Tasavvuf Nedir? Tasavvufta manevi eğitimde nelere dikkat edilir? Tasavvufta zikir nasıl yapılır? Tasavvufta tefekkur ve rabıta nasıl yapılır? Tasavvufta murakabeler nelerdir?Tasavvuf Nedir?
Tasavvufta MÂnevî Eğitimin Dort Esası
I. Gecedeki Sır ve Seher Vakti
II. EvrÂd u EzkÂr
a. Tevbe ve İstiğfar
b. Kelime-i Tevhîd
c. SalavÂt-ı Şerîfe
III. Tefekkur
IV. Tefekkur-i Mevt
V. RÂbıta
VI. LetÂifler ve Zikrullah
VII. Nefy u İsbÂt
VIII. MurÂkabeler
Netice

TASAVVUF NEDİR?
Dînin gÂyesi, insana Yaratıcı ’sını tanıtmak, O ’na karşı vazîfe ve mukellefiyetlerini bildirmek, beşerî munÂsebetleri Kur ’Ân-ı Kerîm ve sunnet-i seniyye istikÂmetinde adÂlet, hakkÂniyet, sulh ve sukûn uzere tesis etmektir. Yine dînin gÂyesi; nÂzik, zarif, ince ruhlu ve ic Âlemini temizlemiş insan yetiştirmektir. Diğer bir ifadeyle mu ’minin Hak dostluğuna ve cennete hazırlanmasını sağlamaktır.
Tasavvufun hedefi ise mu ’mini, butun bu hususları gercekleştirebilecek kalbî keyfiyete ve mÂnevî kıvama ulaştırmaktır. Maddî bedenimizle îf edilen amellerle kalbimiz arasında muşterek bir Âhenk oluşturabilmektir.
Kur ’Ân-ı Kerîm ’de takv ve tezkiye, hadîs-i şeriflerde zuhd ve ihsan olarak ifadesini bulan tasavvuf, fıkh-ı bÂtın (kalp ilmi) olarak da ifade edilegelmiştir.[1]
Tasavvuf, ozu itibariyle gonul Âlemimizin selîm bir hÂle gelip, mÂrifetullah ve muhabbetullahtan hisse alacak bir seviyeye ulaşabilmesi ve bu sÂyede ilÂhî vuslata medÂr olabilecek bir kıvÂma gelebilmesidir.
Tasavvufun, yaşandıkca tadılan ve idrÂk edilen bir ilim olması itibÂriyle, kelimelerin mahdud imkanları icinde kÂmil bir sûrette îzÂhı zordur. Bu sebeple Allah dostları, her kesitinden muhtelif ışıklar yansıyan o tasavvuf kristalinin kendilerine bakan vechesini nazar-ı îtibÂra alarak farklı farklı tÂrifler yapmışlardır. Bizler, bu gibi tÂriflere bakarak tasavvufun mÂhiyeti hakkında ancak umûmî bir fikir sÂhibi olabiliriz. Bu tÂriflerden bazılarını şoyle sıralayabiliriz:
Tasavvuf guzel ahlÂk ve edeptir
Tasavvuf, nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesidir
Tasavvuf, sulhu olmayan mÂnevî bir cenktir. Nefisle yapılan buyuk bir cihaddır.
Tasavvuf ihlÂstır.
Tasavvuf istikÂmettir.
Tasavvuf, rız ve teslîmiyettir.
Tasavvuf, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in o mubÂrek hayatının, kıyÂmete kadar gelecek asırlara ve nesillere in ’ikÂsını sağlayacak bir gonul aynasından ibarettir. Diğer bir ifadeyle, -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in mubÂrek hayatıyla zÂhiren ve bÂtınen butunleşerek, engin bir muhabbetle kaynaşmaktır. Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in rûhÂniyetinden hisse alabilmek ve rûhen O ’nunla mezc olabilmektir. “Kişi sevdiği ile beraberdir.”[2] hadîs-i şerîfinin muhtevÂsına girebilme niyetiyle ibÂdet, tÂat, ahlÂk ve muÂmelÂtta Habîb-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’le muşterek bir hayat tarzına erişebilme gayretinde bulunmaktır.
Tasavvuf, aşk ile birleşen îman, vecd ile îf edilen ibÂdet ve davranış guzelliğidir.
Tasavvuf, takvÂya erebilme sanatıdır.
Tasavvuf, Allah ile dostluk kurabilme sanatıdır.
Tasavvuf, hayatın med-cezirleri (iniş ve cıkışları) karşısında muvÂzeneyi bozmama sanatıdır.
Tasavvuf, değişen şartlar altında Allah ’tan rÂzı olma sanatıdır.
Tasavvuf, şikÂyeti unutma sanatıdır.
Tasavvuf, guzel ahlÂka kavuşabilme sanatıdır.
Tasavvuf, mukaddes ve mubÂrek bir eğitimdir.
Tasavvuf, ruh olarak kendini ikmÂl eden mu ’minin, mahlûkÂta şefkat ve merhametle yonelmesi ve onun eksikliğini telÂfî etmesidir.
Tasavvuf, kulu AllÂh ’a kavuşturan yoldur.
Tasavvuf, Kitap ve Sunnet ’in kalbî derinliklerle hissedilip vecd icinde yaşanmasıdır.
VelhÂsıl tasavvuf, hakîkî muhabbete erme sanatıdır.
İşte esas tahsil ve eğitim, sayılan bu guzel vasıfların, şahsiyet ve karakter hÂlinde yaşanabilmesidir.
TASAVVUFTA MANEVİ EĞİTİMİN DORT ESASI
Şu husus iyice bilinmelidir ki, tasavvufun uzerine bin edileceği esas zemin, Kur ’Ân-ı Kerîm ahkÂmı ve Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in Sunnet-i Seniyyesidir. Bu itibarla Kur ’Ân ve Sunnet ’i hayatımızın her safhasına tatbik edebilmek ve şahsımızda bir İslÂm kimliği sergileyebilmek, bu mÂnevî yolda birinci esastır.
AkÂidimizin (inanclarımızın) ehl-i sunnet akÂidine, ibÂdet, ahlÂk ve muÂmelÂtımızın da şer-i şerîfin bu alanlara yonelik esasları uzerine oturması zaruridir. Kendimiz, ailemiz ve cocuklarımız ne kadar İslÂmî bir hayatın icinde bulunabiliyoruz? İşte boyle bir muhasebe, hayatımızın virdi hÂline gelmelidir. İslÂm ’ı hayatımızın hicbir alanında unutmamalı, Allah ve Rasûlu ile aramızdaki mesafe acılmamalıdır.
HelÂl ve haram sınırlarını hassasiyetle korumak, şuphelilerden uzak durmak, uzerimizde bulunan hakları gereği gibi ed etmek, ruhsatlardan ziyÂde azimetle ameli şiÂr edinmek, nÂfilelerle de Hakk ’a kurbiyetimizi artırmak, gonul Âlemimizin mÂnen terakkî etmesi icin son derece ehemmiyetli bir husustur. Bu cercevede helÂl gıda ile beslenmek de buyuk bir onemi hÂizdir.
İbÂdetler, rûhu besleyen mÂnevî gıdÂların yanısıra, bir de vucûdun maddî gıdÂlardan aldığı guc ve kuvvetle îf edilebilmektedir. Bunyeye, helÂl gıdÂdan rûhÂniyet ve feyz aksederken, bunun zıddı olan haram ve şupheli gıdÂlardan ise kasvet, sıklet ve gaflet sirÂyet eder.
