Hz. MevlÂn ’nın gozuyle Hz. Muhammed (s.a.v.) nasıl bir insandı ve nasıl bir peygamberdi?Mesnevî ’ye gore ezeli muhabbet ve varlık nuru.
PEYGAMBERİMİZİN NURU Mesnevî: “Gel ey gonul! Hakîkî bayram, CenÂb-ı Muhammed -sallallÂhu aleyhi ve sellem- ’e vuslattır. Cunku cihÂnın aydınlığı, O mubÂrek varlığın cemÂlinin nûrundandır.” (c.6, 1861)
Ezelde yalnız kendisi var olan CenÂb-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrÂkleri seviyesinde bilinmeyi (mÂrifetullÂhı) ve bunun bir neticesi olarak ibÂdetlerle kullarının seviye kazanarak kendisine daha yakın olmalarını murÂd ettiği icin bu cihÂnı yaratmıştır. Bu yaratılışta ilk vucud bulan “Nûr-i Muhammedî”dir. Bu hususta AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“–Âdem, rûh ile cesed arasında iken ben nebî idim.” (Tirmîzî, MenÂkıb, 1) buyurmuştur. Oyleyse Peygamber -aleyhissalÂtu vesselÂm- ’ın aslî cevheri olan nûr-i Muhammedî; yaratılışta ilk olmasına mukÂbil, beden giydirilerek nebî ve rasûl sıfatıyla butun bir insanlığa rahmet olarak gonderilişi ile de en sondur. Peygamberlik takvimi, varlığın ilki olan “Nûr-i Muhammedî” ile başlamış; son yaprağı da “CismÂniyet-i Muhammedî” ile tamamlanıp kemÂle erdirilmiştir.
Nûr-i Muhammedî, “Hakikat-i Muhammediye”nin ozu, aslı ve mayasıdır. Nasıl değerli bir mucevher, cıplak bir sûrette takdim olunmaz ve birtakım nÂdide ambalajlarla zarif mahfazalar icine konursa, butun varlıklar da “Nûr-i Muhammedî” karşısında o mevkîdedir. Onun izzet-i hakkı icin yaratılmıştır. Buna gore varlığın ilk sebebi, Cenab-ı Hakk ’ın bizzat kendi varlığı; ikinci sebebi ise “Nûr-i Muhammedî”yi sÂir varlıklar ile zarflandırmak ve suslemek gereğidir. Nitekim, diğer bir hadîs-i şerifte şoyle buyurulmaktadır:
“Âdem -aleyhisselÂm-, cennetten cıkartılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatÂsını anlayıp:
“−YÂ Rabbî! Muhammed -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- hakkı icin, Sen ’den beni bağışlamanı istiyorum.” dedi. AllÂh TeÂlÂ:
“−Ey Âdem! Henuz yaratmadığım hÂlde Muhammed -sallallÂhu aleyhi ve sellem- ’i sen nereden bildin?” buyurdu.
Âdem -aleyhisselÂm-:
“−YÂ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan uflediğinde, başımı kaldırdım, arşın sutunları uzerinde “LÂ ilÂhe illÂllÂh, Muhammedu ’r-RasûlullÂh” cumlesinin yazılı olduğunu gorunce anladım ki, Sen, zÂtının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izÂfe edersin!” dedi.
Bunun uzerine AllÂh TeÂlÂ:
“−Doğru soyledin ey Âdem! Hakîkaten o, Bana gore mahlukÂtın en sevimlisidir. Onun hakkı icin Bana du et. (MÂdem ki du ettin), Ben de seni bağışladım. ŞÃ‚yet Muhammed -sallallÂhu aleyhi ve sellem- olmasaydı seni yaratmazdım!” buyurdu.” (HÂkim, Mustedrek, II. 672; Beyhakî, DelÂil, V, 488-489)
Muhabbet, insanda kalbin varlığının ilk alÂmetidir. Bu hÂlin kemÂli ise en lÂyıkına, yani muhabbetin hÂlıkı, AllÂh TeÂl ve O ’nun sevgili Rasûlu ’ne duyulan muhabbettir.
“BEN, GİZLİ BİR HAZİNEYDİM…” Mesnevî: “Ey oğul! Butun dunyÂyı, ağzına kadar ilimle, guzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki, bu ilim ve guzellik, zuhuru zÂtının muktezÂsı olan ve zuhur etmemesine imkÂn bulunmayan AllÂh ’ın Dicle ’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Marifetine muhabbet etti. Boylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhÂr etti. Toprağı, goklerden daha parlak bir hÂle getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hÂline getirdi.” (c.1, 2860-2863)
AllÂh, zaman ve mekÂndan munezzehtir. O, zamansız ve mekÂnsız bir Âlemde, zÂtî hakîkati sadece Kendisine mÂlum bir sûrette mevcuttur. CenÂb-ı Hakk ’ın bu mevcûdiyeti mutlak, diğer yaratılan butun varlıkların vucûdu ise, izÂfîdir.[1]
Buna gore ezelde yalnız kendi var olan ve var olmak icin başka bir var ediciye muhtac bulunmayan Cenab-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrakleri seviyesinde bilinmeyi ve bu bilginin doğurduğu vicdÂnî bir zarûretle ibadetlerle tekrîm olmayı murad eylediğinden, “Âlem-i kesret” (cokluk Âlemi) denilen bu cihÂnı yaratmıştır. Bu gercek, كُنْتُ كَنْزاً مَخْفِياًّ yani “Ben, gizli bir hazineydim…” (İsmÂil Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahf&#238 sûretindeki hadis-i kudsî ile bildirilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, icinde yaşadığımız Âlemin varlık sebebi ve hikmetini kavramak ve o hikmeti gercekleştirmeye yonelmek uzere, butun insanlık icin en temel bir hayat dusturudur.
