
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm değiştirildi mi? Kur ’Ă‚n-ı Kerîm değiştirildi iddiasında bulunanlara cevap; “Kur ’Ă‚n-ı Kerîm asla değiştirilemez.”Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’e Hazret-i Paygamber tarafından aslĂ‚ bir mudĂ‚hale olmamıştır. Resûlullah ’ın hayĂ‚tında bu husûsu ispat edecek pek cok onemli hĂ‚dise mevcuttur. Bunlardan bir kısmına kısaca temas edelim:
1- KUR ’ÂN VAHİY MAHSÛLUDUR Vahiy, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın, hidĂ‚yet yolunu gosteren emir ve yasaklarını, Peygamberleri vĂ‚sıtasıyla insanlara esrarlı bir yolla bildirmesidir. İnsanlar, mahdut olan akıllarıyla ilĂ‚hî ve uhrevî hakîkatleri idrakten Ă‚ciz olduklarından, bu hakîkatler, Allah tarafından peygamberlere vahyedilerek bildirilmiştir. Bu îtibarla Kur ’Ă‚n-ı Kerîm, ilĂ‚hî ve uhrevî hakîkatlerin en şumûllu bir şekilde ifĂ‚de edildiği bir mûcizeler mecmûasıdır.
Hazret-i Peygamber, kendisine vahyin gelişi esnĂ‚sında normal beşerî durumundan cıkarak bir nevi meleklerin tabiatına yukseldiği icin, hĂ‚liyle O ’nda bir kısım hĂ‚rikulĂ‚delikler zuhûr ederdi:
MubĂ‚rek bedeni fazlasıyla ağırlaşırdı; meselĂ‚ devesinin uzerinde bulunsa, o cokmeye mecbur kalır, ayakta durmak isterse bacakları eğilir, neredeyse kırılacağından endişe edilirdi.
Zeyd bin SÂbit (r.a.) diyor ki:
“Resûlullah ’ın yanında oturuyordum. Bu esnĂ‚da Allah Resûlu ’ne vahiy hĂ‚li geldi. Dizi benim dizimin uzerindeydi. VallĂ‚hi o anda Resûlullah ’ın dizinden daha ağır bir şey hissetmemiştim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.” (Ahmed, V, 190-191)
BĂ‚zen de Allah Resûlu, vahiy esnĂ‚sında şuûrunu kaybetmeksizin istiğrĂ‚k hĂ‚line girer, derûnundan sesler yukselir, etrĂ‚fında arı uğultusuna benzer sesler işitilir, soğuk bir gun bile olsa, mubĂ‚rek alınlarından terler boşanırdı.
Hazret-i Peygamber ’de gorulen bu hĂ‚ller ile sara hastalığı arasında irtibat kurmak isteyen musteşrikler ve gayr-i muslimler cıkmıştır. Oysa vahiy esnĂ‚sında muşĂ‚hede edilen bu hĂ‚llerin sara hastalığına benzeyen hicbir yonu yoktur. Şoyle ki:
Sara hastası, kendine gelen nobetten sonra buyuk bir bitkinlik ve ağrı hissederek, son derece acı bir ıztırap icerisinde kıvranır ve hĂ‚let-i rûhiyesi alt-ust olur. Boyle bir şeyi tekrar yaşamayı asla istemez. HĂ‚lbuki Resûlullah, bahsedilen sıkıntıları yaşamadığı gibi, iki vahyin arasındaki devreyi Ă‚deta bir fetret kabûl ederek vahyin gelmesini iştiyakla bekler, onun gelişiyle tĂ‚rifi imkĂ‚nsız bir surûra gark olurdu. Vahiy esnĂ‚sında vukû bulan bu hĂ‚ller, her vahiy gelişinde gorulmez, bĂ‚zen Hazret-i Peygamber ’in normal hĂ‚li devĂ‚m ederdi. Tıbben de mĂ‚lum olduğu uzere sara nobetine tutulan kimse, duşunme ve idrĂ‚k etme istidĂ‚dını tamamen yitirerek, etrafında olup biteni fark etmediği ve boylece şuuru butunuyle kesintiye uğradığı hĂ‚lde, Hazret-i Peygamber, aldığı vahiyle beşeriyete hukuk, ahlĂ‚k, ibĂ‚det, kıssa, mev ’iza gibi pek cok husûsun en mukemmel numûnelerini ihtivĂ‚ eden Kur ’Ă‚n Ă‚yetlerini tebliğ etmekteydi. O hĂ‚lde duşunmek gerekir ki; en kucuk sûresinin bile bir benzerini ortaya koymaktan ins ve cin Ă‚lemini Ă‚ciz bırakan bir kelĂ‚m, hic sara nobetine tutulmuş bir hastanın eseri olabilir mi?
Sara hastası şiddetle titrediği hĂ‚lde, bunun vahiy esnĂ‚sında gorulmemesi, yapılan ithĂ‚mın ne kadar boş bir iddiĂ‚ olduğunu acıkca gostermektedir. Ayrıca sara hastasının, nobet esnĂ‚sında sacma sapan sozler sarf etmesi, ancak Hazret-i Peygamber ’de boyle bir durumun hic muşĂ‚hede edilmemiş olması ve getirdiği Kur ’Ă‚n ’ın butun beşeriyeti acz icinde bırakması, muĂ‚rızların iddiĂ‚larını boşa cıkaran delillerden biridir. Bununla birlikte hicbir vucûdun, altı bin kusur Ă‚yetin nuzûlunu mumkun kılacak kadar uzun bir sure sara kasılmasına dayanamayacağı da, tıbben acıklanmış olan bir gercektir. Nitekim 1848 senesinde papazın biri, bir nevî mahkemelerdeki tespit dĂ‚vĂ‚sı gibi, Fransız Millî Tıp Akademisi ’ne murĂ‚caat ederek, oradan Hazret-i Peygamber ’e gelenin -hĂ‚şĂ‚- vahiy olmayıp bir nevî sara nobeti olduğu yolunda bir rapor elde etmek istemiştir. LĂ‚kin Fransız Millî Tıp Akademisi ’nin ilim adamları, uzun araştırmalar sonunda insaflı davranıp bu hĂ‚lin bir sara nobeti olamayacağı, zîrĂ‚ altı bin kusur Ă‚yetin inzĂ‚lini îcĂ‚b ettirecek kadar bir sara kasılmasına hicbir vucûdun dayanma ihtimĂ‚linin olmadığı yolunda ilmî delillere dayalı bir rapor vererek o papazın actığı dĂ‚vĂ‚yı reddetmişlerdir.[1]
Şurası bilinen bir gercektir ki, bırakın sara hastalarını, dunyĂ‚nın en buyuk ilim adamları; feylesof, psikolog, pedagog ve sosyologları arasında bile, Resûlullah gibi, kıyĂ‚mete kadar kĂ‚inĂ‚ta hukmedecek ve beşerin butun ihtiyaclarını karşılayıp onları huzur icinde yaşatacak boylesine mukemmel bir hayat nizamı kurabilen tek bir şahsiyet yoktur.
Butun bu kasıtlı iddiĂ‚lar, Resûlullah ’ın hakîkatini idrĂ‚k edememenin bir netîcesidir ve hicbir mantıkî tarafı yoktur.
