
Mumin şukreden insandır. Her şeyi doğru anlamanın sekineti icinde onun hayatı şukur sevinciyle aydınlanmıştır. Hayat cizgisini şukur ve tevekkul ile yaşar ve boylece anbean ilahi hoşnutluğun yeni yeni tecellilerine mazhar olur.Şukur imanın tezahuru, şukursuzluk hali de doğrudan doğruya kufrun ifadesidir. Şukreden insan, hem nimetin farkındadır, hem de nimeti vereni bilmiştir. Uzerinde bulunan maddi-manevi butun değerlerin kendisine ilÂhi birer vergi olduğunu; bunların her birinin bir hikmet uzere verildiğini ve ozel bir kıymet taşıdığını tamamen anlamıştır. Sahip kılındığı her şey icin sevinc ve teşekkur dolu olarak, bunları veren ve kendisini bunlarla donatarak hayat sureci icin techiz eden Rabbine hep şukranlarını sunmaktadır.
Bu bir yaşama uslûbudur. Kulun, her şeyi Rabbi ile ilişkisi acısından ele alan bir yaklaşımla kendisine ulaşan, fiilen gercekleşen her şeyde teşekkur edilecek bir anlam bulunduğunu idrak etmesi ve hayata karşı bu bakışla bir tavır almasıdır. Kavuştuğu her bir nimet icin tek tek; bunların tamamını ve surekliliğini duşunerek her zaman Rabbine hep teşekkur etmesi; O ’na karşı hep şukran duygusu icinde bulunmasıdır.
Bu, onun Rabbinden hep razı oluşu sonucu hayatında (bazen olumsuz gozuken tablolara rağmen) her zaman memnun ve rahat bir psikoloji icinde bulunuşu ve insanlara karşı da -onların hicbir şeyde gercek muhatabı olmadığı bilinciyle- hep guler yuzlu ve iyimser kalışı demektir. Onlara karşı asla kırıcı, ofkeli ve kavgacı olmayışı ve bir yerde de, onlarla ilişkisinde -mumkun olduğunca- istiğna icinde oluşu demektir.
Onu varlık Âlemine cıkaran Rabbi, hayat surecinde onun nelere ihtiyacı olduğunu; nelerle donatılması ve desteklenmesi gerektiğini en iyi bilendir. O Rahmandır, Kerimdir. Bu yuzden insan varoluşundan itibaren ilÂhi rahmet ve comertlik ile kuşatılmış; daima elinden tutulmuş; Rabbi tarafından asla yalnız ve garip bırakılmamıştır. Ona gercekten gerekli olanı Rabbi ondan hicbir zaman esirgememiştir. Onun rızkı ve butun bunyevî ihtiyacları; kendisine takdir olunan hayat planı boyunca -dunyevi, uhrevi- gereken her şeyi karşılanmış; butun potansiyeli gozetilmiş; gelişmesine, istidatlarına, bu yoldaki acılım ve beklentilerine mahrec olacak imkÂn ve careler hazırlanmış; istifadesine sunulmuş ve bu anlamda Rabbi ona (ne istenebilir, neye ihtiyac bulunabilirse hepsini) hal dili ile istediği her şeyi vermiştir.
“O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah ’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye guc yetiremezsiniz. Gercek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankordur.” (İbrahim, 34)
İnsanın şukrederek, imana kavuşarak salah ve ittika cizgisini benimsemesi, onun secimine acık tutulmuş; Rabbinin rıza ve hoşnutluğunu kazanacağı yollar gosterilmiştir. Rabbinden af ve mağfiret dilemesi; O ’na donmesi; tevbesi hicbir engel ve kısıtlamaya tabi tutulmadan butun hayat surecinde saklı tutulmuştur. Allah ’ın mulkunde onun icin umitsizlik ve ye ’se duşmek yoktur. Gucluk zamanlarında onu sabra ve umidini asla kesmemeye davet eden bir rahmet mesajı hep kulağına fısıldanmıştır. Gonlune hep Allah ’ın yardımının, ilÂhi lutuf ve keremin cok yakın olduğu ilka edilmiş; Rabbine yoneldiği ve iltica ettiğinde hic cevapsız kalmamıştır. Rabbi onu kendisine kul olarak yaratmış, hitabına muhatap kılarak şereflendirmiş; cennetine aday tutmuş ve onu oraya davet etmiştir.