AllÂh ’ın emrine itaat, teslîmiyet ve rız hÂlinde olan kalpler; hikmet, hayır ve feyz mecrÂı olur. Bunun zıddına, haramlardan ve şupheli şeylerden korunmayan kalp ve bedenler ise, baştanbaşa bir kotuluk barınağı ve ahlÂksızlık yuvasına doner.
AbdulkÂdir GeylÂnî -kuddise sirruh- alınan gıdaların kalp tasfiyesindeki ehemmiyetine şoyle dikkat ceker:
“Bak evlÂdım! Haram yemek kalbi oldurur. Lokma vardır, kalbini nûrlandırır; lokma vardır onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dunya ile meşgul eder; lokma vardır ukb ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dunyanın da zÂhidi yapar; lokma vardır, seni dunya ve Âhiretin HÂlıkı ’na yoneltir. Haram yemek, seni dunya ile meşgul eder ve mÂsıyetleri sana sevimli gosterir. Mubah yemek, seni Âhiretle meşgul eder ve taatleri sana sevdirir. HelÂl yemek ise kalbini Mevl ’ya yaklaştırır.”
Hazret-i MevlÂn -kuddise sirruh- da:
“Dun gece mîdeme birkac şupheli lokma indi ve ilham yolunu tıkadı.” buyurur ki, bu da alınan gıdÂnın maddî durumu kadar mÂnevî durumuna da dikkat etmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır.
MÂnevî eğitimin ikinci esası, ihsan şuurunun kalbimizde bir idrÂk haline gelmesine vesîle olması bakımından, istiğfar, duÂ, zikir ve tesbihattan oluşan “evrÂd u ezkÂr”a ehemmiyet vermektir. Nefsin tezkiyesi (arınması) ve kalbin tasfiyesinde, zÂhirî ibÂdet ve taatlerimizin buyuk bir ihlÂs, huşû ve vecd icinde îf edilmesinde ve yine ahlÂk ve davranışlarımızın nezÂket, zarÂfet ve letÂfet kazanmasında, “evrÂd u ezkÂr”ın yeri pek buyuktur. Tarih boyunca, nebîlerin ve velîlerin şahsiyet eğitim vasıtalarından biri de hic şuphesiz bu olmuştur.
Ucuncu esas, mÂnevî hÂl sahibi bir murşid-i kÂmilin hÂliyle hallenmeye (insibağ ve in ’ikÂs) vasıta olan “sohbet”tir. Sohbet, esÂsen beraber olmak demektir. Haller sirÂyet edicidir. SÂlih ve sÂdıklarla beraber olmak, zamanla onlara benzemeyi temin eder. Sohbet, Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in ashabını yetiştirme usûludur. ŞÃ‚h-ı Nakşibend -kuddise sirruh-; “Yolumuz sohbet yoludur.” buyurmak sûretiyle mÂnevî eğitimin merkezine “sohbet”i yerleştirmiştir.
Sohbet, sadece kitap okuma ya da vaaz meclisi değildir. Sohbet, ilÂhî feyz, rahmet ve sekînetin indiği rûhÂnî bir meclistir. Bu meclislerde gonuller yumuşar ve Allah ile beraberliğin mÂnevî hazzını tadar. Herkes kendi ihtiyacına gore mÂnevî bir recete alır. İbÂdet vecdiyle devam edilen sohbetlerin tadı tÂrif edilemez.
Sohbeti tesirli kılan “ihlÂs”tır. Kelimelere yuklenen mÂnÂların kalbe aktarılarak kişinin şahsiyetini olgunlaştırması ve davranışlara intikÂli, ihlÂs sÂyesinde gercekleşir.
Seyr u sulûkte dorduncu esas, AllÂh ’ın kullarına ve hatt butun mahlûkÂta şefkat ve merhametle hizmeti vazife bilmektir. Herkes, istidÂdı ve imkÂnları olcusunde hizmet mes ’ûliyetini yureğinde hissetmek mecbûriyetindedir. Makbul bir hizmet; ihlÂs, merhamet ve diğergÂmlık dolu bir gonulle mahlûkÂta yonelmek sûretiyle AllÂh ’ın rızÂsının aranmasıdır.
İlÂhî rızÂyı elde etme yolunda hizmetin yeri pek muhimdir. Bu itibarla, hizmet ehli kimseler, hizmet ettiklerinden maddî ya da mÂnevî bir karşılık beklemek yerine, AllÂh ’ın rızÂsını kazanmasına vesîle olmaları cihetiyle, hizmet edilenlere karşı kalben muteşekkir olmalıdırlar.
Diğer taraftan hizmet, en onemli mÂnevî eğitim vasıtalarından biridir. Ulfet, infak, tevÂzû, îsar ve fedÂkÂrlık gibi daha nice guzel vasıflar, ancak hizmet sayesinde şahsiyetin ayrılmaz bir parcası hÂline gelir. Hak yolculuğunda, ayakların kaymaması ve ilÂhî yardımın kulun imdÂdına yetişmesinde (tevfîk) de hizmetin ehemmiyeti pek buyuktur.
***
MÂnevî terakkîde dikkat edilmesi gereken daha bircok usûl ve ÂdÂb soz konusudur. Biz burada, bu usûl ve ÂdÂbın belli başlıları uzerinde duracağız.
I- GECEDEKİ SIR ve SEHER VAKTİ CenÂb-ı Hakk ’ın geceye verdiği kıymet ve onun icine yerleştirdiği sırlar, sayısızdır. Bu hususta Rabbimizin:
“Geceye ve gecenin icinde olan şeylere andolsun!” (el-İnşikÂk, 17) şeklinde kasem (yemin) buyurmasındaki sır, idrÂkimize ve gonlumuze nice hakîkatleri seyrettirmek icin acılan ilÂhî bir penceredir.
Vahiyler, ekseriyetle gece vakitlerinde gelmiştir. Peygamberliğin ilk mujdeleri olan sÂdık ruyÂlar, ilham bahşeden gecelerin rûhÂniyetinde vukû bulmuştur. Bizlere bir ikram sadedindeki “RahmÂnî ruy” denilen Levh-i Mahfuz ’dan istikbÂle akseden parıltılar, feyizli gecelerin sînesinde zuhûr eden hikmetlerdendir. Tum beşerin, yuzu suyu hurmetine yaratıldığı HabîbullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in ilÂhî huzûra kabul edilerek ezelî ve ebedî vuslatın hakîkatine erdiği Mîrac hÂdisesindeki “İsr”, bir gece yolculuğudur.
Olgunluğa erişmiş mu ’minler icin geceler, derûnundaki sukûnet ve feyz dolayısıyla mustesn bir ganîmettir. Bu ganîmetin kadrini lÂyıkı ile bilenler, bilhassa gece yarısından sonra butun mahlûkÂtın istirÂhate cekilerek Âlemi derin bir sukûnetin kapladığı hengÂmda, duÂ, ibÂdet ve Hakk ’a yanık ilticÂların kabûlu icin Rablerine teveccuh etmenin feyizli zemînini bulurlar.
Gece vakti her şey sukûna erdiğinden, kÂinÂt kesretten vahdete doğru meyleder. Diğer bir ifadeyle kul, dunyevî meşgalelerin dağınıklığından kurtulur ve Hakk ’a doğru yolculuğa teksîf olur. Bu itibarla vahdet ve vuslata ermek isteyenler icin bu anlar, bulunmaz fırsat demleridir.