Vahiy, tamamen ilĂ‚hî menşeli ve fevkalĂ‚de bir vĂ‚kıadır. Beşerî hĂ‚l ve davranışların dışında ve otesindedir. O, sun ’îsi aslĂ‚ mumkun olmayan ilĂ‚hî bir hĂ‚disedir.
Allah ’ın Koruması Vahyin başlangıcında Hazret-i Peygamber nĂ‚zil olan Ă‚yetleri unutmamak icin acele acele tekrarlar, dudaklarını kıpırdatırdı. ŞĂ‚yet Kur ’Ă‚n, O ’nun kendi varlığından kaynaklanmış olsaydı, boyle bir harekete ihtiyac hisseder miydi? Allah TeĂ‚lĂ‚ şu Ă‚yetlerle, Resûl ’unu bu davranıştan men etmiş, vahyi koruma işini bizzat ustlenerek garanti altına aldığını beyan buyurmuştur:
“(Resûlum!) onu (vahyi) carcabuk almak icin dilini kıpırdatma! Şuphesiz onu toplamak (Sen ’in kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak Biz ’e Ă‚ittir. O hĂ‚lde, Biz onu okuduğumuz zaman, Sen onun okunuşunu tĂ‚kip et. Sonra şuphen olmasın ki, onu acıklamak da Biz ’e Ă‚ittir. (el-KıyĂ‚me, 16-19)
“Sana vahyedilmesi tamamlanmadan Kur ’Ă‚n ’ı acele okumaya kalkma! «YĂ‚ Rabbî, ilmimi artır!» de!” (TĂ‚hĂ‚, 114)
Bu Ă‚yetler de Kur ’Ă‚n ’ın, Peygamber Efendimiz ’den sĂ‚dır olmayıp ilĂ‚hî bir kaynaktan geldiğinin delilidir.
Kur ’Ă‚n ’ın İlk NĂ‚zil Olan Âyeti Kur ’Ă‚n ’ın vahiy mahsûlu olduğunu gosteren bir delil de, Ă‚yetlerde hitĂ‚b eden zĂ‚tın devamlı sûrette Allah TeĂ‚lĂ‚ olmasıdır. Yuce Rabbimiz buyuran, emreden, yasaklayan, peygamberine ne diyeceğini oğreten, seven, gazap eden, rĂ‚zı olan veya olmayan zĂ‚t olarak sozu dĂ‚imĂ‚ elinde tutmaktadır. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de yuzlerce defĂ‚ tekrar edilen «قُلْ: De ki» ve «قُولُوا: Deyiniz» tarzındaki ifadeler de bu gerceğin en acık tezĂ‚hurlerindendir.
Bunların hĂ‚ricinde CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kullarından yapmalarını istediği hususları bildiren binlerce emir bulunmaktadır. HattĂ‚ dikkat edilecek olursa, Kur ’Ă‚n ’ın ilk nĂ‚zil olan Ă‚yeti, emirle başlamaktadır. Boylece CenĂ‚b-ı Hak, muhĂ‚tabına daha işin başında mahlûku olarak hitĂ‚b etmekte ve her şeyin yaratıcısının kendisi olduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla da kulluk edilmeye lĂ‚yık yegĂ‚ne Rabb ’in yine kendisi olduğunu bu hitaplarıyla hissettirmektedir.
Kur ’Ă‚n ’ın bu emredici uslûbu, şunu bir kere daha ispat eder ki; vahiy, Hazret-i Peygamber ’in kendi benliğinden doğan, kendi icinde oluşan bir hĂ‚dise değil, onun kalbine hĂ‚ricten ilĂ‚hî tecellîlerle indirilen bir vĂ‚kıadır. Onun, firĂ‚set ve sezgiyi kullanan “şuurdışı” yollarla alĂ‚kası yoktur.[2] Aynı şekilde mantıkî deliller ve zamanla olgunlaşan duşunceler­le mechûlun bilinmeyen yonlerini ortaya cıkaran “zĂ‚hirî duygu olculeri”ne de uymaz. Vahiyde bir konuşan, emreden ve veren zĂ‚t vardır, bir de muhĂ‚tap olan, emirleri yerine getiren ve alan zĂ‚t vardır.
Vahyin Peygamberimizin Kalbine İndirilişi Nitekim Peygamber Efendimiz vahyin kalbine indirilişini şu şekilde tĂ‚rif eder:
“Vahiy bĂ‚zen bana cıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Bana en şiddetli olanı budur. Soylediğini kavradıktan sonra, o benden ayrılır. BĂ‚zen de melek bana bir insan sûretinde gorunur ve benimle konuşur. Ben de ne soylediğini iyi­ce idrĂ‚k ederim.” (BuhĂ‚rî, Bed ’u ’l-Vahy, 1/6)
Her iki durumda da, Resûlullah kendisine gelen vahyi iyice anlamak icin son derece dikkatli olduğunu ifĂ‚de etmektedir. Yine gelen vahiy kendisi icin ister ağır, ister hafif olsun, o esnĂ‚da şuurunun tam yerinde olduğunu, tebliğ edilen vahyi tamamen uyanık bir şekilde aldığını ve tam olarak anladığını ifĂ‚de etmektedir. Resûlullah, bu kuvvetli şuur hĂ‚li sĂ‚yesinde, emir alan kendi beşerî şahsiyeti ile vahyi gonderen, yuce ve emredici HĂ‚lık ’ı hicbir zaman birbirine karıştırmamıştır. Hazret-i Peygamber, AllĂ‚h ’ın huzurunda dĂ‚imĂ‚ zayıf bir insan olduğunun şuuru icinde bulunmuş, mutevĂ‚zı bir kul olarak yaşamayı tercih etmiştir.[3] DuĂ‚larında sık sık:
“Ey kalpleri hĂ‚lden hĂ‚le ceviren AllĂ‚h ’ım! Benim kalbimi dîninde sĂ‚bit kıl!” diye niyĂ‚z etmiştir. (Tirmizî, Kader 7/2140, DeavĂ‚t 90, 124; Ahmed, IV, 182, VI, 91, 251, 315)
ResûlullĂ‚h ’ı AllĂ‚h ’ın huzûrunda, O ’ndan yardım isteyen, hidĂ‚yete ka­vuşturmasını ve affedilmesini taleb eden, emrolunduğu şeye butun gucuyle sarılan ve bĂ‚zen şiddetle itĂ‚ba mĂ‚ruz kalan bir kul olarak tasvir eden Kur ’Ă‚n Ă‚yetlerini okuyan kişi, Yaratan ile yaratılanın sıfat, zĂ‚t ve uslupları arasındaki nihĂ‚yetsiz farkı derhĂ‚l gorecektir. ZîrĂ‚ Peygamber Efendimiz ’in Kur ’Ă‚n ’da anlatılan tavrı; Rabbinin emirlerine muhĂ‚lefet soz konusu olduğu zaman O ’nun azabından korkan, emirlerine uyup rahmetini dileyen ve AllĂ‚h ’ın KitĂ‚b ’ından tek bir harfi bile değiştirmesinin mumkun olmadığını îlĂ‚n eden, itaatkĂ‚r bir kulun tavrıdır.[4] Hazret-i Pey­gamber ’in diğer insanlar gibi bir insan olduğu, sadece tebliğ et­mekle mukellef bulunduğu, AllĂ‚h ’ın hazinelerine sahip olmayıp gaybı bil­mediği, hicbir şuphe ve tereddude mahal vermeyecek bir acıklıkla beyĂ‚n edilmektedir. O, hicbir zaman beşeriyetin ve yaratılmışlığın sınırlarını aşan bir hĂ‚kimiyet sıfatına sahip olduğunu iddiĂ‚ et­memiştir.[5]
Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilemem. Ben sĂ‚dece bana vahyedilene tĂ‚bî olurum. Ben sadece apacık bir uyarıcıyım.” (el-AhkĂ‚f, 9)
CebrĂ‚îl ’in (a.s.) insan sûretinde gelip:
“–KıyĂ‚met ne zaman kopacak?” diye sorması uzerine, Resûlullah:
“–Kendisine sual sorulan, bu hususta sorandan daha fazla bir şey bilmiyor.” buyurmuştur. (Muslim, ÎmĂ‚n, 1, 5; BuhĂ‚rî, ÎmĂ‚n, 37)
Osman bin Maz ’ûn (r.a.), Medîne ’de Ummu ’l-AlĂ‚ isminde bir kadının evinde vefĂ‚t etmişti. Bu kadın:
“–Ey Osman, şehĂ‚det ederim ki şu anda Allah TeĂ‚lĂ‚ sana ikrĂ‚m etmektedir.” dedi. Resûlullah mudĂ‚hale ederek:
“–AllĂ‚h ’ın ona ikrĂ‚m ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu. Kadın:
“–Bilmiyorum vallĂ‚hi!” dedi. Allah Resûlu şoyle buyurdu:
“–Bakın, Osman vefĂ‚t etmiştir. Ben şahsen onun icin Allah ’tan hayır umid etmekteyim. Fakat ben, Peygamber olduğum hĂ‚lde, bana ve size ne yapılacağını (yĂ‚ni başımdan ne gibi hĂ‚ller gececeğini) bilmiyorum.” (BuhĂ‚rî, TĂ‚bîr, 27)
Goruyoruz ki Hazret-i Peygamber, acz ve teslîmiyet duyguları icerisinde ve duĂ‚ hĂ‚linde bulunuyordu. HĂ‚lbuki kendi ifĂ‚delerini guclendirmek isteyen kişi kat ’î konuşur. Buradan anlaşılıyor ki, gaybı bilmediğini acıkca bildiren Hazret-i Peygamber ’in, sayısız gaybî haberler ihtivĂ‚ eden Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’i kendiliğinden yazmış olması, akıl, idrak ve iz‘an otesidir.
Ayrıca Resûlullah kendisine vahyedilen Ă‚yetler ile, Allah ’tan gelen ilhamla soylediği hadislerini, tam bir şuurla ve acıkca ayırt ediyordu. Âyetlerle hadislerin birbirine karıştırılmaması icin, vahyin inmeye başladığı ilk gunlerde, Kur ’Ă‚n ’dan başka bir sozun ya­zılmasını yasaklamıştı.[6] Hazret-i Peygamber, her bir veya birkac Ă‚yet indiğinde, hemen vahiy kĂ‚tiplerinden birini cağırır ve inen vahyi yazdırırdı.[7] Bunlara benzer daha pek cok delil; vahyin, Hazret-i Pey­gamber ’in rûhî ve psikolojik hĂ‚llerinden tamamen bağımsız olduğunu acıkca ortaya koymaktadır.[8]
ZĂ‚ten Kur ’Ă‚n ’ın uslûbu, Resûlullah ’ın hadîs-i şerîflerindeki uslûptan cok farklıdır. ŞĂ‚yet Kur ’Ă‚n, Peygamber Efendimiz ’in sozu olsaydı, her yonuyle O ’nun hadislerine benzemesi gerekirdi. Boyle bir benzerlik mumkun ve mevcut değildir. ZîrĂ‚ ilĂ‚hî kelĂ‚mla beşer kelĂ‚mı arasındaki farkın, Hazret-i Peygamber tarafından, “HĂ‚lık ’la mahlûk arasındaki fark” kadar buyuk olduğu ifĂ‚de edilmiştir.[9]
Hazret-i Peygamber ’in hadîs-i şerîfleri, beşer kelĂ‚mının en ust noktasında olmasına rağmen, belĂ‚ğat ve fesĂ‚hat bakımından ilĂ‚hî kelĂ‚mla mukĂ‚yese edilemez.
Şeyh Abdulaziz ed-Debbağ Hazretlerinin el-İbrîz isimli eserinde ifĂ‚de edildiğine gore:
“Kur ’Ă‚n, hadîs-i kudsî ve hadîs-i şerîflerin ucunun de kendine has farklı bir nûru vardır. Beşer sozlerinde ise herhangi bir nûr yoktur. İnsan, kışın soğuk havada nefes alıp verdiğinde nasıl ağzından buhar cıkarsa, Kur ’Ă‚n ve hadis okununca da oyle bir nûr cıkar ve bunlar ehli tarafından kolayca birbirinden ayırt edilebilir.
AllĂ‚h ’ın kelĂ‚mı gizli-saklı değildir. Akıllı olan herkes, once Kur ’Ă‚n ’a kulak verip dinledikten sonra bir de başka bir soze kulak verirse, aradaki farkı rahatlıkla anlar. Diyebilirim ki sahĂ‚be-i kirĂ‚m, insanların en akıllıları idiler. Atalarının dinlerini ancak, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kelĂ‚mını acık bir şekilde gorup bildikten sonra terk ettiler. Eğer ResûlullahEfendimiz ’e Kur ’Ă‚n değil de hadîs-i kudsîlere benzer sozler indirilseydi, insanlardan hic kimse îmĂ‚n etmezdi. LĂ‚kin O ’na boyunları eğdiren, Rabbimiz TeĂ‚lĂ‚ Hazretleri ’nin kelĂ‚mı olan Kur ’Ă‚n-ı Azîz oldu.” (Ahmed bin MubĂ‚rek, el-İbrîz, Beyrut 2004, s. 58-61)
Yalnızca bunları duşunmek ve tespit etmek bile, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’e beşerî bir mudĂ‚hale olmadığını, onun Allah ’tan gelmiş bulunduğunu idrĂ‚k etmeye yeterlidir.
2- VAHYİN GECİKMESİ Peygamberliğin başlangıcında vukû bulan fetret doneminde ve daha sonraki muhtelif hĂ‚diseler sebebiyle Allah Resûlu vahyin gelmesini cok arzu etmiştir. LĂ‚kin CebrĂ‚îl (a.s.) onun arzusuna gore hareket etmemiş, Allah TeĂ‚lĂ‚ ne zaman emrettiyse, vahyi o zaman getirmiştir.