“Allah dÂru ’s selÂma (barış ve guvenlik yurduna) cağırır. Dilediğini de dosdoğru yola yoneltir, kavuşturur.” (Yunus, 25)
Bu insanoğlu icin acılmış sonsuz bir ufuk, muazzam bir lutuftur. İnsanoğlu adeta bunyevî bir sezgi ile bunu bilir; butun varlığı ile Rabbinin sınırsız rahmetine muhatap ve namzet olduğunun farkındadır. Aslında hep buna bakar; “yaşama sevinci” hissedişinin temelinde hep bunun ozlemi vardır.
İnsana şeref kazanması icin tanınan imkanlar ne kadar geniş, ne kadar muazzamdır. Şukrederek bundan faydalanmak ne kadar soylu ve hoş; butun bunların farkında olmadan kufrederek hayatını heder etmek ne kadar sakil ve dehşet verici bir nasipsizliktir.
Kulun kendi uzerindeki ilÂhi vergileri ve nail kılındığı nimetleri mudrik olması; onları israfa, gunaha, suiistimale ve taşkınlığa alet etmeden, gerektiği gibi, yerinde kullanıp değerlendirme şuuruna sahip olmasının da tek yoludur. Nimetin kaynağında ilÂhi iradenin belirleyici olduğunu bilerek onun vericisi olan Allah ’ın farkında olmak; aynı zamanda nimetin hakkını vermenin ve gereğini başarmanın da yegÂne yoludur. Şukurde nimet icin sıradan, alelade duygusal anlamda bir sevinc ve mutluluk hissetmek değil, onun otesinde nimetin kendisine doğrudan Allah vergisi olduğunu; bir rahmet eseri olarak, ilahi inayet ve lutuf sonucu buna nail kılındığını farketmek vardır. Her şeyin ilÂhi kerem eseri kendisine ulaşmış olduğunu hic unutmadan hep Rabbine teşekkur dolu bir yonleniş halinde bulunmak vardır. Boylece şukurde aynı zamanda, nimetin, gunluk hayatın biteviye akışı icinde onemsiz ve sıradan bir şeymiş gibi gorulmesi şeklinde psikolojik aldanışa konu edilme eğilimine de musaade etmeyen bir bilinc vardır.
İNSANI KİBRE SURUKLEYEN ALDANIŞ Kufrun bir ifadesi olan şukursuzluk halinde ise, nimeti gormezlikten gelmek soz konusudur. Bunda mevcudu, halihazır durumu, surekli bir halmişcesine adeta kazanılmış (muktesep) hak konusuymuş gibi şahsa bağımlı, değişmez kişisel bir ozellik şeklinde gormek isteyiş vardır. Gerceği carpıtan ve ona ters yaklaşımlara giren insan, uzerindeki ilÂhi vergileri ve nimetleri ya sıradan bir şey sayarak kucumser ve gormezden gelir; ya da onu kendisine ustunluk sağlayan bir ozellik, iftihar edilecek bir vasıf gibi algılar, onunla şımarır ve bizzat kendisinden kaynaklanan bir varlık bulunduğu zehabına kapılarak kendisinde ayrıcalık vehmeder. İnsanı kibre surukleyen bu aldanış şeytanın eseridir ve -maazallah- onu şirke kadar surukler.
Hz. Musa ’nın (a.s.) kavminden olan Karun ’un Kuran-ı Kerimde yer alan kıssası bu yolda manidar bir ornektir. O, sahip olduğu nimetlerin, ona, kendinde mevcut bilgi sebebiyle verildiğini (Kasas, 78) soyluyordu. Oysa nimeti ve ilÂhi vergileri boyle algılamak, şahsı ile bir şekilde ozdeşleştirerek anlamlandırmak doğru ve gecerli olamazdı. Karun ’un hazin akıbeti bunu ortaya koyan ibret dolu bir ornek olarak tarihe gecmiştir.