Seher vakitleri, CenÂb-ı Hakk ’ın kullarına husûsî dÂvet anlarıdır. Kulun, Rabbinden gelen bu dÂveti nîmet bilmesi ve teşekkurlerle karşılaması îcÂb eder. Seherleri ihy etmek, kulun Rabbine duyduğu hÂlisÂne muhabbet ve tÂzîmin bir ifÂdesidir.
Gece ve seherleri uyanık gecirmek husûsunda CenÂb-ı Hak, gazab-ı ilÂhîden sakındıkları icin ebedî nîmetlere mazhar olarak cennette pınar başlarında dinleneceklerini beyÂn ile medhettiği bahtiyar kulları hakkında şoyle buyurur:
“Onlar geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfÂr ederlerdi.” (ez-ZÂriyÂt, 17-18)
(O RahmÂn ’ın kulları ki,) Rab ’lerinin huzûrunda kıyÂma durarak ve secdelere kapanarak gecelerini ihy ederler.” (el-FurkÂn, 64)
Gece namazı ve tesbîhÂtı, Âdeta Yuce YÂr ile buluşup sohbet etme mÂhiyeti taşır. Seherler, feyz ve rûhÂniyetini butun bir gune taşıyacak bir vecd icinde ihy edilmelidir. Herkes uyurken uyanık olmak, MevlÂ-yı MuteÂl ’in rahmet iklîmine girmek, Hak TeÂl ’nın muhabbet ve merhamet meclisine dÂhil olan mustesn kullarından olmak demektir.
Eğer mu ’min, geceyi gÂyeli kullanabilir ve zikrin rûhÂniyetinden nasip alabilirse gecesi gunduzunden daha aydınlık olur. LÂkin gÂyesiz ve uykuya mahkûm bir gece ise, taşa, denize ve cole yağan yağmur gibi semeresiz ve telÂfisi zor bir kayıptır.
Gecenin bediî manzarasının cÂzibesi ve sırları, onu ibÂdet ve tefekkurde derinleşerek gecirenlere ayÂn olur. Bu sırra sahip olan kulların kalbî Âlemleri, ulvî hasletlerle yerler ve gokler kadar genişleyip nice ilÂhî tecellîlere mÂkes olur ve mÂrifetullÂh libÂsına burunur.
Nebiyy-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle buyurmuşlardır:
“Gecede bir saat vardır ki, Allah ’tan dunya veya Âhiretle alÂkalı bir hayır taleb eden bir musluman o saate rastlarsa, Allah istediği şeyi ona mutlak verir. Bu saat, her gecede vardır.” (Muslim, MusÂfirîn, 166)
Hasan-ı Basrî Hazretleri ’ne sordular:
“–Gece namazı kılanların yuzleri nicin guzel ve nurlu olur?”
Şoyle buyurdu:
“–Cunku onlar, RahmÂn ile başbaşa kalmışlardır...”
Bu beraberlik dolayısıyla Âşıklar, gecenin nasıl gectiğini anlayamadan iştiyak ve muhabbetleri artmış bir vaziyette sabaha ulaşırlar.
İlÂhî sır ve hakikatlerin keşfi icin gecelerin kıymetini ifade sadedinde BÂyezid-i BistÂmî Hazretleri de şoyle buyurur:
“Geceler gunduz olmadan bana hicbir şey fetholunmadı.”
Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri gece ibadetinden mahrûmiyetin sebebi hakkında der ki:
“Gece ibÂdetine kalkmak, gunahlar altında ezilen kişiye ağır gelir.”
***
Gecelerdeki mÂnevî sırrı idrÂk eden ehl-i gonul bilir ki, gecelerin feyzinden istifÂdeyi ihmÂl edenler, sabaha yorgun ve uyuşuk cıkarak gunduzun bereketinden de mahrum kalırlar. Gecelerin nîmetini bilmeyen boyle kimseler icin gunduzun hayrını duşunmek mumkun değildir. Dolayısıyla sabahın selÂmetini elde etmek isteyen her insan, ilÂhî ve mÂnevî manzaraların iklîmine girebilmek yolunda gecesini gÂyeli kullanmak mecbûriyetindedir.
Bu itibarla Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyururlar:
“Farzlardan sonra en fazîletli namaz, gece kalkarak kılınan namazdır.” (Muslim, SıyÂm, 202-3; Tirmizî, MevÂkît, 207)
Yine Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:
“CebrÂîl -aleyhisselÂm- geldi ve şoyle dedi: «…Hic şuphe yok ki, mu ’minin şerefi (değeri) teheccud namazındadır...»” (Cem ’u ’l-FevÂid, I. 335)
Amr bin Abese -radıyallÂhu anh- şoyle anlatır:
“–Ey AllÂh ’ın Rasûlu! Vakitler icinde AllÂh ’a yakınlık bakımından, diğerlerine gore daha fazîletli olan bir vakit var mıdır?” diye sordum.
“–Evet, Rabbin kula en yakın olduğu vakit, gecenin son kısmının ortasıdır. Eğer o saatte AllÂh ’ı zikreden kimselerden olmaya gucun yeterse ol! Cunku namaz (o saatte) meşhûddur (melekler o esnÂda hazır bulunurlar).” buyurdu. (NesÂî, MevÂkîtu ’s-SalÂt, 35)
HayÂtı gun ve gece periyodu icinde gormek, ayrı bir ilÂhî ihtişam ve ibret levhasıdır. Bir mu ’minin gecesini tamÂmen uykuda harcayarak ilÂhî feyz ve rûhÂniyetten mahrum kalması, geceleri bir heykel donukluğu icinde uykuya kurban etmesi, buyuk bir husrandır. Zira bizler, fÂnî lezzetleri ellerinden alınacak Âhiret yolcularıyız. Bir yaz bulutu hÂlinde gelip gecen dunya hayÂtı, Âhiret endişesi olmadan yaşanıyor ise bu, gunduzu akşamsız telÂkkî etmekten başka bir şey değildir.
***
Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, mÂnevî terakkînin en muhim vÂsıtalarından biri olan teheccudun butun ummeti tarafından hassÂsiyetle ed edilmesini istemiştir. Bu husustaki telkinlerine oncelikle yakınlarından başlamış ve bir gece Hazret-i Ali ile Hazret-i FÂtım ’nın kapısını calarak:
“–Namaz kılmayacak mısınız?” buyurarak gecenin mÂnevî feyzinden istifÂde etmelerini ısrarla tavsiye etmiştir.
Yine ashÂbına da:
“Aman gece kalkmaya gayret edin! Cunku o, sizden onceki sÂlih kimselerin Âdeti ve AllÂh ’a yakınlık vesîlesidir. (Bu ibÂdet) gunahlardan alıkoyar, hatÂlara keffÂret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî, DeavÂt, 101/3549) buyurmak sûretiyle onları seherlerde uyanık olmaya dÂvet etmiştir.