Aynı şekilde, Peygamber Efendimiz gerek muşriklerle olan cetin mucĂ‚deleleri ve tebliğ faaliyetleri esnĂ‚sında, gerekse inatcı ehl-i kitĂ‚bı İslĂ‚m ’a dĂ‚vet ederken, kalbini rahatlatmak icin vahyin gelmesini arzu ederdi.[10] Ancak vahiy, AllĂ‚h ’ın takdir ettiği vakitte ve miktarda nĂ‚zil olurdu. Peygamber Efendimiz, bu durum karşısında sadece bir muhĂ‚tap mevkiinde kalmıştır. Gelen vahyi tebliğ etmeme gibi bir hakkı ve duşuncesi de soz konusu olmamıştır. Allah TeĂ‚lĂ‚:
“O (Peygamber), ğayb (vahiy) konusunda cimri ve kıskanc değildir.” (et-Tekvîr, 24) Ă‚yetiyle O ’nun bu husustaki hassĂ‚siyetini ortaya koymuştur.
İbn-i Abbas ’ın (a.s.) şu rivĂ‚yeti de bu hususta guzel bir misĂ‚ldir:
Resûlullah Hazret-i Cibrîl ’e:
“–Nicin yanıma daha fazla gelmiyorsun?” diye sormuştu. Bunun uzerine:
“Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz. Onumuzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O ’na Ă‚ittir. Sen ’in Rabbin unutmaktan munezzehtir.”[11] Ă‚yeti nĂ‚zil oldu. (BuhĂ‚rî, Tefsir 19/2, Bed ’u ’l-Halk 6, Tevhid 28; Tirmizî, Tefsir, 19/3157; Kurtubî, XI, 128-129)
Muşriklerin İnkĂ‚r Problemi BĂ‚zen oyle hĂ‚diseler oluyordu ki, Hazret-i Peygamber, o anda cevap vermek mecbûriyetinde olmasına rağmen, vahyin gelişi tehir ediliyordu. MeselĂ‚ Kureyş muşrikleri, Nadr bin HĂ‚ris ve Ukbe bin Ebî Muayt ’ı temsilci olarak Medîne ’de bulunan Yahudî hahamlarına gonderdiler ve:
“–Yahudî hahamlarına Muhammed ’i (s.a.v.) sorun; vasıflarını onlara soyleyin ve sozlerini nakledin. Onlar, onceki ilĂ‚hî kitapların sahibidir. Bizde olmayan peygamber haberleri onlarda vardır.” dediler…
Yahudî hahamları bu gelenlere şoyle akıl verdiler:
“–Şimdi size soyleyeceğimiz uc şeyi O ’na sorun! Eğer onları bilirse, Allah tarafından gonderilmiş bir peygamberdir. Bilemezse, bir sahtekĂ‚rdır ve soyledikleri şeyleri kendi kendine uyduruyordur. Bu durumda O ’na istediğinizi yapabilirsiniz.
EvvelĂ‚ O ’na cok eski zamanlarda yaşamış olan gencleri (AshĂ‚b-ı Kehf ’i) sorun. Onların gercekten garip, şaşırtıcı haberleri vardır. Sonra, cok dolaşan ve yeryuzunun doğularına, batılarına kadar giderek oraları fetheden zĂ‚tı [Zulkarneyn ’i (a.s.)] sorun? Bir de rûhu sorun?..”
Kureyşliler Hazret-i Peygamber ’e gelerek bunları sordular. Resûlullah de “inşĂ‚allĂ‚h” demeyi unutarak:
“–Sorduklarınızın cevabını size yarın haber vereceğim.” buyurdu.
Bunun uzerine Kureyşliler yanından ayrıldılar. Allah Resûlu on beş gun (bir rivĂ‚yete gore kırk gun) bekledi. Fakat bu zaman zarfında Allah TeĂ‚lĂ‚ kendisine bu konularla ilgili ne bir vahiy indirdi ne de CebrĂ‚îl ’i (a.s.) gonderdi. NihĂ‚yet Mekkeliler:
“–Muhammed (s.a.v.) bize yarın haber vereceğim diye vaadde bulundu. Bugun on beş gun oldu hĂ‚lĂ‚ sorduklarımızdan hicbiri hakkında bize bilgi vermedi.” demeye başladı. Vahyin gelmemesi elbette Hazret-i Peygamber ’i cok uzdu. Mekkelilerin bu konuşmaları O ’nu bir hayli incitti. Sonunda CebrĂ‚îl (a.s.) geldi. Hazret-i Peygamber:
“–Ey Cibrîl, o kadar geciktin ki senin hakkında (artık gelmeyeceksin diye) sû-i zanda bulundum ve aynı zamanda seni ozledim!” buyurdu. CebrĂ‚îl (a.s.):
“–Ben Sen ’i daha cok ozledim, fakat ben vazîfeli bir memurum, gonderildiğimde inerim, gonderilmediğimde gelemem!” dedi.
CebrĂ‚îl (a.s.), Allah TeĂ‚lĂ‚ ’dan Kehf Sûresi ’ni getirmişti. Bu sûrede inkĂ‚rcıların sorduğu AshĂ‚b-ı Kehf ile Zulkarneyn ’in (a.s.) haberi vardı. O esnĂ‚da bir de:
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir ve size ancak az bir ilim verilmiştir.” (el-İsrĂ‚, 85) Ă‚yeti nĂ‚zil oldu. (Bkz. Taberî, XV, 238-239, [el-İsrĂ‚, 85]; RĂ‚zî, XXI, 204, [Meryem, 64])
Kıble Neden Değişti? Aynı şekilde “kıble”nin Kudus ’ten KĂ‚be cihetine dondurulmesi husûsundaki vahiy de, AllĂ‚h ’ın dilediği zaman inmiştir. HĂ‚lbuki Hazret-i Peygamber, bu arzusunu ifĂ‚de etmek icin uzun zamandır yuzunu sık sık semĂ‚ya cevirip bir emr-i ilĂ‚hî bekliyordu. Cunku KĂ‚be, İbrahim ’in (a.s.) kıblesiydi ve Arapları, îmĂ‚n etmeye daha fazla teşvik ederdi. Ustelik Araplar KĂ‚be ile iftihar ediyor, onu ziyaret ederek tavĂ‚f ediyorlardı. Bir de, KĂ‚be ’ye donmek sûretiyle, Yahudîlere benzemekten kurtulacaklardı.[12]
Ancak on altı ya da on yedi ay gibi uzun bir sure bekledikten sonra kıble, pek cok hikmete mebnî olarak KĂ‚be istikĂ‚metine cevrildi. CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurdu:
“(Ey Resûlum!) Biz Sen ’in yuzunun goğe doğru cevrilip durduğunu (gokten haber beklediğini) goruyoruz. (Merak etme!) Elbette Sen ’i, hoşlanacağın bir kıbleye dondureceğiz. (Bundan boyle) yuzunu Mescid-i HarĂ‚m tarafına cevir! Nerede olursanız, yuzlerinizi o yone cevirin!..” (el-Bakara, 144) (BuhĂ‚rî, Îman, 30; Tefsir, 2/12, 18; SalĂ‚t, 31; Muslim, MesĂ‚cid, 11; NesĂ‚î, Kıble, 1, SalĂ‚t, 22; İbn-i Sa ’d, I, 241-242)
İfk Hadisesi Hangi Âyette Geciyor? Hazret-i Ayşe vĂ‚lidemize iftirĂ‚ atıldığı gunlerde (İfk Hadisesi), bir aya yakın bir sure sıkıntı icinde beklenilmesine ve hĂ‚diseyi aydınlatıcı bir beyĂ‚na şiddetle ihtiyac duyulmasına rağmen, vahiy -her zaman olduğu gibi yine- AllĂ‚h ’ın dilediği zamanda gelmiştir.
