DuÂnın da sozun de ÂdÂbına riÂyet etmek gerekir. Bir anlık heyecanla buyuk konuşmak, kaldıramayacağı yukun sozunu vermek ve haddi aşmak, kulu muşkul vaziyetlere dûcÂr eder.MevlÂn Hazretleri buyurur:
“Allah yolunda ateşe girmek vardır. LÂkin ateşe atılmadan once, kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır! Cunku ateş seni değil, İbrahimleri tanır ve yakmaz!..”
“Tutalım ki İbrahim gibi put kırdın, peki beden putunu onun gibi ateşe atabilir misin?”
“Mesel sen, Hazret-i Mûs ’nın asÂsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûs ’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderha yapabilesin ve onu zaptetmeye kÂdir olabilesin.”
“Diyelim ki, oluleri dirilten Hazret-i Îs ’nın nefesine mÂliksin, onun duÂsı da aklında. Fakat ey gafil! Sende Hazret-i Îs ’nın gunahsız ağzı var mı ki nefesinle olu gonulleri diriltesin, on­ları muhabbet zevkiyle canlandırasın?”
“Diyelim ki, Hazret-i Ali ’nin ZulfikÂr adlı kılıcı sana mîras kaldı. Sende AllÂh ’ın arslanı Hazret-i Ali ’nin kolu, kuvveti var mı ki ZulfikÂrı kullanabilesin?!.”
Enbiy ve evliyÂnın, CenÂb-ı Hakk ’a olan mustesn yakınlık, tevekkul ve teslîmiyetleri sebebiyle sergiledikleri birtakım fevkalÂde hÂl ve davranışlar, bizler icin aynıyla taklit edilecek olculer değildir. Bunlar, ancak hayranlıkla seyredip kendi hÂl ve şartlarımız icinde gayret ve heyecanımızı artırmamız icin bildirilmiş hakîkatlerdir.
Kalp ve hÂl bakımından zayıf ve noksan birinin, bir anlık coşkunlukla, mÂn semÂsının yıldız şahsiyetlerindeki mustesn tavırları sergilemeye kalkışması, kendini bilmezliktir. “Ben de Âlemlerin Rabbi ’ne teslim oldum” diyerek ateşin Hazret-i İbrahim ’i yakmaması hÂdisesinin, kendisi icin de aynı şekilde gercekleşmesini beklemek gibi… İbrahim -aleyhisselÂm- ’ın kalbî kıvamına erişmemiş bir kimse icin boyle bir teşebbusun neticesi, apacık bir husrandır.
Ayrıca Hak dostları hicbir zaman, Allah ’tan bel ve musibetlerle sınanmayı talep etmezler. Bununla birlikte başlarına bir musibet geldiğinde; onu sukûnet, sabır ve metÂnetle karşılarlar. Zira AllÂh ’ın hicbir kuluna tÂkatinin ustunde yuk yuklemeyeceğini, Allah ’tan gelen iptilÂların sabrının da muhakkak beraberinde geleceğini bilirler. Bir musîbete mÂruz kaldıklarında, acziyetlerini îtiraf ederek CenÂb-ı Hakk ’ın rahmetine sığınır, Rab ’lerine karşı kulluk edebini titizlikle muhafaza ederler.
ALLAH EN AĞIR SIKINTILARI EN SEVDİĞİ KULLARINA VERİR Fakat bu sırrı idrÂk etmeden; “Allah en buyuk iptilÂları en sevdiği kullarına veriyor.” diye Allah ’tan musîbet talep etmek ise, cÂhilÂne bir cur ’ettir. Zira CenÂb-ı Hak, kulunun talep ettiği iptilÂyı verip de ona tahammul gucunu ihsÂn etmeyecek olursa, kul bu yukun altında ezilip mahvolmaktan kurtulamaz.
Asr-ı saÂdette yaşanmış olan şu hÂdise, bu hakîkati ne guzel îzah etmektedir:
Enes -radıyallÂhu anh- şoyle anlatır:
Resûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- son derece zayıflamış bir hastayı ziyaret etti ve:
«–AllÂh ’a bir şey icin du ediyor muydun, veya O ’ndan bir şey istiyor muydun?» diye sordu.
Hasta:
«–Evet, “AllÂh ’ım, bana Âhirette vereceğin cezÂyı bu dunyada hemen peşin olarak ver!” diye du ederdim.» dedi.
Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:
«–SubhÂnallah! Senin buna gucun yetmez. Şoyle du etseydin olmaz mıydı:
“...Rabbimiz! Bize dunyada da iyilik ver, Âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem azÂbından koru!” (el-Bakara, 201)»
Bunun uzerine o hasta bu duÂyı yaptı ve şif buldu.” (Muslim, Zikir, 23; Tirmizî, DeavÂt, 71/3487)
Diğer taraftan nice insan; “Ben şoyle şoyle du ettim, fakat kabul olmadı.” der. Şunu unutmamak gerekir ki duÂnın kabûlu, ağızdan ziyade bir kalp meselesidir. Yani ağızdan cıkan sozden cok, kalbin CenÂb-ı Hakk ’a olan yakınlık ve samimiyetine bağlı bir keyfiyettir.
İBADETİN ADABI Demek ki duÂnın da sozun de ÂdÂbına riÂyet etmek gerekir. Bir anlık heyecanla buyuk konuşmak, kaldıramayacağı yukun sozunu vermek ve haddi aşmak, kulu muşkul vaziyetlere dûcÂr eder.
SahÂbeden Abdullah bin Amr -radıyallÂhu anh-, her gun oruc tutup her gece Kur ’Ân ’ı hatmetmeye ve geceleri uyumamaya karar vermişti. Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bunu haber alınca ona îtidÂl tavsiyesinde bulundu. Ayda uc gun oruc tutmasını, Kur ’Ân-ı Kerîm ’i de ayda bir defa hatmetmesini soyledi. Ayrıca bedeninin, Âile fertlerinin ve ziyaretcilerinin haklarına da riÂyet etmesinin daha hayırlı olacağını bildirdi.
Abdullah -radıyallÂhu anh- ise daha fazlasını yapmaya gucunun yeteceğini soyleyerek Efendimiz ’den her defasında daha da artırmasını istedi. NihÂyet DÂvut -aleyhisselÂm- ’ın orucu gibi bir gun tutup bir gun tutmamaya, haftada bir hatim indirmeye kadar vazifelerinin artmasına sebep oldu. Efendimiz ’in işaretindeki sırrı idrÂk edemedi. Gun gelip ihtiyarladığında, eski guc ve tÂkati kalmadığı icin, vaktiyle verdiği sozu tutmakta zorlandı ve;
“–Keşke Allah Resûlu ’nun verdiği ruhsatı kabul etmiş olsaydım.” diyerek pişmanlığını ifade etti.[1]]
Dipnot:
[1] Bkz. BuhÂrî, Savm 55, 56, 57, Teheccud 7, Enbiy 37, NikÂh 89; Muslim, SıyÂm, 181-193.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Mevlana, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
KURAN-I KERİM ’DE GECEN ŞİFA AYETLERİ NELERDİR?