KÂdî BeydÂvî -rahmetullÂhi aleyh-in verdiği şu bilgiler, ashÂb-ı kirÂmın gecelerini nasıl değerlendirdiklerini gostermektedir:
“Ummet icin beş vakit namaz farz olup da gece namazı sunnet hÂline gelince, Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, ashÂbın ahvÂlini muşÃ‚hede sadedinde gece vakti hucre-i saÂdetlerinden dışarı cıkıp ashÂbın evleri arasında dolaşmış ve o evleri Kur ’Ân kıraati, zikir ve tesbih sesleriyle arı kovanları gibi uğuldar bir hÂlde bulmuştu.”[3]
NÂfile ibadetler husûsunda CenÂb-ı Hak, kullarına muhtelif lutuflarda bulunmuştur. Onlardan biri de şudur: Kişi, îtiyad hÂline getirdiği bir ameli, herhangi bir mÂzeret sebebiyle yapamadığında, CenÂb-ı Hak o kuluna aynen o ameli işlemiş gibi sevap verir.
Nitekim hadîs-i şerifte şoyle buyrulur:
“Bir kimse hastalanması veya (cihad ve hayır icin) yola cıkması sebebiyle, yapageldiği nÂfile ibadetlerini îf edemezse, ona evinde sıhhatli iken yaptığı amellerin sevabı yazılır.” (BuhÂrî, CihÂd, 134; Ahmed, IV, 410, 418)
Şu Âyet-i kerîme de bu mÂnÂyı ifade etmektedir:
“Fakat îmÂn edip sÂlih amel işleyenler icin eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.” (et-Tîn, 6)
Mufessirlerimiz bu Âyet-i kerîmeden şu mÂnÂları cıkarmışlardır:
Bir mu ’min, nÂfile ibadetlere istikrarlı bir şekilde devam ederse, yolculukların zor anlarında, hastalıklarda veya yaşlılıkta bunları îf edemediğinde, Yuce Rabbimiz aynı sevabı ona ihsÂn eder. Bedeni amel edemez olduğunda, hatt vefat ettikten sonra bile onun ecri, ilÂhî bir lutufla sonsuza kadar devam eder.
***
Geceler, tatlı ve yumuşak yatakları sırf Allah TeÂl ’nın rızÂsı icin terk ederek ilÂhî huzûra yalnızca muhabbet ve aşk sebebiyle baş koyma zamanıdır. Dolayısıyla geceleyin herhangi bir farzıyyeti olmadığı hÂlde kılınan namazların AllÂh ’a yakınlık bakımından ehemmiyeti buyuktur. Bu itibarla gonullerde aşk ve muhabbet-i ilÂhînin şiddeti ne kadarsa, gece namazına rağbet ve riÂyet de o derecede olur.
Allah Rasûlu r, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Sordular:
“–YÂ RasûlÂllah! Allah TeÂlÂ, Fetih Sûresi ’nde sizi tamamen bağışladığını bildirmiş olduğu hÂlde nicin kendinizi bu kadar yoruyorsunuz?”
Buyurdular:
“–Şukreden bir kul olmayayım mı?” (BuhÂrî, Teheccud, 6)
Geceleri ihy edebilmek, pek kolay olmadığından, bazı hususlara riÂyet îcÂb eder. Bu yolda lÂzım gelen, gece ibÂdeti iştiyÂkı yanında, başta akşam yemeklerini mumkun mertebe cok hafif yemek ve erken yatmaktır. Nitekim:
“Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- yatsıdan once uyumayı, yatsıdan sonra konuşup sohbet etmeyi yasaklardı.” (BuhÂrî, MevÂkîtu ’s-salÂt, 23)
Bunun, yÂni erken yatıp yatmamanın istisnÂsı, ancak Allah yolunda hizmet ve geceyi ihyÂya mÂnî olmayacak istikÂmette benzeri meşrû sebeplerdir. Bu incelik, gece namazına kalkmaktaki zorluğu bertaraf edebilmek ve uykuyla birlikte şeytanın ensemize attığı gaflet duğumlerini acabilmek bakımından dirÂyetli ve azimli olabilmek icindir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Biriniz uyuduğu zaman şeytan, onun ense kısmına uc duğum atar. Her duğume de:
«Uzerine uzun bir gece var olsun (uyu)!» der. Uyanıp da AllÂh ’ın adını andığı zaman duğumlerin biri cozulur, abdest aldığında ikincisi cozulur, namaz kıldığında ise, duğumlerin hepsi cozulur. Boylece sabahleyin dinc ve neşeli olarak kalkar. Aksi hÂlde (yÂni bunları yapmazsa) tembel ve morali bozuk olarak kalkar.” (BuhÂrî, Teheccud, 12)
Bir adam İbrahim bin Edhem Hazretlerine:
“–Gece ibÂdetine kalkamıyorum, bana bir cÂre oğret.” deyince İbrahim bin Edhem Hazretleri, ona şu cevÂbı verir:
“–Gunduzleyin AllÂh ’a isyÂn etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O ’nun huzûrunda bulunmak, yuce bir şereftir. GunahkÂrlar bu şerefi hak edemezler!”
***
Geceden nasip alabilmek, “istiğfÂr” ile başlar; tevhîd, salevÂt-ı şerîfe ve zikrin rûhÂniyetine burunmekle devÂm eder. Seherlerdeki zikir, yÂni kulun Mevl ’sı ile buluşması, kalbin ihyÂsı bakımından bulunmaz bir fırsat ve ihmÂl edilemez bir ihtiyactır. Zira cesedimizin maddî gıdÂya ihtiyÂcı olduğu gibi, rûhumuzun da mÂnevî gıdÂya ihtiyÂcı vardır. CenÂb-ı Hak, seherlerde îf edilen zikre, sÂir zamanlardakinden daha fazla kıymet vermektedir.
II- EVRÂD U EZKÂR Seherlerde cekilen evrÂd u ezkÂr, yÂni gonlun Rabbi ile berÂber olması, kalbin ihyÂsı bakımından cok muhimdir. Hak dostları “Virdi olmayanın vÂridi olmaz.” buyurmuşlardır. Yani duzenli bir şekilde zikirden nasibi olmayanın, gonlune ilÂhî fuyûzÂt ve sunûhÂt lutfedilmez demektir.
Butun evrÂd u ezkÂrın uzerine bin edildiği en onemli virdimiz; sahih bir îtikad, huşû uzere bir ibadet hayatı ve Allah Rasûlu ’nun usve-i hasene (en guzel bir model) olarak bizlere takdim edilen hayatını kendimize esas almaktır.
CenÂb-ı Hak, yarattığı canlı-cansız butun mahlûkÂtına kendini tanıtmış ve onları dÂimî bir sûrette zikir ile vazifelendirmiştir. Bu sebeple butun varlıklar, yaratılışları muktezÂsınca kendi hÂllerine mahsus bir sûretle Rab ’lerini tanırlar ve O ’nu zikrederler.
Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- da bu hususta şoyle buyurur:
“Butun varlıklar kendilerine has bir sûrette AllÂh ’ı zikrederler. Fakat bu hususta varlıklar farklı seviyelerdedir:
MahlûkÂt icinde gafletten en uzak olanı cemÂdÂttır. Cunku onlar, yemek-icmek, hava teneffus etmek gibi ihtiyaclardan mustağnîdirler. CemÂdattan sonra nebÂtat gelir ki, ihtiyac başlar. Zira, toprak, su ve guneşten aldıkları gıdÂları ilÂhî tÂyinle terkîb edip rengÂrenk cicekler, yapraklar ve meyveler vucûda getirirler. Daha sonra hayvÂnÂt gelir. Bunların hayatî fonksiyonları nebÂtÂttan daha mutekÂmildir. Bundan dolayı ihtiyacları coğalmıştır. NefsÂniyet artmıştır. İnsanın ihtiyacları ise bitmek tukenmek bilmez. Benlik, nefsÂnî hayaller ve dunyevî ihtiraslar onu devamlı gaflete sevk eder.”
KÂinÂt sayfalarındaki esrar ve hikmeti gercek anlamıyla idrÂk edebilmek, ancak gonul Âleminde derinleşmeye bağlı bir keyfiyettir. Gonul gozuyle yeryuzune ve semÂya nazar eden bir mu ’min, kalbinin bambaşka bir hissiyÂt ile dolduğunu fark eder. Kur ’Ân-ı Kerîm, goklerde ve yerde zerreden kurreye her şeyin HÂlık ’ını zikr u tesbîhte bulunduğunu îlÂn etmektedir. Nitekim Âyet-i kerîmelerde goklerin, yerin, dağların, ağacların, cimenlerin, guneşin, ayın, yıldız ve yıldırımların, hayvanların, yuvarlanan taşların, hatt yere duşen sağlı sollu golgelerin sabah-akşam secde ettiği şoyle bildirilir:
“Goklerde ve yerde bulunanlar da onların golgeleri de sabah-akşam, ister-istemez, sadece AllÂh ’a secde ederler.” (er-Ra ’d, 15)
“AllÂh ’ın yarattığı herhangi bir şeyi gormediler mi? Onun golgeleri, kuculerek ve AllÂh ’a secde ederek sağa sola doner.” (en-Nahl, 48)
Âyet-i kerîmeler, onumuze son derece ihtişamlı bir manzara seriyor. Bu manzarada secdeler, golgelerin de iştirÂkiyle cift hÂldedir. YÂni biri varlığın; diğeri de o varlığın golgesinin olmak uzere aynı anda cift secde... KÂinÂtın her zerresi, isteyerek ya da istemeyerek hep birlikte Rabb ’e ibÂdet icin secdeye varmış ve kendisini HÂlık ’ının huzûrunda vazifesini îf etmeye vermiş...
Allah ’tan başka ilÂhlar edinen gÂfiller de bilmezler ki, putlaştırdıkları eşyÂnın golgesine varıncaya kadar butun varlık, aslında o inkÂr ettikleri AllÂh ’a yonelmiş hÂlde ve Rabb ’in butun kÂinÂta koyduğu nizÂma tÂbî durumdadır! Bu ne buyuk aldanış ve ziyandır!
Yine Âyetlerde golgelerden, eşyÂdan, canlılardan ve meleklerden muteşekkil bir sahne tasvîr ediliyor. Hepsi bir ibÂdet vecdiyle ve huşû icinde vazîfesini îf ediyor. AllÂh ’a ibÂdet etmekten kacınıp, emrine muhÂlefet etmek bedbahtlığı ise yalnızca insanoğlunun şaşkın gÂfillerine Âit bir keyfiyet olarak kalıyor. Âyet-i kerîmeler, butun mahlûkÂtın ve hatt golgelerinin bile Rab ’lerine boyun bukuşunu, bu gÂfillerle Âdeta istihz edercesine yuzlerine carpıyor.
Gercekten etrafımızı ibret nazarıyla seyredersek, ufukların derinliklerine doğru uzanan goklerin yerlere kapanışı, dağların uzanışları ne değişik bir secde hÂlidir. Ağacların, cicek ve cimenlerin, hayvanların ve insanların, sağdan soldan topraklara duşen golgeleri, o heyecanlı secde hÂlini ne guzel sergiler. Sanki toprak her varlığın golgesinin bir seccÂdesidir. Yağmur hÂdisesi de, sanki bir semÂvî ağlayış, cakan şimşeklerin arkasından gelen gok gurultuleri, semÂnın sînesinden fışkıran ÂşikÂre feryatlardır.
Yerdeki ve goklerdeki mahlûkÂtın hÂlleri, duyarlı bir yurek icin ne muthiş bir irşaddır. En kucuk bir boceğin iğne ucu kadar kalbindeki niyazlarından, t cesim ve haşmetli hayvanların kukreyişlerine kadar hepsi ilÂhî kudret akışlarının ayrı ayrı tezÂhurleridir.
Bulbullerin bir damlacık yureklerinden dokulen feryat nağmeleri, kumrulardan yayılan “hû, hû”lar, leyleklerin “lek, lek”leri, alıcı gonuller icin ne duygulu tesbihlerdir. Hak TeÂl Âyet-i kerîmede şoyle buyurur:
“Gormez misin ki; goklerde ve yerde olanlar guneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaclar, hayvanlar ve insanların bircoğu AllÂh ’a secde ediyor…” (el-Hacc, 18)
Gorulduğu gibi varlıklar ve hatt cemÂdÂt, hep tesbihÂt hÂlindedir. Ne yazık ki insanların bir kısmı AllÂh ’ın zikrinden gÂfil kalmaları sebebi ile azÂba dûcÂr olacaklardır. Gercekten cihandaki zerrelerden kurrelere kadar her şey HÂlık ’ını tanımakta, kuşlar bile ibÂdet ve niyazlarını bilmekte, dağlar, dereler zikr u tesbîhe devam etmektedir. HÂl boyleyken kÂinÂtın bu ihtişamlı zikir, tesbih ve ibÂdet programı karşısında bile insanın intibÂha gelmemesi ve bu ibretli manzaradan hisse alamayıp alık ve abus bir hÂlde Hakk ’ın zikrinden mahrum kalması, insanlık haysiyetiyle bağdaşmayan ne acı bir kayıptır.
Şuphesiz ki, ilÂhî unsiyetin yolu, kulun Rabbini unutmamasıdır. Basîret sahibi mu ’minler hangi yone baksalar O ’nun zikir nûrunu; neye kulak verseler O ’nun tesbih nağmelerini dinlerler.
Bizler de bu dunya hayÂtında Rabbimizi ne kadar anarsak yarın ukbÂda ilÂhî vuslata o seviyede vÂsıl oluruz.
Temiz bir vicdanla yaşamanın, îmanla olup ebedî huzur ve safÂya kavuşmanın yolu Rabbi unutmamaktır. Zira Âyet-i kerîmenin de ifadesiyle; “Kalpler ancak zikrullÂh ile itmi ’nÂna (hakîkî huzura) erişir.” (er-Ra ’d, 28)
Rabbini unutanın omru, bir gaflet girdabında ziyan olur gider. O gafletten ancak olumle uyanılır. LÂkin o vakit her şey bitmiş ve buyuk bir husranın icine duşulmuş olur.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“AllÂh ’ı unutan ve bu yuzden AllÂh ’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan cıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
***
AllÂh ’ı zikretmek, “Allah” lafzını sÂdece kelime olarak tekrarlamaktan ibÂret değildir. Zikir, ancak tahassus istîdÂdının merkezi olan kalpte mekÂn bulduğu zaman niyet ve amellerin seviye bulmasına Âmil olur. İşte bu keyfiyette bir zikir, kulun bezm-i elestte; “Evet! Sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde CenÂb-ı Hak ile yapmış olduğu ahdine vef gostermesi ve o sadÂkatle Rabbini asl unutmamasıdır.
Peygamber Efendimiz ’in hizmetcisi olan VÂkıd -radıyallÂhu anh- Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in şoyle buyurduğunu nakleder:
“Kim Allah -azze ve celle- Hazretleri ’ne itaat eder, emir ve yasaklarına hakkıyla riÂyet ederse, O ’nu zikretmiş olur; velev ki (nÂfile) namazları, orucları ve Kur ’Ân tilÂveti az bile olsa!
Kim de Allah ’a karşı isyÂn hÂlinde bulunursa (gunahları terk etmezse), CenÂb-ı Hakk ’ı zikretmemiş olur; velev ki (nÂfile) namazları, orucları ve Kur ’Ân okuması cok bile olsa!” (Heysemî, II, 258)
Zikrullah ’tan gÂfil kalmanın buyuk tehlikesinden dolayıdır ki CenÂb-ı Hak biz kullarına bu hususta pek cok îkazlarda bulunmuştur. Zira mu ’min gonullerin gaflet katılığından kurtulup ilÂhî rızÂya nÂil olabilecek hassÂsiyete ulaşmasının yolu, zikr-i dÂimîden gecmektedir. Bu da bir muddet veya bir mevsim değil; bir omur boyu, her nefes alıp verişte zikrullah şuurunu taşımakla mumkundur. Zira mÂnevî uyanıklık, ancak bu sÂyede hÂsıl olur.
Bu itibarla bizler de Rabbimize sonsuz bir muhabbet iklîmine girerek, dunyevî ihtirasların ve fÂnî menfaatlerin sarsamayacağı bir mÂnevî zindeliğe erişme gayreti icinde bulunmalıyız. Zira sevenler sevdiklerini dÂim gonullerinde taşırlar ve asl hatırlarından cıkarmazlar.
Fahr-i KÂinÂt Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- zikir ve zikir meclislerinin fazîleti hakkında bir kudsî hadislerinde şoyle buyurmuşlardır:
“Allah TeÂl buyuruyor ki: Ben kuluma, Ben ’im hakkımdaki zannına gore muÂmele ederim. O Ben ’i zikrettiğinde Ben onunla berÂberim. O Ben ’i, kendi icinde zikrederse, Ben de onu zikrederim. O Ben ’i bir topluluk icerisinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk icerisinde anarım.” (BuhÂrî, Tevhid, 15)
Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- birgun ashÂb-ı kirÂma hitÂben:
“–Amellerinizin Allah katında en temizini, derecelerinizin en yukseğini, altın ve gumuş sadaka vermenizden daha hayırlısını, duşmanlarınızla karşılaşıp boyunlarını vurmanızdan ve onların da sizin boynunuzu vurmasından daha hayırlısını haber vereyim mi?” diye sordu. Onlar da:
“–Haber ver, ey AllÂh ’ın Rasûlu!” dediler. Bunun uzerine Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“–AllÂh ’ı zikretmektir.” buyurdu. (Tirmizî, DeavÂt, 6)
Zikrullah ferdî olarak yapılabildiği gibi topluluk hÂlinde de yapılabilir. Nitekim MuÂviye -radıyallÂhu anh- mescidde halka hÂlinde oturan bir cemaatin yanına geldi ve:
“–Burada nicin toplandınız?” diye sordu.
“–AllÂh ’ı zikretmek icin toplandık.” diye cevap verdiler. O tekrar:
“–Allah aşkına doğru soyleyin. Siz burada sadece AllÂh ’ı zikretmek icin mi oturdunuz?” diye sordu.
“–Evet, sadece bu maksatla oturduk.” dediler. Bunun uzerine MuÂviye -radıyallÂhu anh- şoyle dedi:
“–Ben sizin sozunuze inanmadığım icin yemin vermiş değilim. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e benim kadar yakın olup da benden daha az hadis rivÂyet eden yoktur. Birgun Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- halka hÂlinde oturan sahÂbîlerinin yanına geldi de onlara:
«–Burada nicin oturuyorsunuz?» diye sordu.
«–Bize İslÂmiyet ’i nasip ederek buyuk bir lutufta bulunması sebebiyle AllÂh ’ı zikretmek ve O ’na hamdetmek icin oturuyoruz.» diye cevap verdiler. Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
«–Allah adına doğru soyleyin. Gercekten siz burada sadece AllÂh ’ı zikretmek icin mi oturdunuz?» diye sordu.
«–Evet, vallÂhi sadece bu maksatla oturduk.» dediler. Bunun uzerine AllÂh ’ın Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
«–Ben size inanmadığım icin yemin vermiş değilim. Fakat bana CebrÂil gelerek Allah TeÂl ’nın meleklere sizinle iftihar ettiğini haber verdi de onun icin boyle soyledim.» buyurdu.” (Muslim, Zikir, 40)
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kalbî eğitim husûsunda ashÂb-ı kirÂmın istîdÂdına gore zikir tÂliminde bulunurdu. Ummu HÂnî ile arasında gecen şu konuşma bunu ne guzel misÂllendirir:
Ebû TÂlib ’in kızı Ummu HÂnî -radıyallÂhu anhÂ-, Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e murÂcaat ederek:
“–YÂ RasûlÂllah! Ben ihtiyarladım ve zayıfladım. Bana oturduğum yerde yapabileceğim bir ibÂdet tavsiye eder misin?” diye sordu.
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de:
“–Yuz def «subhÂnallÂh»,
Yuz def «elhamdulillÂh»,
Ve yuz def «l ilÂhe illÂllÂh» de!” buyurdular. (İbn-i Mace, Edeb, 56; Ahmed b. Hanbel, Musned, VI, 344)
Bedenimizin maddî gıdÂya ihtiyÂcı olduğu gibi rûhumuzun da HÂlık ’ını tanıyıp kulluk yapabilmesi icin mÂnevî gıdÂya ihtiyÂcı vardır. Maddî gıdÂlar nasıl ki t kılcal damarlara kadar yayılıp bedenin hayÂtiyetini devÂm ettirirse, mÂnevî gıd olan zikrullÂhın da butun letÂiflerde mekÂn bulup mu ’mini intibÂha getirmesi zarûrîdir. ÎmÂnlı olmenin, ilÂhî neşveler ve safÂlara kavuşmanın yolu zikr-i dÂimîdedir.
Zikrin temiz bir vicdanla îfÂsı da son derece muhimdir. Bu sırra binÂendir ki, ehlullah hazarÂtı evrÂd u ezkÂra umûmiyetle tevbe ve istiğfarla başlamışlardır.
a) Tevbe ve İstiğfar
Tevbe, Hakk ’a donuş demektir. Hakk ’ı unutan ya da O ’ndan gafil olan bir kulun, girdiği yanlış yolun farkına varıp yuzunu ve gonlunu Rabbine yoneltmesi ve affını dilemesidir. Boyle bir kulun kalbi buyuk bir nedÂmetle, icin icin yanar ve ılık gozyaşlarıyla Rabbine gonlunu acar. İşte bu yanış ve pişmanlık “tevbe”dir. Ardından af dilemek icin kalplerden taşan niyazlar da “istiğfar”dır.
Başta peygamberler olmak uzere butun velîler, sÂlihler ve sÂdıklar; darlıkta ve bollukta, kederde ve sevincte dÂim CenÂb-ı Hakk ’a iltic etmişler ve O ’na niyÂz hÂlinde bulunmuşlardır. Du ve istiğfardan mustağnî kalabilecek hicbir kul tasavvur olunamaz. Du ve istiğfar, gercek mÂhiyetiyle derûnî bir nedÂmet ve iltic mÂnÂsını ihtiv ettiğinden, AllÂh ’a yakınlığın en muhim vÂsıtasıdır.
Hic gunahımız olmasa dahî, lutfedilen ilÂhî nîmetlere şukredebilmemiz, tÂkatimizin uzerindedir. Bu bakımdan da acziyet icinde istiğfÂr etmemiz, kulluğun zarûretindendir. CihÂnı gonul gozuyle temÂşÃ‚ ettiğimizde goruruz ki butun mahlûkÂt, ilÂhî nîmetlere şukurden once acziyetlerini îtiraf mevkiinde bulunmaktadır. Bu itibarla irÂde sÂhibi olan ve bu irÂdeyi kullanmakta hatÂdan mutlak bir sûrette sÂlim kalması mumkun olmayan Âdemoğlu icin istiğfar, AllÂh ’a takarrub/yakınlaşma yolunda atılacak ilk adımdır.
İbn-i Omer -radıyallÂhu anhumÂ- şoyle der:
“Biz, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in bir mecliste yuz defa:
رَبِّ اغْفِرْ لِى وَتُبْ عَلَىَّ إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
«AllÂh ’ım! Beni bağışla ve tevbemi kabul buyur! Cunku Sen tevbeleri cok kabûl eden ve cok merhamet edensin.» dediğini saymıştık.” (Ebû DÂvûd, Vitir, 26/1516; Tirmizî, DeavÂt, 38/3434)
AllÂh ’a yoneliş ve kalbin ulvî bir seviye kazanmasında muhim bir yeri olan istiğfar, mÂnevî kirlerden temizlenmenin de en muhim vÂsıtasıdır. Makbûl bir tevbe, kul ile Rab arasındaki engelleri ve perdeleri kaldırır, Allah TeÂl ’nın sevgisine mazhar eder. Nitekim CenÂb-ı Hak şoyle buyurmaktadır:
“Şuphesiz Allah, cok tevbe eden ve cok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222)
Seherlerden sonra nasıl ki şafak vakti gelip karanlıklar uzaklaşır ise seher vakitlerindeki istiğfarlar da, gunah karanlıklarından kurtulup nurlu mağfiret şafaklarına kavuşmamızın rahmet iklîmidir!
Beşeriyet îcÂbı herhangi bir gunÂha duşulduğunde, derhÂl tevbe ve istiğfÂra sarılmak ve AllÂh ’a yonelmek îcÂb eder. Zira CenÂb-ı Hak, rÂzı olduğu muttakî kullarını şoyle medhetmektedir:
“Onlar, bir kotuluk yaptıkları veya kendilerine zulmettikleri zaman, AllÂh ’ı hatırlayıp gunahlarından dolayı hemen tevbe ve istiğfÂr ederler. ZÂten gunahları Allah ’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri gunahta bile bile ısrÂr etmezler.” (Âl-i İmrÂn, 135)
“O muttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfÂra devÂm ederler.” (ez-ZÂriyÂt, 17-18)
Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de şoyle buyurmuştur:
“Kul bir gunah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. ŞÃ‚yet o gunÂhı terk edip istiğfÂra sarılarak tevbeye yonelirse, kalbi cilÂlanır. Boyle yapmaz da tekrar gunahlara donerse, siyah noktalar artırılır ve neticede butun kalbini kaplar. İşte Hak TeÂl Hazretleri ’nin:
«Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kotu) ameller sebebiyle, kalplerinin uzeri pas tutmuştur.» (el-Mutaffifîn, 14) diye bahsettiği durum budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83/3334)
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bir başka hadîslerinde, istiğfÂrın faydalarını şoyle beyan buyurmuşlardır:
“Bir kimse istiğfÂrı dilinden duşurmezse, Allah TeÂl ona her darlıktan bir cıkış, her uzuntuden bir kurtuluş yolu gosterir ve ona ummadığı yerden rızık verir.” (Ebû DÂvûd, Vitir, 26/1518; İbn-i MÂce, Edeb, 57)
Diğer taraftan tevbe ve istiğfar, dunyada ve Âhirette azaptan kurtuluş vesîlesidir. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle buyurur:
“Allah TeÂl Hazretleri (şu Âyetle) ummetim icin bana iki emÂn indirdi:
Sen aralarında olduğun muddetce Allah onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir. Onlar istiğfarda bulundukları muddetce, Allah onlara azÂb etmeyecektir. (el-EnfÂl, 33) Ben aralarından ayrıldığımda, (AllÂh ’ın azÂbını onleyecek ikinci emÂn olan) istiğfÂrı kıyÂmete kadar ummetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8/3082)
Seher vakitleri Hak TeÂl Hazretleri ’nin kullarına ikram ve ihsanlarının sağanak hÂlinde yağdığı demlerdir. Nitekim Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuşlardır:
“Rabbimiz her gece dunya semÂsına iner ve:
«Tevbe eden yok mu, onun tevbesini kabûl edeyim? İsteyen yok mu, ona istediğini vereyim? İstiğfÂr eden yok mu, onu bağışlayayım?» diye nid eder.” (Muslim, MusÂfirîn, 168-170)
Tevbenin seviye kazanabilmesi icin şu hususlara da ehemmiyet vermek îcÂb eder:
Tevbe edenin kalbinden cıkan ilk soz, “acziyet”in îtirÂfı olmalıdır. İcimizdeki sefil “ben”likten bir zerre bile kalmış ise, tevbe ve du gayesine varamamış demektir. Tevbede istenen, ilÂhî rahmet ve berekettir. Tevbede dileriz ki, sonsuz bir kudret sahibi olan Hak TeÂl bize acısın ve uzerimize lutfunu yağdırsın!.. Yani istiğfar, dilimizle muayyen bir sayıyı doldurma faaliyeti değildir. Engin bir tefekkur ve tehassusun eşlik ettiği bir yakarıştır.
Her amel-i sÂlihte olduğu gibi tevbede de samîmiyet ve ihlÂs şartı vardır. Oyle ki, bircok ehlullÂh, ettikleri tevbelere dahî tevbekÂr olmuşlardır. YÂni tevbeye muhtac tevbelerden AllÂh ’a sığınmak ve Âyette buyrulan “tevbeten nasûh” sırrına nÂil olmak zarûreti vardır. Cunku nefs ve şeytan, gonlu celmeye yol bulamayınca, sûret-i haktan gorunurler de bu defa guzellikleri ve iyilikleri telkin eden birer ustad kesilirler. Boylece kulu tuzağa duşurerek tevbeleri yele verirler.
Tevbe, bir af dileme olduğundan samîmî pişmanlığın gercekleşmesi ve affı istenen gunahın bir daha yapılmaması husûsundaki kat ’î azmi îcÂb ettirir.
Bunun icin CenÂb-ı Hak şoyle îkaz buyurur:
“…Sakın şeytan, AllÂh ’ın affına guvendirerek sizi kandırmasın.” (LokmÂn, 33)
Tevbe ve istiğfÂrın son derece ehemmiyetli olması sebebiyledir ki rûhî tekÂmul icin butun tasavvuf yollarında seherlerdeki evrÂd u ezkÂra istiğfÂr ile başlanır. En veciz istiğfar cumlesi:
أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ الْعَظِيمَ
“ŞÃ‚nı pek yuce olan Allah ’tan bağışlanmamı diliyorum.” ifadesidir.
Buyuk Tevbe
أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ، أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ، أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ الْعَظِيمَ الْكَرِيمَ الَّذِى لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ؛ اَلْحَىَّ الْقَيُّومَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ. وَنَسْئَلُهُ التَّوْبَةَ وَالْمَغْفِرَةَ وَالْهِدَايَةَ لَناَ، إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ؛ تَوْبَةَ عَبْدٍ ظاَلِمٍ لِنَفْسِهِ، لَا يَمْلِكُ لِنَفْسِهِ مَوْتاً وَلَا حَيَاةً وَلَا نُشُوراً.
Mağfiretini talep ediyorum AllÂh ’ım! Bağışlamanı diliyorum Rabbim! Kusur ve gunahlarımdan beni tertemiz kılmanı istiyorum Yuce MevlÂm!
(Bir aciz kul olarak ben) Kerîm olan, kendisinden başka hicbir ilÂh olmayan, dÂim diri (el-Hayy) ve her şeyin kendisiyle ayakta durduğu ve varlığını surdurduğu (el-Kayyûm) Yuce Rabbimin mağfiretini (bağışlamasını) niyaz ederim. O ’na yonelir ve Yuce ZÂt ’ından bizlere tevbe, mağfiret ve hidÂyet lutfetmesini talep ederim. Zira tevbeleri kabul eden ve kullarına son derece merhametli olan O ’dur. Kendi nefsine zulmeden ve olmeye de, hayatta kalmaya da, yeniden dirilmeye de kendi iktidÂrı olmayan aciz bir kul olarak Rabbime tevbe ederim.
Kul, “Estağfirullah” sozu ile hatasının farkında olarak, CenÂb-ı Hak ’tan hiclik duygusu icinde bağışlanmayı isterken, yine Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’den nakledilen “Seyyidu ’l-İstiğfÂr” sozleri ile de Rabbine, yeniden bir kulluk sozu verir. Diğer bir ifadeyle “Elest bezmi”ndeki ahdini tazelemiş olur.
Seyyidu ’l-İstiğfÂr
اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبِّى لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ خَلَقْتَنِى وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ، أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَىَّ وَأَبُوءُ بِذَنْبِى؛ فَاغْفِرْ لِى ذُنُوبِى فَإِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ.
“Ey AllÂh ’ım! Sen benim Rabbimsin. Sen ’den başka ilÂh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Sen ’in kulunum. Ve ben îmÂn ve ubûdiyetimde/kulluğumda gucum yettiği kadar Sen ’in ahd u misÂkın uzereyim. YÂ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Sen ’in bana ihsÂn ettiğin nimetleri ikrar ve îtirÂf ederim. Kendi kusur ve gunahlarımı da ikrar ve îtirÂf ederim. YÂ Rabbi! Sen beni af ve mağfiret eyle. Zira Sen ’den başkası gunahları af ve mağfiret edemez.” (BuhÂrî, DeavÂt, 2, 16)
b) Kelime-i Tevhîd
لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ.
“Butun saltanat ve hukumranlık kendisinin olan (Melik) ve apacık yegÂne hakikatin ta kendisi olan Allah ’tan başka hicbir ilÂh yoktur.”
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ صَادِقُ الْوَعْدِ الْأَمِينُ.
Muhammed -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Allah TeÂl ’nın, vaadinde sÂdık ve guvenilir bir Rasûludur.
Kelime-i tevhîd, Allah ’tan başka ibÂdete lÂyık hicbir varlığın olmadığını ilan etmektir. Bir anlamda fÂniliğin icine girmek ve hakikatte “BÂkî” olanın ancak Allah olduğunun şuur ve idrÂkine ermektir.
Ebû Hureyre -radıyallÂhu anh- ’tan rivÂyet edildiğine gore Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ashÂb-ı kirÂma hitÂben:
“–ÎmÂnınızı yenileyiniz!” buyurdu.
AshÂb-ı kirÂm:
“–Ey AllÂh ’ın Rasûlu, îmÂnımızı nasıl yenileyelim?” diye sordular.
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de:
“–«LÂ ilÂhe illallÂh» sozunu cokca soyleyiniz!” cevabını verdi. (Ahmed, II, 359; HÂkim, IV, 285/7657)
Kelime-i tevhîd, sadece lafızda kalmamalı, mutlaka kalpte yer etmelidir. VahdÂniyyet-i ilÂhiyye, engin bir tefekkur ve şuurla gonle tam bir şekilde işlemelidir. Tevhîd inancı, eksik telÂkkîlerle bir yara almamalıdır. Zira kalp, nefsÂniyetin işgaline mÂruz kalırsa, tevhîd anlayışı da yaralanacaktır. Bu itibarla kalbin, nefsin şirretinden ve hoyratlığından korunması gerekiyor.
Seherde cekilen kelime-i tevhîdlerin mÂn ve muhtevÂsının gunduzlere de intikÂl etmesi lÂzımdır. Gunduz ne kadar “L ilÂhe”nin mÂnÂsıyla yoğrulup mÂsiyetten uzaklaşabiliyor ve “İllallÂh”ın muhtevÂsına girip CenÂb-ı Hak ’la beraberliği temin edebiliyoruz? “Muhammedun RasûlullÂh”ın hakkını verme adına, Efendimiz ’i ne kadar ornek alabiliyoruz? İşte kelime-i tevhîdlerimiz, gonlumuzde boyle telkinlere vesîle olabilmelidir.
CenÂb-ı Hak, kelime-i tevhîdi yaşamamızı, ZÂt-ı ulûhiyetini sevmemizi istiyor. Bunun icin de “LÂ ilÂhe” diyerek, bilhassa kalpte putlaşmaya başlayan her ne var ise reddetmek ve kalbi onlardan butunuyle boşaltmak gerekiyor. Zira Rabbimiz, nefsimizin veya başkalarının putperesti olmaktan, yani zÂhir ve bÂtın butun putperestliklerden sıyrılmamızı istiyor. “İllallÂh” diyerek de kalbin yalnız CenÂb-ı Hakk ’a tahsîs edilmesi gerektiğini bizlere hatırlatıyor.
Kelime-i tevhîdi kÂmil mÂnÂda yaşayabilmenin neticesi, Rabbimizin cemÂl sıfatlarının uzerimizde tecellî etmesidir.
Mesel “er-RahmÂn” ismi bizde tecellî edecek olursa, merhametimiz Âmm/umûmî ve şÃ‚mil/kuşatıcı olur. Yani HÂlık ’ın nazarıyla mahlûkÂta bakış tarzı kazanır ve şefkatimizi yalnız kendimize ve yakınlarımıza değil butun yaratılmışlara karşı gostermiş oluruz.
“el-Afuv” sıfatı tecellî ederse, AllÂh ’ın kullarının bize karşı işlemiş oldukları kusur ve hatalarını kolayca affetmek mumkun hÂle gelir. ÎmÂn edenlere karşı gonlumuzde bir kin ve intikam duygusuna yer kalmaz.
“el-Vedûd” ismi tecellî ederse, museccel Allah duşmanları haric, herkese ve her şeye karşı derin bir muhabbet besleriz.
HulÂsa seherde başlayan tevhîdin rûhÂniyeti once gonullerimizi ve sonra da gece ve gunduzumuzu ihÂta ederse, son nefesimiz, yÂni dunyadaki her şeye buyuk vedÂ, kelîme-i tevhîdin rûhÂniyeti ile -inşÃ‚allÂh- bir şeb-i arûsa donuşur.
c) SalavÂt-ı Şerîfe
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْب&#1616