ASHÂB-I KEHF ’İN KOPEĞİ KITMÎR ’İN FAZİLETİ Mesnevî: “Bil ki, ici ilÂhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır; belki hayvandan daha aşağıdır. Zîr AshÂb-ı Kehf ’in kopeği dahî aşk ehlini aradı, buldu, ruhanî bir safÂya erişti ve o has kullarda fÂnî olarak Cennet ’i kazandı.” (c.2, 1425; 1428)
AshÂb-ı Kehf, Kur ’an ’da anlatılan mu ’min ve muvahhid genclerden oluşan kucuk bir topluluktur. Bu gencler, iclerinde bulundukları toplumun kufur, fesad ve zulmunden uzaklaşarak, îmÂnları istikametinde yaşamaya gayret etmişler ve bu îmÂnlarını acıklamaktan cekinmemişlerdir. Ancak o zÂlim topluluk arasında can emniyetleri kalmadığı icin yaşadıkları şehri terk ederek, bir mağaraya sığınmışlardır. Yolda, bir kopek (Kıtmîr) de onlara katılmış ve mağarada kendilerine bekcilik yapmıştır. Bu îmÂnlı gencleri takip eden ulkenin kralı Dakyanus ve askerleri, mağaranın ağzına kadar gelmiş, fakat onları kılıctan gecirmek yerine mağaranın giriş bolumunu taşlarla kapatarak, onları, bu hÂl uzre olume terk etmiştir. Aradan ucyuz kusur yıl gecmiş, mağaradaki bu gencler AllÂh ’ın bir lutfu olarak bu sure boyunca uyuyakalmışlar ve nihayet uyanmışlardı.
Hazret-i MevlÂnÂ, bu îmÂnlı gencler hakkında Kur ’Ân-ı Kerim ’de nakledilen (Kehf Sûresi, 9-22. Âyet-i kerîmeler) kıssada, Kıtmîr ’in hÂline dikkat cekerek; gercek îmÂn ve aşk ehilleri ile beraberliğin, bir kopeği dahî, “Cennet ehli” olmaya kadar varacak bir safÂya eriştireceğini bildiriyor. Boyle kimselerle beraberliğin, bir kopeğe bile hayal otesi bir nimetin takdir edilmesini zikrederek, bizi onun yerinde bulunabilecek bir insan icin, nasıl buyuk nimetler takdir edileceğini duşunmeye sevk ediyor. Bu sûretle, sÂdıklarla ve sÂlihlerle beraber olmamızdaki berekete işaret ederek bizleri bu yolda yurumeye teşvik ediyor. Esasen Cenab-ı Hak, Kur ’Ân-ı Kerim ’de “…SÂdıklarla beraber olunuz.” (Tevbe, 119) buyurduğundan bu keyfiyet, aynı zamanda Kur ’Ânî bir irşaddır.
Nitekim Peygamber Efendimiz, Cennet ’te hayvanlar bulunmayacağı hÂlde Kıtmîr ’in ve fÂrikalarından dolayı birkac hayvanın Cennet ’e girmeyi hak ettiğini haber vermiştir.
Mesnevî:“Muhabbet, bulanık suları berraklaştırır. Gercek muhabbet, olu kalbleri diriltir; pÂdişÃ‚hları bile kul-kole eyler!..” (c.2, 1530-1531)
MevlÂn ’nın muhabbet icin, “Bulanık suları berraklaştırır.” buyurması, aşk ve muhabbetin, insan hayatındaki feyizli neticelerine işarettir.
Hakîkaten muhabbet tahakkuk edince zahmet, rahmete inkılap eder; guclukler kolaylığa donuşur. Bir kimse aşkla yoneldiği bir yolda, karşılaştığı guclukleri aşmak icin muhabbet sÂyesinde bir kudret, liyÂkat ve dirÂyet kazanır. Ferdî ve tabiî hayatta bile karşılaşılan zorluklar, yaptığı işi seven insanlar icin, muhabbetinin gucu nisbetinde yok olur veya kuculur, ehemmiyetsizleşir. Nitekim ashÂb-ı kirÂm, İslÂm dinine bağlılıkları, AllÂh ’a ve Peygamber Efendimize muhabbetleri sebebiyle, bu yuce dinin tebliği icin Cin, Semerkand ve İstanbul gibi uzak diyarlara zorlu, cetin ve cileli seferler yapmışlar, ama bu onları yormamıştır. Zîr sînelerinde taşıdıkları risÂlet nûrunun izleri ve îmÂn aşkı, bu uzun ve meşakkatli seferlerde cektikleri cileleri kendileri icin Âdet bir lezzet hÂline getirmişti. Ferhat ’a da dağları delmek, mecÂzî, fÂnî aşkı sayesinde bile kolaylaşmış ve o, bu guc işin ustesinden zevkle gelmişti.