Benî Mustalık Gazvesi ’nden donerken munĂ‚fıklar Hazret-i Ayşe vĂ‚lidemize nĂ‚mus iftirĂ‚sı atmışlardı. Bunun dedikodusu sel gibi yayılarak yurekler ağza gelmişti. O esnĂ‚da Allah Resûlu, hayĂ‚tının en sıkıntılı zamanlarını yaşıyordu. Âilesine, iffet ve nĂ‚musuna iftirĂ‚ edilmişti. Bu zor durumdan bir an evvel kurtulmak istiyordu. Ancak vahiy AllĂ‚h ’ın irĂ‚desine bağlı olduğu icin, Peygamber Efendimiz ’in istediği zamanda gelmedi. Boylece sahĂ‚be de ağır bir imtihĂ‚na tĂ‚bî tutuldu.
Hazret-i Peygamber ise cekingen ve ihtiyatlı bir hĂ‚lde:
“Ben onun hakkında iyilikten başka bir duruma şĂ‚hid değilim!” demekten ote bir şey yapamıyordu.
İşi tedkik ve tahkik ettikten ve ashĂ‚bıyla gerekli istişĂ‚releri yaptıktan sonra, en nihĂ‚yet Hazret-i Ayşe ’ye:
“Bak Ayşe! Senin hakkında şoyle şoyle bir soz işittim. ŞĂ‚yet mĂ‚sum isen Allah seni temize cıkaracaktır. Yok eğer gunĂ‚ha teşebbus ettiysen, Allah ’tan af dile!” buyurdu.
Bu, gaybı bilmeyen bir beşer ifĂ‚desidir. Ancak Allah TeĂ‚lĂ‚ bildirdiği zaman bilecektir. NihĂ‚yet bir ay sonra bu konudaki şupheleri tamamen bertaraf edip gercekleri acıkca ortaya koyan Nûr Sûresi ’nin Ă‚yetleri nĂ‚zil oldu. Hazret-i Ayşe vĂ‚lidemizin mĂ‚sumiyeti ortaya cıktı.[13]
ŞĂ‚yet Resûlullah, Kur ’Ă‚n ’a mudĂ‚halede bulunmuş olsaydı, hic beklemeden kendi sozlerini vahye izĂ‚fe ederek, hissiyĂ‚tına gore hareket edebilirdi. Ancak, kĂ‚inĂ‚tta cereyĂ‚n eden tum vĂ‚kıa ve hĂ‚diseler, ilĂ‚hî irĂ‚deye rĂ‚m olarak devĂ‚m eder. Bir hazan yaprağının dalından duşmesi dahî ilĂ‚hî irĂ‚deye bağlıdır. Aksi hĂ‚lde kĂ‚inĂ‚tta anarşi olurdu. Peygamberlerin de butun filleri, AllĂ‚h ’ın irĂ‚desiyledir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O, hevĂ‚sına gore konuşmaz! O(nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm, 3-4)
Peygamberlerin hayatları muddetince kendilerine gelen kitaplarda hicbir zaman beşerî bir mudĂ‚halenin olduğunu soylemek mumkun değildir. Tahrif edilmiş olan butun semĂ‚vî kitaplardaki beşerî mudĂ‚haleler, peygamberlerinin vefatlarından sonradır.
CenĂ‚b-ı Hak, Kur ’Ă‚n dışındaki kitaplar icin bir teminat vermemiştir. Yalnız Kur ’Ă‚n-ı Kerîm hakkında:
“O Kur ’Ă‚n ’ı Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biz ’iz!” (el-Hicr, 9) buyurmuş, boylece onu kıyĂ‚mete kadar teminat altına alarak beşerî mudĂ‚halelerden muhĂ‚faza etmiştir.
Allah TeĂ‚lĂ‚, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’e beşerî bir mudĂ‚halenin olmadığını şu şekilde bildirmektedir:
“Eğer O (Hazret-i Peygamber), bĂ‚zı sozler uydurup Biz ’e iftirĂ‚ etseydi, elbette O ’ndan sağ elini (gucunu ve kuvvetini) alırdık, sonra O ’nun can damarını keserdik, sizden hic kimse de buna mĂ‚nî olamazdı.” (el-HĂ‚kka, 44-47)
Peygamber Efendimiz beşer olmakla birlikte ilĂ‚hî te ’yîde mazhardı. Dolayısıyla peygamberlik vazifesini en guzel şekilde yerine getirmişti. Bu Ă‚yet-i kerîme, Allah Resûlu ’nun, karşılaştığı butun sıkıntı ve iptilĂ‚lar karşısında bile ilĂ‚hî irĂ‚deye itaat ve teslîmiyet gosterip ve en ufak bir tĂ‚viz vermeden Kur ’Ă‚n ’ı tam olarak tebliğ ettiğine işĂ‚ret etmektedir.
3- İTAB AYETLERİ BĂ‚zen vahiy, Allah Resûlu ’nun arzu etmediği bir tarzda geliyordu. Kur ’Ă‚n, bĂ‚zen O ’nun goruşunun hatĂ‚lı olduğunu bildiriyordu. BĂ‚zen de O ’nun meyletmediği bir şeyi emrediyor, bir miktar oyalanacak olsa, şiddetli bir itĂ‚b (azarlama) geliyordu.
Hazret-i Peygamber, Zeyd bin HĂ‚rise ’nin (r.a.) hanımı olan, halasının kızı Zeyneb bint-i Cahş ’ın (r.a.) sonradan kendisinin zevcesi olacağını vahiyle bildiği hĂ‚lde, bunu toplumun sû-i zannından korkması sebebiyle gizlemiş, bunun uzerine:
“(Resûlum!) Hani AllĂ‚h ’ın nîmet verdiği, Sen ’in de kendisine iyilik ettiğin kimseye; «Eşini yanında tut, Allah ’tan kork!» diyordun. AllĂ‚h ’ın acığa vuracağı şeyi, insanlardan cekinerek icinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lĂ‚yık olan Allah ’tır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince Biz onu Sana nikĂ‚hladık ki evlĂ‚tlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mu ’minlere bir gucluk olmasın.[14] AllĂ‚h ’ın emri yerine getirilmiştir.” (el-AhzĂ‚b, 37) buyrularak, murĂ‚d-ı ilĂ‚hîyi gizlemesinin hatĂ‚lı olduğu bildirilmiş ve onu acığa cıkarması emredilmiştir.[15]
Hazret-i Ayşe vĂ‚lidemiz de:
“Eğer Allah Resûlu kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi, şu Ă‚yeti gizlerdi.” diyerek yukarıdaki Ă‚yeti zikretmiştir.[16]
Bal Şerbeti Bir keresinde Hazret-i Peygamber, Zeyneb bint-i Cahş ’ın (a.s.) yanında biraz fazlaca kalmış ve orada bal şerbeti icmişti. Hazret-i Ayşe vĂ‚lidemiz, Allah Resûlu ’ne olan hassĂ‚siyeti sebebiyle bu hĂ‚le gıpta etti ve Hazret-i Hafsa (r.a.) ile anlaşarak Resûlullah yanlarına geldiğinde; “Sende meşe ağacı zamkının kokusu var, ondan mı yedin?” demeye karar verdiler. Hazret-i Peygamber onlardan birisinin yanına girdiğinde boyle soylediler ve Hazret-i Peygamber de:
“–Hayır, Zeyneb bint-i Cahş ’ın (r.a.) yanında bal şerbeti ictim, bir daha asla icmeyeceğim.” buyurdu. Bunun uzerine:
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızĂ‚sını gozeterek AllĂ‚h ’ın Sana helĂ‚l kıldığı şeyi nicin kendine harĂ‚m ediyorsun? Allah cok bağışlayan, cok esirgeyendir.” (et-Tahrîm, 1) Ă‚yet-i kerîmesi nazil oldu. (BuhĂ‚rî, TalĂ‚k, 8; Muslim, TalĂ‚k, 20)
ŞĂ‚yet Kur ’Ă‚n ’da beşerî bir mudĂ‚hale olsaydı, Hazret-i Peygamber, arzusunun hilĂ‚fına olan bu Ă‚yet-i kerîmeyi hissiyĂ‚tına gore ifĂ‚de ederdi.
Tebuk Seferi Allah Resûlu, keyfî ve basit bahĂ‚nelerle Tebuk Seferi ’ne iştirĂ‚k etmeyen seksen kişinin mĂ‚zeretlerini kabûl edip onlara izin vermesi sebebiyle şu Ă‚yet-i kerîme inmiştir:
“Allah Sen ’i affetti. Fakat doğru soyleyenler Sana iyice belli olup, Sen yalancıları bilinceye kadar onlara nicin izin verdin?!” (et-Tevbe, 43) (Suyûtî, LubĂ‚bu ’n-Nukûl, s. 126)
Cenaze Namazı Resûlullah, amcası Ebû TĂ‚lib icin Allah ’tan mağfiret dilemek isteyince:
“(KĂ‚fir olarak olup) cehennem ehli oldukları onlara acıkca belli olduktan sonra, akrabĂ‚ dahî olsalar, (AllĂ‚h ’a) ortak koşanlar icin af dilemek ne Peygamber ’e yaraşır ne de inananlara.” (et-Tevbe, 113) Ă‚yeti nĂ‚zil olmuştur. (BuhĂ‚rî, Tefsîr, 9/16; VĂ‚hidî, s. 266-267)
Yine Resûlullah, munĂ‚fıkların reîsi Abdullah bin Ubey bin Selûl ’un, sĂ‚lih ve sĂ‚dık oğlu AbdullĂ‚h ’ın ısrĂ‚rı uzerine cenĂ‚ze namazını kıldırınca, şu Ă‚yet-i kerîme nĂ‚zil olmuştur:
“Onlardan olmuş olan hicbirine aslĂ‚ namaz kılma; onun kabri başında da durma! Cunku onlar Allah ve Rasûlu ’nu inkĂ‚r ettiler ve fĂ‚sık olarak olduler.” (et-Tevbe, 84) (BuhĂ‚rî, Tefsîr, 9/12-13; Muslim, MunĂ‚fıkîn, 3; Tirmizî, Tefsîr, 9/3097-8; Neseî, CenĂ‚iz, 40, 69)
Bu Ă‚yet-i kerîmeler, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’in beşerî mudĂ‚haleden ne kadar uzak olduğunu gostermeye kĂ‚fîdir.
ÂmĂ‚ sahabî icin inen ayet Resûlullah, Kureyş ’in bĂ‚zı ileri gelenlerine İslĂ‚m ’ı anlatmakta iken, yanına gelen ve daha once musluman olmuş bulunan Ă‚mĂ‚ sahĂ‚bî Abdullah bin Umm-i Mektûm O ’ndan kendisini irşĂ‚d etmesini taleb etti. Fakat muhĂ‚taplarını gucendirmek istemeyen Allah Resûlu, onunla ilgilenemedi. İbn-i Ummi Mektûm ’un talebini ısrarla tekrarından dolayı da ona karşı yuzunu biraz ekşitti. Bu sebeple şoyle bir itĂ‚b-ı ilĂ‚hîye mĂ‚ruz kaldı:
“Kendisini (Sana) muhtac gormeyene gelince, Sen ona yoneliyorsun. Oysaki onun temizlenip arınmasından Sen mes ’ûl değilsin. Fakat koşarak ve (Allah ’tan) korkarak Sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır (olmaz oyle şey); bu Kur ’Ă‚n bir oğuttur, dileyen duşunup oğut alır.”[17] (Abese, 5-12) (Bkz. Tirmizî, Tefsir, 80/3331; Muvatta ’, Kur ’Ă‚n, 8)
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm, Hazret-i Peygamber ’in sozleri olsaydı, kendisi hakkında bu kadar şiddetli ve acı ifĂ‚deler kullanmazdı. Bu tur konularda hic olmazsa sukût ederek kusûrunu ortmek isterdi.
Yukarıdaki rivĂ‚yetlerden anlaşıldığı uzere vahiy tamamen AllĂ‚h ’ın irĂ‚desiyle tecellî etmiş, bĂ‚zı ahvĂ‚lde Hazret-i Peygamber ’in arzu ettiği zaman ve muhtevĂ‚da gelmemiştir. BĂ‚zen de Allah Resûlu ’nu azarlayıcı ve îkĂ‚z edici mĂ‚hiyette inmiştir. Efendimiz de kendisine gelen vahiyden bir tek harfi bile gizlemeden olduğu gibi insanlığa nakletmiştir. İşte bu durum, Kur ’Ă‚n ’ın ilĂ‚hî menşe ’li olduğunu ve beşerin ortaya koyduğu eserler ile hicbir alĂ‚kasının olmadığını gostermektedir. ZîrĂ‚ insanların eserlerinde kendileri ile alĂ‚kalı bu tur hitap ve itĂ‚bları bulmak mumkun değildir.
4- VAHYİN MUCMEL OLMASI Hazret-i Peygamber ’e emirler bĂ‚zen mucmel[18] olarak gelirdi. Allah TeĂ‚lĂ‚ tarafından acıklayıcı bir bilgi gelmediği surece Allah Resûlu, mucmel mevzûlarda kendiliğinden bir îzahta bulunamazdı. MisĂ‚l olarak şu Ă‚yet-i kerîmeleri zikredebiliriz:
“Goklerde ve yerde olanların hepsi AllĂ‚h ’ındır; icinizdekini acıklasanız da gizleseniz de Allah, sizi onunla hesĂ‚ba ceker...” (el-Bakara, 284)
Bu Ă‚yet-i kerîme nĂ‚zil olunca, gayr-i irĂ‚dî olarak kalplerinden gecenlerden de mes ’ûl tutulacaklarını zanneden ashĂ‚b-ı kirĂ‚m, o zamana kadar hissetmedikleri bir duygu ve korku hissettiler. Bu Ă‚yet onlara cok ağır geldi. Resûlullah ’ın yanına gidip diz cokerek:
“–Ey AllĂ‚h ’ın elcisi, biz şimdiye kadar gucumuzun yettiği amellerle; namaz, oruc, cihĂ‚d, sadaka ile mukellef kılınmıştık. Şimdi ise Size bu Ă‚yet nĂ‚zil oldu ki bizim ona gucumuz yetmez. Biz icimizden gecirdiklerimiz sebebiyle de cezĂ‚landırılırsak mahvolduk!” dediler.