Bir rahmet eseri olarak insanın nimete kavuşması, ozellikle de bir sıkıntıdan sonra feraha cıkması, cok defa maalesef onu -tabir caiz ise- şımartmıştır. Kuran-ı Kerim buna dikkati ceker ve insanın Allah ’ın ayetlerine karşı mekre (hileye) kalkıştığını acıklar. İnsanın Rabbi ile olan ilişkisinde mekri, ayrıca uzerinde durulması gereken cok duşundurucu bir konudur. Mekrde ilahi inayeti yanlış anlayıp carpıtmak ve suiistimal etmek soz konusudur ve bunun da temelinde kufur ve şukursuzluk hali vardır.
İnsanın nimeti kendisi ile ozdeşleştirmesi ve onu kendisine ait bir ozellik gibi gormesi; bir yerde yaratılış vakıasını goz ardı etmesi sonucudur. İnsan her şeyden, canlı-cansız diğer yaratılmışlardan kopuk, onlardan bağımsız ve başlı başına varolabilen bir yapının sahibi değildir. O butun mukevvenat gibi tek olan aynı ilÂhın eseridir ve O ’nun kendi dışında varolan şeyleri de kapsayan kanunlarına tabi bulunmaktadır. Her şey icin gecerli; kesintisiz ve surekli olan bir ortamda, kendi yaratılışı ve varoluşu gibi kendisine ulaşan her nimet aynı ust iradenin takdiri ile ona verilmiştir. Yaratılış ile nimet teşkil eden vergileri ayrı kanunlara tabi ayrı birer olgu gibi ele almaya imkan yoktur. İnsana verilmiş olan şeyler onun malı olduğu icin değil, bir hikmet uzere kendisine emaneten tevdi edilmiştir ve gecicidir. Dunyevi hayat sureci icinde kendi varlığı fani iken, insana emaneten verilmiş şeylerin kalıcı ve değişmez olması elbette duşunulemez.
Yaratılmış olan insanın, kendisi gibi ilÂhi irade tarafından yaratılmış olan nimet dediğimiz şey ve hallere kaynak olabilmesi ise mumkun değildir. Diğer varlıkların, olayların ve durum ifade eden butun olguların insanla olan bağlantısı zahirîdir ve hicbir şeyin insanla olan dış gorunumdeki ilgisi kaynak-sonuc bağlamında anlamlandırılamaz. Kendi bedeni dahi kendisine emanet edilmiş ilahi bir vergiden ibaret olan insan, organlarının bile sahibi değildir; onlar uzerinde gercek bir tasarrufu yoktur. (Boyle olmasa idi, belki iradesi dışında oluşuveren hastalıklara ve ihtiyarlama-yıpranma surecine izin vermezdi.) Onun butun yaptıkları da Allah tarafından yaratılmış; yaratılış dediğimiz ilahi tasarruf eseri vucut bulmuş ve bu anlamda her şeyi kapsayan ust kanuna tabi olarak gercekleşmiştir. İnsan, kendi amelleri dahil, hicbir şeyin yaratıcısı olamaz. Yaratıcılıkta -hÂşÃ‚- Allah ’a ortak değildir. Onun kendisiyle alakalı olaylar ve nimetlerle olan ilişkisi, sadece onlara mazhar oluşu ve zahiri bağlantısından ibarettir.
“Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffat, 96)
Bir gun emanetler geri alınabilir, değişebilir. Bunlara guvenmek, şımarık hallere girmek, bir gun geri alınabileceğini unutarak bunlarla boburlenmek akla sığmaz.
Nimeti şahsına bağlı değişmez bir ozellik, bir muktesep hak konusuymuş gibi gormek, onu nimet olarak algılayıp değerlendirme yerine kişiyi onun kadrini bilmemeye; adeta onu yok saymaya da sevkeder. Bu ise insanı, devamlı kendinde olmayanın peşinde koşan, haris ve hep tatminsiz bir psikolojiye ceker. Boyle insan gozunu hep geleceğe, hayal ve beklentilere cevirir. Mevcudun değerini golgeleyen beklentiler icinde hep şikayet eden, asık cehreli ve rahatsız bir ruh haletine suruklenir.
ŞUKUR VE ŞUKURSUZLUK ARASINDAKİ FARK Şukur, sonuc itibariyle nimetin yerinde kullanılması ve değerlendirilmesi iradesini ihtiva eder, kufur (şukursuzluk hali) ise onun suiistimal edilmesidir. Bu bakımdan insanın elinin altındaki alet ve vasıtayı ve faydalandığı teknolojik imkanları kullanma kalitesi, nimete bakışını yansıtır. Yerinde ve doğru kullanım şukrun belirtisi; suiistimal ise kufrun sonucudur.
Bu bağlamda mesel ulkemizde bir kÂbus haline gelen trafik konusunu duşunelim. Surucu hatasından kaynaklanan kazalarda surucunun kendisini arac ile ozdeşleştirdiği one surulmuştur. Surucu bir an icin kendisini o aracın yerine koymakta, kendi konumunu unutmakta ve onun mekanik imkan ve yeteneklerini sonuna kadar sergilemekten kendini alamamaktadır. O anda o, mesela sanki bir kamyondur. O, araca değil arac ona hukmetmektedir. Akıl, irade ve tedbir bastırılmış; aracı alabildiğine kullanma keyfiliği gidişata hakim hale gelmiştir.
Aynı psikolojik tahlil insanın kendini nimetle ozdeş saydığı her konuda ve mesel kendi organlarını kullanması bahsinde de varittir. İnsan bazen goz, kulak, el, ayak gibi organlarını onların elverişli olduğu her işte serbestce ve keyfi bir şekilde “istimal” den cekinmemektedir. Kotulukten sakınmaksızın organlarını suiistimale alet etmekte ve boylece gunah kazanmaktadır. Kuran-ı Kerim, kıyamet gunu organların dile geleceğini haber veriyor.
Kendi organlarını kullanışındaki secimlerinin sorumluluğunu taşıyan insan, kendisine ulaşan her ilÂhi vergiden, kavuştuğu her nimetten de elbette mesuldur. “Sonra o gun, nimetlerden mutlaka hesaba cekileceksiniz.” (Tekasur, 8)
İnsanı şukursuzluğe ve sonuc olarak kufre duşuren hallerden birisi de onun, kendisine verilenlerin az veya eksik olduğu vesvesesine kapılmasıdır. Bazı insanlar hayata tamamen kendi dunyevi onceliklerine gore bakarak daha dunyaya gelirken şanssız ya da kısmetsiz olduğuna hukmeder. Bunda kendini başkalarıyla kıyaslamak suretiyle hemcinslerinde goreceli olarak ustunluk ifade eden bazı hal ve şeylere ozlem duymak ve bunların kendisinde mevcut olmayışını kendisi icin mahrumiyet ve mağduriyet saymak şeklinde bir anlayış vardır. Bu, insanı şukurden uzaklaştıran ve ona hic yakışmayan cok cahilane ve duşuncesizce bir tavırdır. Dunyası ve ukbası ile insanın cok ozel olan ve ebediyete kadar uzanan butun bir hayat planını mulahaza etmeden; Cenabı Hakk ’ın neleri nelere tahvil edeceğini, neleri hangi şartlarda ve ortamda meydana cıkaracağını bilmeden; değişimin, istihalenin nasıl olacağını gormeden; hayrın nerede ve nasıl zuhur edeceğini anlamadan her şeyi yorumlamaya kalkmak ve kendi kısır dunyevi onceliklerine gore değerlendirmek tam bir kufur hezeyanı ve curetidir.