Muhabbet, yoneldiği varlığın sevilmeye liyÂkati olcusunde şiddetli olur. Bu bakımdan muhabbetlerin en ulvî ve en feyizlisi, “muhabbetullah”tır, yani kulun Rabbine karşı olan sevgi ve aşkıdır. Cunku ondan başka buyuk bir aşk ile yonelmeye lÂyık hic bir varlık yoktur ve olamaz. Zîr muhabbetin hÂlıkı, O ’dur. Nitekim Âyet-i kerîmede muminlerin AllÂh ’a olan muhabbetleri anlatılırken:
Muminlerin AllÂh ’a olan muhabbetleri ise herşeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165) buyurulmaktadır.
İnsanlar en buyuk bedeli, aşk sebebiyle oderler. Ferhat ’a Şirin icin dağları delmek; Mecnûn ’a Leyl uğruna collerde yaşamak kolay gelmiştir. “MecÂzî aşk” dediğimiz bu gibi sevgilerin, insanları aşkları uğrunda hayat fed etme derecesinde dehşetli bir diğergÂmlığa sevk edebildiği duşunulurse, “ilÂhî aşk” yolunda, binlerce kere can fed etmek bile az kalır. Seven, sevilen yolunda, sevdiği nisbette kendi benliğinden fedÂkÂrlık etmeye ve bazen de tamamen vazgecmeye meyil duyar. Bu sebeple ashÂb-ı kiram, canını-malını AllÂh ve Rasûlu ’nun yoluna fed hÂlinde yaşamışlar, bu hÂli canlarına minnet bilmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamberin en ufak bir arzusuna, yurekten “Anam, babam, malım ve canım sana fed olsun ey AllÂh ’ın Rasûlu!” diye karşılık vermişlerdir.
FÂtih Sultan Mehmed ’in askerleri de “Elbette İstanbul fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne guzel kumandan, onu fetheden asker ne guzel askerdir!..” (Ahmed bin Hanbel, IV, 335; HÂkim, IV, 468/8300) hadîs-i şerîfinin şumûlune girebilmenin canhıraş mucadelesine girmişlerdi. Rum ateşleri ve kızgın yağlar uzerlerine dokulurken Bizans ’ın surlarına tırmanıyorlar ve coşkun bir îmÂn vecd ve heyecanı icinde:
“–Bugun şehid olma sırası bize geldi.” diyorlardı.
Yukarıdaki misallerde de gectiği uzere beşerî aşklar icin yapılan fedÂkÂrlıklar hatırlanırsa; insandaki sevme meylinin zirvesi olan aşk hÂlinin, AllÂh ve Rasûlu ’ne muteveccih bulunmasının, mu ’mini, yani bir Hak Âşığını ne hÂle getireceği hesab edilmelidir. O hÂl, kendi fÂnîliğini tuketmek, gercek kulluğa ulaşmak, yani AllÂh karşısında yok olup hicliğini idrak ederek kullukta zirveye ulaşmak demektir.
RûhÂniyet iklîmlerinde, ilÂhî menbÂdan feyizlenen muhabbetler, binbir rÂyiha ile meltemlenen cennet bahcelerinin cicekleri gibidir. Onun, zaman zaman yaprakları dokulse, cicekleri solsa bile, o, yine baharların tebessumu ile feyz u bereket ve neşv u nem bulur.
Ancak lÂyıkını bulamayan muhabbetler ise, fÂnî hayÂtın hazin israflarıdır. Mubtezel ve bayağı menfaatlerin kıskacında kalan muhabbetler, kaldırım kenarlarında acan ciceklere benzer ki, er-gec ciğnenmeye ve mahvolmaya mahkûmdur. Sokağa duşurulmuş bir pırlanta, ne kadar tÂlihsizdir! LiyÂkatsiz bir gonle dûcÂr olmak, ne hazin bir yıkımdır!
İLAHİ AŞKA GİDEN YOL Mesnevî: “Cesedi yakmadan, ilÂhî aşk ve muhabbet lezzetlerine vÂsıl olmak mumkun değildir.” (c.1, 22)
Yukarıdaki beyit dolayısıyla ifade ettiğimiz gibi kul, yaratıcısına muhabbetle yoneldiği ve bu muhabbet aşk derecesine yukseltilebildiği takdirde, fÂnî varlık ve ona bağlı butun imkÂnlar gozden duşer, ehemmiyetini kaybeder. Ortada “ben” ve “sen” kalmaz. Benlik gider, fÂnî varlık AllÂh ’a ait senlikle ihy olur.
Bu gerceği tersinden ifade etmek istersek, kalbi, dunya ve onun nimetlerinden ve bunlara ait muhabbetten kurtarmadıkca, dunyamızda ilÂhî aşkın şimşeği asla cakmaz; ilÂhî lutuflar perdelenir. MuhabbetullÂh, kalbi dunya muhabbetinden temizlemedikce tam olarak gercekleşmez.