Allah Resûlu:
“–Siz de sizden onceki yahudî ve hristiyanlar gibi; «İşittik fakat isyan ettik» mi demek istiyorsunuz? Siz onların aksine; «İşittik ve itaat ettik. Bizi bağışla, donuş Sana ’dır.» deyin!” buyurdu.
AshĂ‚b-ı kirĂ‚m bunu tekrar etmeye başladılar ve dilleri boyle soylemeye alıştı. Bunun uzerine Allah TeĂ‚lĂ‚ kalplerindeki îmĂ‚nı kuvvetlendirdi.
Allah Resûlu, Ă‚yetin mĂ‚nĂ‚sı mucmel olduğu icin, acz icinde kalarak mevzûya bir acıklık getiremediler. SahĂ‚beden, AllĂ‚h ’a teslîm olup tevekkul etmelerini talep buyurdular. Bir muddet sonra aşağıdaki Ă‚yet-i kerîme nĂ‚zil olarak, kapalı olan mĂ‚nĂ‚ şoylece îzĂ‚ha kavuştu:
“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene îmĂ‚n etti, mu ’minler de (îmĂ‚n ettiler). Her biri AllĂ‚h ’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îmĂ‚n ettiler. «AllĂ‚h ’ın peygamberlerinden hicbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Donuş Sanadır.» dediler. Allah, kimseye gucunun ustunde bir şey yuklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kotuluk de kendi zararınadır. (Siz şoyle duĂ‚ ediniz

AshĂ‚b, bu Ă‚yetle kalbî havĂ‚tır husûsunda «gucleri yettiği nisbette» mes ’ûl olacaklarını anladılar.
Allah Resûlu ’nun, Ă‚yet mucmel iken acıklayıcı bir nas gelinceye kadar hicbir îzahta bulunmaması, bir nubuvvet hakîkati olup Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’in ilĂ‚hî kaynaklı oluşunun îtiraza mahal bırakmayan bir delilidir. Aksi takdirde ya boyle bir bilgi verilmez veya verilen bilgiye indî bir acıklama getirilebilirdi. Boyle bir hĂ‚lin meydana gelmemesi, KurĂ‚n-ı Kerîm ’in i‘cĂ‚zının ayrı bir ispatıdır.
Hakkın Batıla Ustun Gelmesi Hicretin altıncı yılında hakkın bĂ‚tıla ustun gelmesinin butun sebepleri tahakkuk etmiş, henuz muşriklerin elinde bulunan Mekke ’ye gidilerek KĂ‚be ’nin tavĂ‚f edilmesine karar verilmişti. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye ’ye doğru ilerlerken Hazret-i Peygamber ’in devesi KasvĂ‚ coktu. AshĂ‚b, onu Harem ’e doğru yoneltmek istedi ise de bir turlu gitmedi. Bunun uzerine:
“–KasvĂ‚ cokup kaldı, KasvĂ‚ cokup kaldı.” dediler. Hazret-i Peygamber:
“–KasvĂ‚ cokup kalmaz. Onun boyle bir huyu yoktur, fakat Ebrehe ’nin filini men eden (CenĂ‚b-ı Hak), KasvĂ‚ ’yı da men etti.” buyurdular.
Bu, CenĂ‚b-ı Hak ’tan Resûlullah ’a gelen bir işĂ‚retti. YĂ‚ni Resûlullah:
«Ebrehe ’nin filini nasıl Allah TeĂ‚lĂ‚ durdurmuş ise, bu deveyi de durduran Allah TeĂ‚lĂ‚ ’dır!» demek istiyordu. Mekke ’ye ister taarruz, ister mudĂ‚faa tarzında olsun, muhĂ‚rebe ederek girmelerine izin verilmediği, Peygamber ’in kalb-i pĂ‚kine kesin olarak mĂ‚lum olmuştu.
O an, meselenin hakîkatine vĂ‚kıf olamadıkları icin sahĂ‚be arasında bir infiĂ‚l meydana geldi. Mekke ’ye gitmeme kararı, zĂ‚hiren muslumanların aleyhinde idi. Hazret-i Peygamber hikmetini bilmediği ilĂ‚hî işĂ‚rete uyarak ashĂ‚bını Mekke uzerine devĂ‚m ettirmedi.
Hezîmet gibi gorunen bu vĂ‚kıada Hazret-i Omer ’in, emr-i nebevîye rağmen fikir beyan etmesine Hazret-i Peygamber:
“Ben AllĂ‚h ’ın elcisiyim, O ’na isyan edemem. Yardımcım O ’dur!” buyurdu. (BuhĂ‚rî, MeğĂ‚zî, 35; Muslim, CihĂ‚d, 90-97)
Yine o anda muşriklerle yapılan Hudeybiye MusĂ‚lahası ’nda alınan kararlar da gorunuşte muslumanların aleyhine idi. TĂ‚ ki, Fetih Sûresi nĂ‚zil oldu. Bu işteki yuksek hikmetler ve mujdeler bildirildi. Sonradan anlaşıldı ki, ilk nazarda mağlûbiyet ve kahır zannedilen bu geri donuş, acık bir zafer ve futûhĂ‚t imiş...
Hazret-i Peygamber ’in başlangıcta îzahtan Ă‚ciz kaldığı bu mucmel hĂ‚dise, ancak iki sene zarfında acıklığa kavuştu. Nitekim bu musĂ‚laha ile oluşan sulh ortamında bircok kimse İslĂ‚m ’la şereflenmiş, iki sene zarfında musluman olanların sayısı, o zamana kadar îmĂ‚n edenlerin kat kat fazlasına ulaşmıştır.
Bu antlaşma ile İslĂ‚m ’ın varlığı resmen tanınmıştı. Arap kabîlelerinden isteyenler muslumanların himĂ‚ye­sine gecebilecekti. Bu ise Kureyş ’in nufûzunu kaybetmesi ve İslĂ‚m dĂ‚vetinin rahatca yapılabilmesi demekti.
Allah Resûlu ’nun bu sulhu tercih sebeplerinden biri de Mekke ’de o sırada musluman olmuş, fakat bunu maslahat gereği acığa vuramamış bircok kimsenin bulunmasıydı. ŞĂ‚yet muşriklerle aralarında bir muhĂ‚rebe zuhûr etseydi, bunları bilmeden oldurup sonunda uzuleceklerdi.[19]
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de buna benzer misĂ‚ller pek coktur. Kur ’Ă‚n mûcizesini hulĂ‚sa olarak ifĂ‚de etmeye calıştığımız icin, teferruĂ‚ta girmiyoruz. Cunku Kur ’Ă‚n ’ın her mûcizesi, bir kitap hacmini aşacak muhtevĂ‚ya sahiptir.