Dokuları bile (organ reddi denilen olguda muşahede edildiği gibi) birbirinden hayli farklı olan insanların her biri yaratılışta ayrı bir benlik ve hilkat ile inşa edilmiştir. Bu boyle iken, onlar icin takdir edilen hayat cizgisinin harfiyen aynı olması da elbette ki beklenemezdi; eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Az cok birbirine yakın olmak ya da benzeşmek başka bir şeydir ve vÂkîdir. Ancak ayniyet hicbir şekilde soz konusu olmadığı icin insanın kendisini hemcinsleriyle karşılaştırması ve bundan “mağduriyet”, “kısmetsizlik”, “şanssızlık” gibi nihai değerlendirme ifade eden sonuclar cıkarması abestir; anlamsız ve yanlıştır. Bu yuzden de Allah ’ın onlar icin takdir ettiğini, onlara verdiğini; insanın kendisi icin de dilemesi hicbir şekilde hikmete sığmaz ve ayrıca sosyal sonucları bakımından da gayet ters bir yaklaşım olur.
“Allah ’ın onunla kiminizi kiminize ustun kıldığı şeyi temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir nasip (olduğu gibi) kadınlara da kazandıklarından bir nasip vardır. Allah ’tan, O ’nun fazlını (ihsanını) isteyin. Şuphe yok ki, Allah her şeyi bilendir.” (Nisa, 32)
Cenabı Hakk ’ın her bir insana inamı ve ikramı farklıdır; birbirinin tekrarı mahiyetinde değildir. O ’nun her bir kuluna ozel muamelesi ve ayrı tecellileri vardır. Kula yakışan bunun farkında olarak kendi hususi nasibine yonelmek, onu aramak ve onu talep etmekten ibarettir. Başkalarının kısmeti onu bağlamaz. Bu yuzden emelini ona hasretmesi yanlış ve gecersiz bir saplantı olur. Allah ’ın fazlı ve keremi cok geniştir. O ’nun rahmetine ve lutfuna iltica ederek tevekkul gostermek; dua ve isteklerinde doğrudan rahmetine atıf yapmak lazımdır. Boyle iken başkalarına verilmiş olanı kendimize model secersek, biz O ’na iltica edecekken Cenabı Hakk ’ı kendi tasavvurumuza; sınırlı ufkumuza davet etmiş ve kendimiz icin hayrı da bizzat tarife kalkışmış oluruz. Bu ise hem yanlıştır, hem de edep ile bağdaşmaz.
Cenabı Hakk rahmetini kimseden kıskanmaz. Bazı kullarına ayrıcalıklı bir konum tanımaz ve iltimas yapmaz. Herkes O ’nun kuludur. Kulluğunun gereğini yaparsa Rabbinden en comert karşılığı alır ve almıştır. O her tur eksiklik ve yanlışlıktan munezzehtir. Kulun Rabbi tarafından mağdur edilmesi ve bir haksızlığa uğraması hicbir şekilde -hÂşÃ‚- soz konusu olmaz. O, kullarına hayatlarının hicbir safhasında -dunyada da ahirette de- asla zulmetmez, zulmetmemiştir. Musluman, hep O ’nu tenzih eden, her turlu kusur ve yanlışlıktan beri olduğunu bilendir. O ’na darılmak, kusmek olmaz. Ortada gercekten nahoş herhangi bir şey varsa, onun kaynağını kendimizde aramak gerekir.
“Sana iyilik guzellik kabilinden her ne ulaşırsa o Allah ’tandır. Sana kotuluk kabilinden her ne ulaşırsa o da kendindendir.” (Nisa, 79)
ŞUKREDEN İNSAN Mumin şukreden insandır. Her şeyi doğru anlamanın sekineti icinde onun hayatı şukur sevinciyle aydınlanmıştır. Hayat cizgisini şukur ve tevekkul ile yaşar ve boylece anbean ilahi hoşnutluğun yeni yeni tecellilerine mazhar olur. Onun bu seyri, “Andolsun, eğer şukrederseniz, elbette size artırırım.” (İbrahim, 7) buyuran Rabbinin dosdoğru yolunda gittikce yoğunlaşan, derinleşen ve zenginleşen bir mutluluk yolculuğudur.
Kaynak: Mahmud Rifat Kademoğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 143
İslam ve İhsan