MevlÂn Hazretleri buyurmuşlardır ki:
“Ruzgar ve topraktan korkan damla gibi olma! Zîr bu ikisi, damlacığı helÂk eder: Ruzgar onu kurutur, toprak da emer! Fakat o damla denize sıcrayabilse, guneşin hararetinden de kurtulur, ruzgÂrdan ve topraktan da... O damlanın gorunen varlığı denizde yok olur, ama zÂtı ve hakîkati, da­imî bir şekilde o denizin bir cuz ’u olarak kalır!
FÂnî bir varlık, kendisini bakî bir varlığa teslim edince, o da bakî ve olumsuz olur! Ey varlık Âlemine nisbetle bir damla mesabesinde olan kişi!... Kendine gel de, pişman olmadan gercek saadete nÂil olabilmek icin varlığını Hakk ’a ver! Ver de; bir damlacık canına karşılık denize kavuş, o ucsuz bucaksız deniz ol! Kendine gel; varlığını bu yuceliğe fed et, denizin avucuna gir de nefsin dehlizlerinde telef olmaktan kurtul!”
MESNEVİ ’DE VEFA Mesnevî: “Aşk, muhabbet, dostluk gibi hususların cumlesi vefÂya bağlıdırlar ve dÂim vefÂlı olan kimseyi ararlar. Onlar, vefÂsız bir gonule asl yaklaşmazlar.” (c.5, 1165)
VefÂ, insandaki istikrar hÂlinin bir neticesidir. Mayıs bocekleri gibi yanıp sonen muhabbetlerle bir yere varılmaz. Ruhunda istikrar meyli olan insandır ki, bir defa ilÂhî aşkın lezzetinden haberdÂr olunca, o yoldan donmez ve fÂnî varlığından vazgecinceye kadar bu yolda ilerler. Bu istikrara sahip olmayanların kalbi, muhabbetullÂhı uzun sure taşıyamaz. Boyleleri, sahip olduğu nimetin idrakinde eksik kalmış demektir. İdrak tam olsa, tadılan lezzet, sahibinin olum Ânına kadar devam eden bir vasfı olur.
Bu demektir ki, aşk ve muhabbet, yerleşeceği kalbin zemininde istikrar ve bunun neticesi olan vefÂyı bulmazsa orada barınamaz. Muhabbetullah ise -şiddeti sebebiyle- yerleşeceği kalplerde bu vasfı bulmadığı takdirde o kalpte tecellî etmez.
Vef ve fedÂkÂrlık, kalbin seviyesini gosteren en muhim pusulalardandır. FedÂkÂrlıktan uzakta kalma ve vefÂdan mahrûmiyet, muhabbet ve dostluğa ihanettir.
MESNEVİ ’DE MUHABBET Mesnevî: “De­ni­ze ka­vu­şan bir ne­hir­de ne­hir­lik bi­ter, gir­di­ği de­ni­zin bir par­ca­sı olur.” (c.4, 2619)
“Ye­di­ği­miz bir ek­mek, bun­ye­miz icin­de erir ve vu­cû­du­mu­zun bir par­ca­sı h­li­ne ge­lir. (Se­ven bir kim­se­nin var­lı­ğı da, duy­du­ğu mu­hab­be­tin şid­de­ti ka­dar, sev­di­ğin­de kaybolur.)” (c.1, 3166)
“Aşk olmasaydı, varlık nerden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana verirdi; gelir, senin vucuduna katılırdı da, sen olurdu?
Ekmek kendini sana verdi, sen oldu! Neden boyle oldu? Aşktan, istekten! Yoksa, ekmeğin senin bedeninde can olmasına yol verirler miydi?
Aşk, olu ekmeğe bile can bağışlıyor; fÂnî olan canını sana katıyor, ebedîleştiriyor!” (c.5, 2012-2014)
Muhabbet, seven ile sevileni aynîleştirir veya biri diğerini benliğinde yok eder.
Muhabbet arttıkca, yoneldiği varlıkla alakalı her şeyi icine almaya başlar ve onlara nufûz ile sirÂyet eder. Mesela bir kimseyi şiddetle seven, onun doğduğu şehre, o şehrin insanlarına veya sevdiği insanın hÂllerine benzer hÂller taşıyanlara, onun ismini taşıyanlara… ilh. derece derece muhabbet eder. Buna muhabbetin “şuurî derinlik” kazanması da denir. Pakistan ’ın meşhur mutefekkiri Muhammed İkbal, MevlÂn CelÂleddin Rûmî ’ye o kadar muhabbet hÂlinde idi ki, ucağı Turk hava sahanlığına girdiği zaman heyecandan gayr-i ihtiyÂrî ayağa kalkmış:
“–Şimdi MevlÂn ’nın yurduna girdik!..” demiştir.
Yesrib ’i, “Medînetu ’n-Nebî” yapıp gonullerde taht kurmasını temin eden unsur, bağrında şefkatle bastığı Âhirzaman Peygamberinin bulunmasıdır. Hazret-i Peygamber ve onun şehri “Medîne” anıldıkca, gonullere ılık bir meltem eser. Yine Uhud ’u yuzbinlerce dağdan ayırıp sevimli kılan da Peygamber Efendimizin ona olan husûsî muhabbetidir.
Boyle bir muhabbet, genişleyip butun varlıkları icine aldığı zaman, onun adı “mutlak aşk” olur. Butun varlıkların kendisine bağlanabildiği tek varlık ise CenÂb-ı Hakk ’tır. Cunku onların hepsi, AllÂh ’ın, hÂlık (yaratıcı) sıfatından bir nebze alarak “var” olmuşlardır. Oyleyse aşkın insan anlayışına gore zirvesi demek olan gercek aşk, muhabbetin ancak AllÂh ’a yonelmesi ile gercekleşebilir. O derecede ki, AllÂh ’la irtibatları dolayısıyla butun varlıklar o muhabbetin icine girerler. Hakk ’ın nazarıyla mahlûkÂta bakış tarzı başlar. Yılan urkutucu olmaktan cıkar. Bu olcuyle bakıldığı zaman mutlak aşk, ancak ve ancak AllÂh ’ın guc yetirebileceği bir fiildir.
Biz, AllÂh ’a ait başka sıfatları da ceşitli varlıklara, ozellikle insana izÂfe ederiz. Mesela bir kimseye “Âlim” veya “Âdil” deriz. Boyle derken insanın AllÂh gibi ilim sahibi veya adÂletli olduğunu iddia etmeyiz. Eğer bunu kasdetsek, şirk olurdu. Cunku biz, bu sıfatları AllÂh ’tan başkası icin kullanırken, AllÂh ’ın “muhÂlefetun li ’l-havÂdis”, yani yaradılmış olan hicbir şeye benzememe sıfÂt-ı ilÂhiyyesini hicbir zaman unutmayız. Bu sozlerimizle Âlim veya Âdil dediğimiz bir kimsenin, beşerî guc ve kapasitesi kadar bu ilÂhî sıfatlardan nasib aldığını ifÂde etmek isteriz. Aşk da aynen boyledir. Bu sebeble, gercekte “Âşık” da “ma ’şuk” da Cenab-ı Hakk ’tır.
FÂnî olan insan; AllÂh ’ın rahmet, merhamet ve muhabbetiyle kuşattığı kÂinÂta, bu rahmet ve bereketin tecellîsi olan bir nasiple yonelebildiği kadar “Âşık” sayılır. Bu hÂle gelenin makamı, “fenÂfillÂh”tır. Yani o, kendi benliğini AllÂh ’ta yok etmiş, her turlu iddiadan arınmış, fÂnîliğin zirvesine ve lezzetine varmış demektir. Damla, deryÂnın lezzetini tattığı anda rahmet denizinden bir nasîb almış ve deryaya kavuşmuştur.
Hak dostları bu hÂli ne guzel ifade ederler:
“Sen cıkınca aradan
Kalır seni Yaradan”
MESNEVİ ’DE AŞK Mesnevî: “Âşıklık ister nefsanî olsun, ister rûhÂnî olsun, sonunda bizi otelere go­turecek bir rehberdir.” (c.1, 111)
“O, olumsuz olan, bÂkî olan AllÂh aşkını sec ki, o canına can katan mÂn şarabını sana lutfetsin, sana hayat versin.” (c.1, 219)
“Sen oyle buyuk bir varlığın aşkını sec ki, butun peygamberler, O ’nun aşkıyla kudret ve kuvvet buldular, şeref ve saadete erdiler.” (c.1, 220)
Aşkın meşrû olan her turlusu, insanı fedÂkÂrlığa alıştırdığı ve benliğinden kurtardığı icin muteberdir ve ayrıca insanın ulvîleşmesine de rehberlik eder.
Mal, evlad ve eşler; AllÂh ’ın sınırlarını tayin ettiği bir olcu icinde ve AllÂh icin sevilirse, ulvî gÂyelere ulaştıracak bir basamak; ilÂhî vuslata erdirecek bir antrenman olur. Ancak Rabbimizin lutfettiği bu sevgiyi, nefsÂnî arzuların elinde oyuncak yapmak ve kalbinde buyutup onu Âdeta putlaştırmak da asl kabul edilemez. Geminin altında bulunan ve onun seyru seferine yardımcı bulunan suyu; geminin icine taşımaya kalkmak, onun batışını hazırlamaktır.
Kalbin, AllÂh ’tan başka hicbir şeye “aşk” sayılacak bir derecede muhabbet beslemesi, aslında gercek bir mumin olmak icin uygun gorulmez. Bu fÂnî aşklar, ilÂhî aşka bir istasyon olduğu takdirde hoş gorulur. Kalp, AllÂh ’tan gayri bir varlıkla aşırı bir unsiyet peyd eder, ona muhabbetle takılıp kalır ve kalpte iyice kokleşip yerleşirse, bu, şirk olur. Âyet-i kerîmede:
“Hev ve hevesini ilÂh edinen kimseyi gordun mu?” (el-FurkÂn, 43; ayrıca bk. el-CÂsiye, 23) buyrulur.