Kur ’Ă‚n Beşerî MudĂ‚haleden Munezzehtir Buraya kadar verdiğimiz misaller, Kur ’Ă‚n ’ın beşerî mudĂ‚haleden munezzeh bulunduğunu ve Allah tarafından vahyedilen ilĂ‚hî bir kitap olduğunu kesin bir şekilde ispat etmektedir. Artık insaf sahibi her insanın bu hukmu tasdik etmesi zarûrîdir. Nitekim Yeni Katolik Ansiklopedisi ’nin “Kur ’Ă‚n” maddesi altındaki bir yazıda şu dikkat cekici ifadelere yer verilir:
“Kur ’Ă‚n ’ın kaynağı hakkında asırlardır bircok teori one suruldu. Bugun, aklı başında olan hicbir insan o teorilerden herhangi birini kabûl etmez.”
Katolik kilisesi, elbette ki Kur ’Ă‚n ’ın vahiy kaynaklı olmadığına dĂ‚ir bir delil getirmekten hoşlanır, lĂ‚kin bunu yapamıyor ve mĂ‚kul bir îzah da getiremiyor. Fakat en azından araştırmalarında biraz da olsa insaflı davranarak, eskiden beri devĂ‚m eden ve ispatlanması mumkun olmayan iftirĂ‚ları reddetmiştir.[20]
[1] HĂ‚disenin tafsîlĂ‚tı icin Prof. Dr. Feridun NĂ‚fiz Uzluk tarafından tercume edilip “Rapor” ismiyle yayınlanan esere bakılabilir. Bu eser, 1996 senesinde Sebil Yayınevi tarafından İstanbul ’da basılmıştır.
[2] TafsîlĂ‚t icin bkz. Muhsin Demirci, Vahiy Gerceği, İstanbul 1996, s. 69-71.
[3] Bkz. Ahmed, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20, 21.
[4] Bkz. Yûnus, 15-16.
[5] Bkz. el-Kehf, 110; el-A ’rĂ‚f, 118; el-En ’Ă‚m, 50.
[6] Muslim, Zuhd, 72.
[7] Bkz. Ebû DĂ‚vûd, SalĂ‚t, 120-121/786; Tirmizi, Tefsir, 9/3086; Ahmed, IV, 218; Ali el-Muttakî, Kenz, II, 16/2960.
[8] Subhi SÂlih, MebÂhis, s. 27-33.
[9] Tirmizî, FedĂ‚ilu ’l-Kur ’Ă‚n, 25/2926; DĂ‚rimî, FedĂ‚ilu ’l-Kur ’Ă‚n, 6.
[10] Resûlullah, sadece sıkıntılı zamanlarında değil, her zaman vahyin inmesiyle cok sevinir, Cenab-ı Hak ’la bir bağlantısı olduğu icin mesrûr olurdu. (Bkz. BuhĂ‚rî, Tefsir, 19/2; Tirmizî, Tefsir, 19/3157; ZerkĂ‚nî, MenĂ‚hil, I, 53) HattĂ‚ ashĂ‚b-ı kirĂ‚m da vahyin gelmesi ile buyuk bir sevinc duyarlardı. (Muslim, FedĂ‚ilu ’s-SahĂ‚be, 103)
[11] Meryem, 64.
[12] Ebu ’s-Suûd, I, 174, (el-Bakara, 144).
[13] Bkz. en-Nûr, 11-21; BuhĂ‚rî, ŞehĂ‚dĂ‚t 15, 30, Hibe 15, CihĂ‚d 64, MegĂ‚zi 11, 34, Tefsir 12/3, 24/6, 11, EymĂ‚n 18, İ ’tisan 28, Tevhîd 35, 52; Muslim, Tevbe, 56.
[14] CenĂ‚b-ı Hakk ’ın, bu evliliği emretmesinde pek cok sebep ve hikmet vardır. Bunlardan biri şudur: EvlĂ‚t edinme, bir cĂ‚hiliye Ă‚deti idi. Bu Ă‚yet-i kerîme ile Allah Resûlu ’nun, evlĂ‚tlığı olan Zeyd bin HĂ‚rise ’nin boşadığı hanımını alması emredilerek, İslĂ‚m hukûkunda “Tebennî: EvlĂ‚t edinme” hukûku iptal edilmiş oldu.
CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“…Allah, evlĂ‚tlıklarınızı oz cocuklarınız (gibi) kılmamıştır. Bu, sizin ağızlarınızla soylediğiniz (fakat hakikati olmayan) sozunuzdur. Allah ise hakikati soyler ve doğru yola iletir.” (el-AhzĂ‚b, 4)
[15] Bkz. BuhĂ‚rî, Tefsîr, 33/6; Tirmizî, Tefsîr, 33/3212-3.
[16] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 33/9.
Yine Hazret-i Ayşe şoyle demiştir:
“Kim RasûlullĂ‚h ’ın AllĂ‚h ’ın kitĂ‚bından bir şeyi gizlediği zannına kapılırsa AllĂ‚h ’a en buyuk iftirĂ‚yı atmış olur. Cunku Allah TeĂ‚lĂ‚ şoyle buyurmaktadır:
«Ey Resûl! Rabbinden Sana inen vahiyleri tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan Rabbinin elciliğini yerine getirmiş olmazsın! Allah Sen ’i insanlardan koruyacaktır. Emin ol ki Allah, kĂ‚firleri murĂ‚dlarına erdirmeyecektir!» (el-MĂ‚ide, 67)” (Muslim, ÎmĂ‚n, 287)
[17] Bu Ă‚yet-i kerîmelerdeki itĂ‚b ve tenkit, Hazret-i Peygamber ’e Ă‚it bir zelle sebebiyledir. Zelle, Peygamberlerin işlediği gayr-i irĂ‚dî hatĂ‚dır. Bu zelleler peygamberlere murĂ‚d-ı ilĂ‚hî ile şu gĂ‚yelere mĂ‚tuf olarak yaptırılır:
Cennete girmeleri teminat altında olan peygamberlere Ă‚cizliklerini idrĂ‚k ettirmek, Kendilerinin lutf-i ilĂ‚hîye mustağrak olduklarını bilerek vazîfelerine ihtimam gostermelerini sağlamak, İşlenen zelleyi ummete irşad vesilesi kılmak, Seckin kulların, boyle îkazlar karşısında rikkat-i kalbiyye sahibi olup bu ve benzeri fiillerden kacınarak Kur ’Ă‚n ahlĂ‚kına kavuşmalarını temin etmek, Peygamberlerin de beşer olduğunu gosterip, insanların hristiyanlıkta olduğu gibi onlara ulûhiyet izĂ‚fe etmesine mĂ‚nî olmak. [18] Mucmel, mĂ‚nĂ‚sı ozlu ve kapalı olup îzah edilmedikce maksadı tam olarak anlaşılamayan ifĂ‚delerdir.
[19] Bkz. el-Feth, 24-25.
[20] Gary Miller (Abdulahad Omer), The Amazing Qur ’an/Eşsiz Mûcize Kur ’Ă‚n, (trc. Dr. Erdoğan Baş), İstanbul 2007, s. 61.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Rahmet Peygamberi, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan