn-Mayn Universitesi Tıp Fakultesi Dekanı Prof. Dr. Tajaket Tajason, azapla ilgili bir calışma yapmış ve şu neticelere ulaşmıştı: AzÂbın uzun muddet devam edebilmesi icin, deriler ateşte yanıp hissiyat yok olduğunda, onlara yeniden aynı kÂbiliyeti kazandırmak gerekir. Cunku azap, deriler uzerinde gercekleştiği icin, deriler yana yana icindeki sinirler tahriş olur ve devre dışı kalır ki bu, azÂbın artık hissedilmemesi demektir. Zira beyin, idÂre ettiği hissetme işini deri vÂsıtasıyla yapmaktadır.
Bu ilmî neticelere ulaşan Tajason ’a bir gun şu Âyet-i kerîme gosterildi:
“Şuphesiz Âyetlerimizi inkÂr edenleri yarın ateşe atacağız! Onların derileri yandıkca, başka derilerle değiştiririz ki, azÂbı tatsınlar! Allah dÂim ustun ve Hakîm ’dir.” (en-Nis 4/56)
Âyet-i kerîme, Tajason ’a şok tesiri yaptı. Kur ’Ân-ı Kerîm ’in bir beşer kelÂmı olamayacağını îtirÂf etti. Memleketine donduğunde yaptığı ilk konferansında talebelerinden beş kişi îmÂn etti. NihÂyet kendisi de Riyad ’da yapılan sekizinci tıp kongresinde kelime-i şehÂdet getirdikten sonra sevincle; “Ben de musluman oldum!” diye haykırdı ve bundan sonraki omrunu Kur ’Ân ’a adadı.[55]
2.3.6. Goklerle Yerin Bitişikken Ayrılması Kur ’Ân-ı Kerîm ’de goklerle yerin onceden bitişik olduğu, daha sonra yaratılma surecinde Allah tarafından ayrıldığı bildirilir:
“İnkÂr edenler, goklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı gorup duşunmediler mi? HÂl inanmazlar mı? Onları sarsmasın diye yeryuzune koklu dağlar yerleştirdik. Orada geniş geniş yollar actık; ta ki doğru ve rahatca gidip maksatlarına ulaşsınlar. Biz, semÂyı da korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gokyuzunun Âyetlerinden yuz cevirirler. O, geceyi, gunduzu, guneşi, ayı... yaratandır. Her biri bir yorungede yuzerler.” (el-Enbiy 21/30-33)[56]
“Sonra (Allah ’ın irÂdesi) goğe yoneldi; o zaman gok duman hÂlinde idi. Ona ve yerkureye; «İsteyerek veya istemeyerek, gelin!» buyurdu. İkisi de; «İsteyerek geldik» dediler.” (Fussilet 41/11)
Bugun ilim dunyasının bu konuda sahip olduğu kuvvetli kanaat da, bu Âyetlerin cizdiği cerceveye uygun duşmektedir.[57]
Tokyo İlmî Araştırmalar Merkezi Muduru Prof. Dr. Yuşili Kozayn bir konferansında yerin ve gokteki diğer cisimlerin oluşumu hakkında bugun ilmin gÂyet net tespitler yaptığını soylemekte ve bunların sÂbit gaz kutlesi hÂlinde iken patlama sonucu oluştuklarını anlatmaktaydı. Bu esnada kendisine Kur ’Ân ’ın bu konuyla ilgili Âyetlerinden bahsedildi. Kur ’Ân, bu oluşum hÂlindeki varlığa “duhan” diyordu ve bu tÂbir ona cok tesir etti. Cunku o Âna kadar ilim, gaz kutlesinin patlaması neticesinde belirmeye başlayan şekli “sis” kelimesiyle ifÂde etmekteydi. HÂlbuki sis, bunyesinde bulunan soğukluk ve su gibi ozellikleriyle bu hakîkati îzahtan cok uzaktı. Kur ’Ân-ı Kerîm ise “duhÂn, yani sıcak duman” demekle, hem gercek tÂrifi yapmış, hem de mevcut reaksiyona ışık tutarak patlamadaki harÂrete de değinmiş bulunuyordu. Yuşili:
“–Bu kitap ne zaman indi?” diye sordu.
“–1400 sene evvel” cevabını alınca şok oldu ve buyuk bir şaşkınlık icinde şoyle dedi:
“–Hic şuphe yok ki bu kitap, kÂinÂta tepeden bakıyor. Baksanıza; ne var ne yok her şeyi butun ayrıntılarına kadar gormuş ve hem de gucune erişilemeyecek bir mukemmellikle tasvîr etmiş!.. Ona gizli kalabilen hicbir şey yok!”
Kendisine, musbet ilim ancak bÂzı hakîkat kırıntılarını tespit ve keşfedebildiği hÂlde, Kur ’Ân ’ın, bunları daha dakîk bir şekilde onceden nasıl haber verdiği sorulunca Yuşili şu cevabı vermiştir:
“–Bu bilgilerin bir insan sozu olması mumkun değil! Cunku biz ilim erbÂbı, ancak bir mevzû uzerinde derinleşebiliyoruz. HÂlbuki Kur ’Ân-ı Kerîm, butun bir kÂinat sahasındaki bilgileri, hatt daha otelerini en mukemmel bir şekilde ihtiv ediyor ve îzah ediyor! Bu kadar geniş bir sahayı icine alan en doğru ve en mukemmel bir ilmî kudreti hicbir beşer gosteremez! Bundan sonra ilmî hayatımın rotası Kur ’Ân-ı Kerîm olacak! Onceki dar cercevemi Kur ’Ân ’la genişleteceğim!..”[58]
Bu izahlardan anlıyoruz ki kÂinat ezelî ve ebedî değildir. Onun bir başlangıcı vardır ve mutlaka bir sonu da olacaktır. Allah butun varlıkları, daha once hicbir mahlûk yokken yoktan var etmiştir. KÂinÂtın ilk maddesine “ol” demiş, madde de oluvermiştir.[59]
2.3.7. Galaksiler ve Guneş Sistemi Kur ’Ân-ı Kerim ’de pek cok defa goklerin yaratılışına, sağlamlığına ve genişliğine dikkat cekilir.[60] Yakın zamana kadar insanlar goklerin genişliğini ve buyukluğunu cok sınırlı bir şekilde anlayabiliyorlardı. Ancak son gelişmelerle semaların ne muazzam bir yapıda olduğu daha iyi anlaşıldı ve boylece Kur ’Ânî ifadeler de daha iyi idrak edilmeye başladı. Şimdi bunu daha yakından gorebilmek icin insanoğlunun goklerle ilgili ulaşabildiği bir takım bilgileri nakledelim:
Her gun gorduğumuz Guneş ’ten başlayalım. Guneş sistemi 12 milyar km capındadır. Guneş ’in yaşı 4,5-5 milyar yıl olarak hesap ediliyor. Guneş, Samanyolu merkezinden 30.000 ışık yılı uzaktadır.
Guneş ’te her saniye 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma donuşur. Aradaki 4 milyon tonluk gaz maddesi de enerji/ışın hÂlinde yayılır. Yok olan kutleye gore hesap edersek Guneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmiş olacaktır. Eğer Guneş 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji uretiyorsa, bu sure icinde kaybetmiş olduğu kutle 400 milyar kere milyon ton olacaktır ki, bu değer, yine de Guneş ’in şimdiki toplam kutlesinin 5000 ’de biri kadar ancak tutar.
Guneş zeminindeki sıcaklık 6000 santigrat derecedir. Merkezindeki sıcaklık ise yaklaşık olarak 20 milyon santigrat dereceyi bulur. Guneş ’in sıcaklığı devamlı artarken, capı da buyuyor. Capı buyumeye devam eden Guneş ’in bir zaman sonra patlayarak en yakın gezegenleri Merkur, Venus, Dunya ve Mars ’ı yok edebileceği mumkun gorulmektedir.
Guneş ’in kutlesi 2 x 1027 yani iki kere milyar kere milyar kere milyar tondur. 700.000 kilometrelik devÂs bir yarıcapı vardır. Dunya ’dan 324.529 kat daha buyuktur.[61]
Guneş ’ten daha buyuk yıldızlar vardır. Buyuklu kucuklu milyarlarca yıldızın birleşmesiyle bir galaksi (gokada) meydana gelir. SemÂda milyarlarca galaksi vardır. Galaksi, kutlecekim kuvvetiyle birbirine bağlı olan yıldızların, gaz-toz-plazmaların meydana getirdiği maddelerin ve henuz ne olduğunu bilmediğimiz karanlık maddenin oluşturduğu bir sistemdir. Samanyolu Galaksisi bunlardan sadece biridir. Guneş sistemi de Samanyolu Galaksisi icinde yer alan milyarlarca yıldızdan sadece biridir. Yıldızların bir araya gelip galaksiyi oluşturması gibi galaksiler de bir araya gelerek daha buyuk gruplar oluştururlar. Mesel Samanyolu, Andromeda ve Macellan Bulutları 30 galaksiden oluşan ve “Yerel Grup” diye isimlendirilen bir grupta yer almaktadır. Bu grubun en buyuk galaksisi Andromeda, ikinci sıradaki de Samanyolu ’dur. Spiral galaksiler 50.000 ışıkyılından 2.000.000 ışık yılına kadar farklı buyukluklerde olabilir. Samanyolu galaksisi yaklaşık 100.000 ışık yılı buyukluktedir. Galaksilerin birbirinden uzaklığı, galaksilerin caplarının yaklaşık 20 katı kadardır. Andromeda ve Samanyolu arasındaki uzaklık yaklaşık 2.5 milyon ışık yılıdır. KÂinÂtta surekli olarak gaz bulutları, galaksiler birbirleriyle carpışmaktadır. Yaklaşık 5 milyar yıl sonra Samanyolu ’nun da, komşusu Andromeda ile carpışacağı hesaplanmaktadır. Boyle bir şey olur ve o zaman dunya uzerinde yaşayan kimseler bulunursa muhtemelen onlar bu durumdan muteessir olmayacaklardır. Cunku yıldızlararası uzaklık, yıldız capının milyon katını bulabilir. Bu da, iki yıldızın carpışmasını neredeyse imkÂnsız hÂle getirir. Dolayısıyla galaksiler carpışma esnasında birbirlerinin iclerinden gecip gidebilirler. [62]
KÂinÂtın gorebildiğimiz kısmında 300-350 milyar civarında buyuk, 7-8 trilyon civarında da kucuk galaksinin bulunduğu ifade edilmektedir. “Samanyolu” veya “Andromeda” gibi buyuk galaksiler, 50 milyar ile birkac trilyon arasında farklı sayılarda yıldıza sahiptir. Kucuk galaksilerde ise birkac milyon ila 10-15 milyar arasında yıldız bulunur. Cok ceşitli boyutları olan bu kucuk galaksilerin muhim bir kısmı, buyuk galaksilerin uydusu durumundadır. Kucuk galaksilerden biri, 10 ila 20 bin ışık yılı capa sahip olabilir. Bunların bunyesinde, her ceşit yıldız, kucuklu buyuklu yıldız kumeleri, gaz ve toz bulutları yer alır. Bazılarının merkezinde dev karadelikler de keşfedilmiştir. Samanyolu, Andromeda ve Ucgen (Triangulum) galaksisinin bulunduğu Yerel Gokada grubunda 40 civarında kucuk galaksi bulunmaktadır.[63]
Yuzlerce ya da binlerce galaksinin bir arada olduğu topluluklara, Galaksi Kumesi denir. Galaksi kumelerinin oluşturduğu topluluklara da Galaksi Superkumesi denir.[64] Bir Superkume ’de onlarca galaksi kumesi bulunur ve capı da 100 milyon ışık yılını bulur.[65]
Şimdi bu bilgiler ve verilen rakamlar uzerinde durup biraz duşunelim. Aklımıza hayÂlimize sığmayan muazzam buyuklukte bir kÂinÂt ile karşı karşıyayız. Bu bilgiler bize Allah ’ın azametini ve Kur ’Ân ’ın haber verdiği şeylerin doğruluğunu gosteriyor.
“SemÂda burclar yaratan ve onların icine bir cerağ (Guneş) ve nurlu bir Ay yerleştiren Allah, yuceler yucesidir.” (el-FurkÂn 25/61)
“Goklerin ve yerin yaratılması elbette ki insanların yaratılmasından daha buyuk bir olaydır ama insanların coğu bunu bilmez.” (el-Mu ’min 40/57)
“Gokleri, yeri ve oralarda uretip yaydığı canlıları yaratması O ’nun (kudretinin) delillerindendir. O dilediği zaman onları bir araya getirme gucune de sahiptir.” (eş-Şûr 42/29)
“Onlar duşunmuyorlar mı; gokleri ve yeri yaratan, bunları yaratma konusunda acze duşmeyen Allah ’ın, oluleri diriltmeye gucu yetmez mi? Şuphe yok ki O her şeye kādirdir.” (el-AhkÂf 46/33)
2.3.8. KÂinÂtın Genişlemesi Yeryuzu, semÂlara nisbetle okyanusta bir damla gibi, belki bundan da kucuktur. Kur ’Ân ’ın pek cok yerinde goklerin buyukluğunden, sağlamlığından ve haşmetinden bahsedilir, onlar uzerine yeminler edilir. CenÂb-ı Hak şoyle buyurur:
“Burclarla dolu gokyuzune andolsun ki!” (el-Burûc 85/1)
“Hayır! Yıldızların mevkîlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gercekten bu, buyuk bir yemindir.” (el-VÂkıa 56/75-76)[66]
1400 sene evvel yıldızlarla ilgili cok şey bilinmiyordu. O gunlerde CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmede yıldızlar arasındaki mesÂfelere yemîn etti ve bunun hakikaten buyuk bir yemin olduğunu soyledi. Bu mesafenin binlerce, milyonlarca ışık yılı olduğu daha yeni yeni keşfedilmektedir. Işık ise yaklaşık olarak sÂniyede 300.000 kilometre hızla gider. Yıldızlar arasındaki uzaklıklara baktığımızda bunlar insan aklının bugun bile idrak edebileceği rakamlar değildir. Bu mesafeler her saniye daha da artmakta ve kÂinat buyuk bir suratle genişlemeye devam etmektedir. Bu sebeple ilim adamları:
“KÂinat, bizim hayÂl edebildiğimizden cok daha urpertici, dehşet verici ve cok daha buyuktur. Cunku kÂinattaki cisimler fezÂda korkunc bir suratle birbirlerinden uzaklaşmaktadır” demek zorunda kalmışlardır.[67]
Âlimler, 1929 senesinde nebulozlerin[68] bizim galaksimizden uzaklaştığını keşfettiler. Daha sonra bu keşiften hareketle kÂinÂtın devamlı genişlediği teorisini ortaya attılar.[69] Yirminci yuzyılın bilimde en muhim donuşumlerinden birini meydana getiren bu iddiÂya gore, galaksiler uzaklıklarıyla orantılı olarak artan bir hızla birbirinden uzaklaşmaktadır.[70] Âlimler 1950 yılında, bu kanunu tatbik ederek galaksilerin uzaklaşma hızını hesapladılar. Bizden 10 milyon ışık yılı uzaktaki bir galaksi, saniyede 250 kilometre hızla bizden uzaklaşırken, 10 milyar ışık yılı uzaktaki bir galaksinin uzaklaşma hızı saniyede 250.000 kilometredir.[71] Bu duruma Kur ’Ân-ı Kerîm ’de şoyle işaret edilir:
“SemÂyı kendi ellerimizle (kuvvetle ve cok sağlam bir şekilde) biz bin ettik ve biz (onu) elbette genişletmekteyiz.” (ez-ZÂriyÂt 51/47)
Âyet-i kerimede gecen “mûsi‘ûn” kelimesi ism-i fÂilin cem‘i olup genişletmek, yaymak, daha geniş ve daha uzak hÂle getirmek anlamlarına gelen evsa‘a fiilinden gelmektedir. Bilhassa eşya soz konusu olduğunda genişletmek anlamını ifade eder. Bu ayet hem kÂinÂtın genişliğine, hem de genişlemeye devam ettiğine işaret eder. KÂinÂt o kadar geniş ve sınırsızdır ki, icinde milyarlarca nebule bulunmakta ve bunların sadece bir tanesinde bile yuz milyonlarca parlak yıldız yer almaktadır.[72] Astronomi Âlimleri, kÂinÂtın yarıcapını 14 trilyon ışık yılı olarak tahmin etmektedirler. Işığın hızı ise yaklaşık olarak saniyede 300.000 km ’dir. Muazzam bir genişliğe sahip olduğu tespit edilen kÂinÂtın, olduğu gibi kalmayıp her sÂniye buyuk bir hızla genişlemeye devam ediyor olması, onu yaratan ve ayakta tutan Allah ’ın azametini tam olarak idrÂk etmemizin mumkun olmadığını gostermektedir. Bu hakikat aynı zamanda genişleme neticesi ortaya cıkan boşluğu dolduran madde ve enerjinin yoktan yaratıldığını da gostermektedir.[73]
Bu muazzam kÂinÂtı devamlı genişletmekte olan CenÂb-ı Hak, nihÂyet onu, bir kÂtibin kÂğıdı durup rulo yaptığı gibi tekrar durecektir.[74] Yine vakti geldiğinde yeri başka bir yere, gokleri de başka goklere cevirecektir.[75] Bu ise yeni bir Âlemin yaratılmasını ve yeni bir hayatın başlamasını ifÂde etmektedir.[76]
2.3.9. Korunmuş Tavan Omrunu tuketip patlayan yıldızların parcaları olan goktaşları semÂnın her tarafına dağılır. Bunların dunyaya carparak oradaki hayatı sona erdirmesi mumkundur. Ancak CenÂb-ı Hak, Dunya ’yı bunlardan muhafaza etmektedir. Jupiter ve devÂs cekimi ile Saturn, Dunya icin tehlikeli olacak pek cok cismi tutarlar. Zaman zaman bu iki gezegeni aşıp dunyamıza yaklaşan goktaşlarını da Ay ceker. Atmosferi olmadığı icin Ay ’a duşen her goktaşı yuzeye carpar. Bu carpmaların Ay ’da meydana getirdiği kraterleri kucuk bir durbunle bile gorebiliriz. Ay engelini de aşan goktaşları, eğer cok buyuk değillerse atmosfere girince surtunme sebebiyle yanmaya başlarlar. “Yıldız kayması” da dediğimiz bu hÂdise neticesinde goktaşları, yeryuzune ulaşamadan Mezosfer tabakası icinde un ufak toz zerreleri hÂlinde dağılırlar. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine cekirdek olur.[77]
Ayrıca dunyanın hareketinden meydana gelerek onu kuşatan manyetik alan ve atmosferin muhtelif katmanları da, Dunya ’yı uzaydan gelen zararlı ışınlardan ve Guneş patlamalarından muhÂfaza eder. Atmosfer bizi uzaydaki eksi 270 dereceyi bulan akıl almaz soğuktan da muhÂfaza eder. Mesel atmosferi olmayan Ay ’da hava gece eksi 150 derece, gunduz ise artı 100 derece civarında olur. Cunku “korunmuş tavan”ı olmadığı icin Guneş ’ten gelen tum ısı ve ışık