İlÂhî muhabbette bir zemin teşkil etmek ve kalbi muhabbetullÂha istidÂtlı kılmak husûsunda bir role sahip olan bu gibi mecÂzî aşklarda, yahut şiddetli bağlılıklarda, en ziyÂde mala ve evlada yonelik muhabbet tehlike teşkil ettiği icin, Kur ’Ân-ı Kerim ’de “Mallarınız ve evladınız, sizin icin fitnedir…” (el-EnfÂl, 28) buyrulmuştur. Bu fitne tehlikesi, mal ve evlÂda duyulan muhabbetteki meylin şiddeti ve istikrar ihtimalini gosteren bir durumdur. Yoksa gelip gecici bir istasyon olmak şartıyla meşrû hudutlar icerisinde mahlûka muhabbet cÂizdir. Hatta kalbin muhabbetullaha istidad yonunden bir antrenmanı (temrini) demek olduğundan hoş gorulup izin verilmiştir.
“GONUL VERMEYİNCE, SEN GONUL BULAMAZSIN” Mesnevî: “Ey dost, Âşıkların hayatı olmektedir. Gonul vermeyince, sen gonul bulamazsın.” (c.1, 1751)
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Âşık, mÂşukunda fÂnî olmak meyliyle doludur. Ondan lezzet alır. AshÂb-ı KirÂm, butun imkÂnlarını vÂsıta telakkî ederek fedÂya hazır hÂle getirdiler. AllÂh Rasûlu ’nun en ufak bir arzusuna:
“–Canım, malım senin uğrunda feda olsun, YÂ RasûlallÂh!” dediler. Bu hÂlin gercekleşmesi, kalbin, muhabbetullÂha aid arzusunun had safhada tatminidir. Bu keyfiyetten bir zerre miktarı nasib alma bahtiyarlığına eren kelebekler, “pervÂne” adını almışlar ve bu ışığa meftunlukları sebebiyle kendilerini yakıp kul ederek aşklarını ispat etmişlerdir. Bu gerceği Muhammed İkbal bir şiirinde ne guzel anlatır:
“Bir gece, kutuphanemde bir guvenin, pervaneye şoyle dediğini duydum:
«–İbn-i Sîn ’nın kitapları icine yerleştim. Farabî ’nin eserlerini gordum. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve kemirdim. Bu meyanda Farabî ’nin faziletliler şehri mÂnÂsına gelen Medînetu ’l-FÂzıla ’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir turlu anlayamadım. KÂbuslu cıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir guneşim yok ki, gunlerimi aydınlatsın...»
Guvenin bu feryadına mukabil, pervane guveye yanık kanatlarını gosterdi:
“–Bak!” dedi. “Ben bu aşk icin kanatlarımı yaktım.” Sonra da şoyle devÂm etti:
«–Hayatı daha canlı kılan cırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..»”
YÂni pervÂne, guveye yanık kanatlarını gostererek hÂl lisanı ile:
“–Sen bu felsefenin muteverrim (veremli) cıkmaz yokuşlarında helÂk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî ’nin aşk, vecd ve feyz dolu mÂn deryasında nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.
Aşk, cırpınışla başlar. Hayat okyanusunu aşıp vuslata erebilmek, hep bu aşk ve vecd cırpınışlarının feyizli ve bereketli zemininde gercekleşir.
EZELÎ MUHABBET VE VARLIK NÛRU Hadis-i kudsî olarak meşhûr olmuş bir rivayette buyurulur:
“Ben gizli bir hazineydim. Bilinmemi arzu ettim. (marifetime muhabbet ettim) de (bu) kÂinÂtı yarattım.” (İsmÂil Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahf&#238
Bu beyan cercevesinde kÂinat ve butun varlıklar, ilÂhî muhabbetle meydana gelmiştir. Onun icin kÂinÂta gonul gozu ile bakabilenler, butun eşyÂyı, varlıkları; aşk ve muhabbetin bir tezÂhuru olarak gorurler. İdrÂk ederler ki, AllÂh TeÂlÂ, butun varlıkları kendisinin sanat ve kemÂline delil olarak yaratmıştır. İlÂhî bir sanat hÂrikası olan insanın varlığı da, aşk ve muhabbetin kÂmil bir tezÂhuru olmuştur.
Hazret-i MevlÂnÂ, aşk ve muhabbetin insan icin ehemmiyetini Mesnevî ’sinde şu şekilde îzÂh eder:
“Bil ki, ici ilÂhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan ne kadar zavallıdır; belki de hayvandan daha aşağıdır. Zîr Ashab-ı Kehf ’in kopeği dahî aşk ehlini aradı, buldu. RûhÂnî bir safÂya erişti ve o has kullarda fÂnî olarak cenneti kazandı.”
Yine Hak dostları bilirler ki, varlıkların zuhûruna vesîle olan ezelî muhabbetin goncası:
“–Habîbim! Sen olmasaydın bu Âlemleri yaratmazdım.” hitÂbına mazhar olan varlık Nûru, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallÂhu aleyhi ve sellem- ’dir. Bu sebeple kÂinÂt O ’na ithaf edilmiştir.
NUBUVVET TAKVİMİNİN İLK VE SON YAPRAĞI Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem-, nûruyla Hazret-i Âdem ’den once, bedeniyle de butun peygamberlerden sonra zuhûr etmekle, nubuvvet takviminin ilk ve son yaprağı olmuştur. Dolayısıyla O, yaradılış itibariyle ilk, zaman itibariyle son, peygamberdir.
Butun varlıkların sebebi, nûr-i Muhammedî olduğundan, CenÂb-ı Hak, Hazret-i Peygamberi “Habîbim” hitÂbına mazhar olacak bir liyÂkatte yaşatmıştır. Rabbimiz, SallÂllÂhu aleyhi ve sellem Efendimizin mustesn ve mûten hayatını, zÂhiren ve bÂtınen en guzel bir şekilde terbiye ederek, O ’nu butun insanlığa bir armağan olarak lutfetmiştir.
Rasulullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in sîreti ve mubÂrek şahsiyeti, sırf insan idrÂkine sığabilen tezahurleri ile dahî, beşerî davranışlar manzûmesinin en ulaşılmaz zirvesini teşkil eder. Zîr AllÂh -celle celÂluhû-, O mubÂrek varlığı, butun insanlığa bir “Usve-i Hasene” yani en mukemmel bir ahlÂk numûnesi olarak yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki, O ’nu, insan topluluğu icinde acziyet bakımından en altta bulunan “yetim cocukluk”tan başlatarak, hayatın butun kademelerinden gecirip, kudret ve salÂhiyet bakımından en ust noktaya, yani devlet reisliği ve peygamberliğe kadar yukseltmiştir. T ki, beşeriyet kademelerinin herhangi bir yerinde bulunan herkes, O ’ndan kendileri icin en mukemmel fiilî davranışları ornek alıp, O ’nu kendi iktidÂr ve istîdÂdı nispetinde gercekleştirmeye meyledebilsin.
EsÂsen CenÂb-ı Hak, O ’nu peygamberlikle vazifelendirdiği Ândan itibaren, kıyÂmete kadar gelecek butun insanlara bir “ornek” olarak gonderdiğini beyÂn buyurmaktadır:
“Andolsun ki, AllÂh ’ın Resûlu, sizin icin, AllÂh ’a ve ahiret gunune kavuşma­yı umanlar ve AllÂh ’ı cok zikredenler icin guzel bir ornektir.” (el-Ahzab, 21)
Bu demektir ki, butun insanlık îmÂnî ve ahlÂkî, daha emin bir tÂbirle, tasavvufî davranış mukemmelliğine ulaşabilmek icin, o mubÂrek varlığın hayat ve faÂliyetlerini lÂyıkıyla oğrenmek mecbûriyetindedir. Her insan, oğrendiklerini kendi istîdÂdı nisbetinde taklîde yonelmelidir. Bu ise, O ’na duyulan muhabbet ve O ’nun rûhÂniyetine burunebilme nispetinde gercekleşir.
AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, peygamberlikten once de tevhid muhtevÂsı icinde asîlÂne bir hayat yaşamıştır. Bilhassa, peygamberlik vazifesinin kendisine verilmesinin yaklaştığı zamanlarda, kendini daha cok AllÂh -celle celÂluhû- ’ya gercek bir kul olmaya adamıştı. Hira (Nûr) dağında uzun muddet inzivÂlara cekilmiş ve derin tefekkurlere dalmıştı.
Bu inzivÂnın sebebi, zÂhirde halkın icine duştuğu sapıklık, zulum ve sefÂletten gonlune akseden ızdırap ve butun Âlemleri icine alan merhameti idi. Hakîkatte ise, insanlığa ebedî bir meş ’ale olan Kur ’Ân ’ın, AllÂh katından, Peygamber Efendimizin kalb-i şerîfi vÂsıtasıyla insanlığa ulaştırılmasını sağlayacak bir hazırlık safhasıydı.
Zîr Âyet-i kerîmede,
“De ki: Cebrail ’e kim duşman ise, şunu bilsin ki, AllÂh ’ın izniyle Kur ’Ân ’ı senin kalbine bir hidÂyet rehberi, once gelen kitapları tasdîk edici ve mu ’minler icin de mujdeci olarak o indirmiştir.” (el-Bakara, 97) buyrulmuştur.
Bu tecellî ve tezÂhurlerle onun kalb Âlemi, gercek bir sÂfiyete ererek, vahyi telakkî edebilecek bir seviyeye ulaştı. Vahye hazır hÂle gelen o mubarek kalb, altı ay muddetle “sÂdık ruyÂlar” şeklinde tecellî eden manevî işaretler ve ilhamlara mazhar oldu. Boylece kendisine mÂneviyÂt Âleminden esrar perdeleri aralandı. Bu hÂl, vahye muhÂtap olmanın, sıradan kullar icin tahammulu imkansız ağır yukunu taşımak hususundaki yaratılışında mevcut, ama gizli hÂlde bulunan kÂbiliyet ve istîdÂdının zÂhire cıkma mevsimi idi. Tıpkı, ham demirin icindeki istidÂt ile celikleşmesi gibi…
Kısaca Fahr-i KÂinÂt Efendimiz, butun peygamberlerin salÂhiyet ve vazifelerinin cumlesini, şahsiyet ve davranışlarında cem etti. Neseb ve edeb asÂleti, cemÂl ve kemÂl saÂdeti onda zirveye ulaştı. AhkÂm vaz ’ etti. “Kalbi tasfiye” ve “nefsi tezkiye” keyfiyetini ta ’lim edip, berrak bir kalb ile CenÂb-ı Hakk ’a karşı yapılacak kulluk ve duÂyı oğretti. En guzel ahlÂkı yaşayarak, insanlığa en mukemmel numûne oldu.
TASAVVUFUN OZU Tasavvuf, ozu itibariyle gonul Âlemimizin selîm (temiz, şeffaf, berrak, hastalıksız) bir hÂle gelip, mÂrifetul­lÂh (AllÂh ’ın kalb ile tanınması) ve muhabbetullÂhtan hisse alacak bir seviyeye ulaşabilmesi ve bu sÂyede ilÂhî vuslata medÂr olabilecek bir kıvÂma gelebilmesidir. Peygamber Efendimiz ’e, vahyi telakkîde uygulanan manevî eğitim, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesinin zeminini teşkil etmektedir.
Henuz vahiy gelmeden once, belli bir kalbî ve ruhî seviyeye ulaşmış olan Peygamber Efendimiz, ulvî bir hayatın ve yuksek bir ahlÂkın icindeydi. LÂkin, ilÂhî bir tÂlimat ile Hira Mağarası ’ndan donduğunde, eski hayatını fersah fersah aşan yuce bir merhaleye ulaşmış bulunuyordu. Boylece yuce Rabbiyle derin ve kuvvetli bir kalbî irtibÂta gecmiş, tevhid ve mÂrifetullÂh nûrunu butun zerrelerine sindirerek, kullukta takv ve huşûun zirvesine ulaşmıştır. Oyle ki, geceleri ayakları şişinceye kadar gozyaşları icinde kulluk ve ibÂdete devam etmiş, gozleri uyusa bile kalbi dÂim uyanık kalmış, AllÂh ’ın zikrinden, tefekkur ve murÂkabesinden bir an bile uzak kalmamıştır.
AllÂh ’ın lutfu sÂyesinde ulaştığı bu kalbî kıvam ve kemÂlle, butun beşeriyete hidÂyeti ulaştırabilme iştiyÂkı icinde din-i mubîni tebliğe devÂm etmiş, kendisine tevdî edilen bu ilahî emaneti îf şuûru, O ’nu zirvelerin zirvesi haline getirmiştir. Vazifesini yerine getirmesine mÂnî olacak butun dunyevî teklifleri tereddutsuz reddetmiş ve Hakk ’a kulluğu her şeyin uzerinde kabul etmiştir.
Esasen, ilk olarak Âlemlerin Rabbine hamd ile başlayan, neticede de kalbi kotu duygu, duşunce ve vesveselerden arındırıp, butun mahlûkÂtın yegÂne Rabbine kayıtsız şartsız sığınmayı emrederek son bulan Kur ’Ân-ı Kerîm, kıyÂmete kadar insanlığa hidÂyet rehberi olmuştur. İnsanlığın fiiliyÂttaki rehberi ise Peygamber -aleyhissalÂtu vesselÂm- ve O ’nun bir hayat boyu ta ’lim ettiği sunnet-i seniyyesidir.
Bilmelidir ki, AllÂh ’a muhabbet deryasına goturecek olan yegane rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’dir. Oyle ki, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e muhabbet, AllÂh ’a muhabbet; O ’na itaat AllÂh ’a itaat; O ’na isyan ise AllÂh ’a isyan mÂhiyetindedir. Buna gore Hazret-i Peygamberin muazzez varlığı, beşer icin bir muhabbet melcei, yani sığınağıdır.
İşte tasavvuf, -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in mubÂrek hayatıyla zÂhiren ve bÂtınen butunleşerek, engin bir muhabbetle kaynaşmaktan ibÂrettir. Cunku RasûlullÂh -sallallÂhu aleyhi ve sellem- ’in her hÂli tasavvuftur.
Diğer bir ifÂdeyle tasavvuf; bir yuce nasîbin, Âdem -aleyhisselÂm- ’a “rûh ufurulmesi”yle başlayan, Âhir zaman Nebîsindeki kemÂl tezÂhurunden, muhabbet dolu kalblere akseden feyz şebnemlerinden ibÂrettir.
Dipnotlar:
[1] Bu hukumdeki “Âlem” sozu Allah katındaki hakîkatin, insan idraki seviyesine indirilmesi icin mecÂzen ve zarûreten kullanılagelmiştir. Aynı şekilde, ezel (zamanda başı olmamak) ve ebed (zamanda sonu olmamak) gibi kelimeler de CenÂb-ı Hakk ’a izÂfe edilerek kullanıldığı zaman, boyledirler.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ab-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan