ZÂhirî ilimleri tahsil etmek, insanı bÂtın ilmini tahsil etmekten mustağnî kılamaz. Evvelkilerden ve sonrakilerden pek cok Âlim, zÂhirî ilimden sonra bÂtınî ilmi terbiye ve hizmet yoluyla tahsil etmenin zaruretine inanmış ve bu yolun sÂlikleri olmuşlardır.Mesel Hanefî imamlarından; İbn-i HumÂm, İbn-i Şelebî, ŞurunbulÂlî, Hayreddîn er-Remlî, Hamevî ve emsÂli…

ŞÃ‚fiî imamlarından; SultÂnu ’l-Ulem İzz bin AbdusselÂm, İmÂm GazÂlî, TÂcuddin Subkî, İmÂm Suyûtî, ŞeyhulislÂm Kadı ZekeriyyÂ, AllÂme ŞihÂb İbn-i Hacer el-Heytemî ve emsÂli…

MÂlikî imamlarından; Ebû ’l-Hasen eş-ŞÃ‚zelî, Şeyh Ebû ’l-Abbas el-Mursî, Şeyh İbn-i AtÂullah el-İskenderî, Ârif İbn-i Ebî Cemre, NÂsıruddîn el-LekÂnî, muhakkik Ârif Ahmed Zerrûk ve emsÂli…

Hanbelî imamlarından Şeyh AbdulkÂdir el-Ciylî, ŞeyhulislÂm Abdullah el-EnsÂrî el-Herevî, İbnu ’n-NeccÂr el-Futûhî ve emsÂli…

(Yine Seyyid Şerif CurcÂnî, Molla CÂmî, Abdulhakim Siyalkûtî, Abdulganî NÂblusî, İbn-i Âbidîn, ŞihÂbuddîn Âlûsî ve ZÂhid el-Kevserî gibi meşhur Âlimler, Nakşibendiyye yoluna intisÂb etmişlerdir.)

Bunun gibi pek cok buyuk Âlim, zÂhirî ilimleri tahsil ettikten sonra bÂtınî ilimleri de ehillerinden almışlardır. Sohbet, hizmet, seyr u sulûk yoluyla husn-i îtikad, ihlÂs, gunahları terk ve fazîletlerle ziynetlenmek gibi en faydalı ilimleri tahsil ederek buyuk hayırlara nÂil olmuşlardır.”[1]

Aynı şekilde Nakşibendiyye silsilesinden Yûsuf HemedÂnî, ŞÃ‚h-ı Nakşibend, AlÂuddîn AttÂr, YÂkub Cerhî, Derviş Muhammed, İmÂm-ı RabbÂnî ve HÂlid-i BağdÂdî gibi pek cok zÂt da zÂhirî ilimlerde zirveleşerek icÂzet almış Âlim zÂtlardır.

DİNİ İLİMLER İLE TASAVVUFİ TERBİYEYİ CEM ETMEK

İmÂm MÂlik g şoyle buyurmuştur:

“Kim fıkıhla (dînî ilimlerle) meşgul olur da, tasavvufî terbiye gormezse fÂsık olur. Kim tasavvufla meşgul olur da dînî ilimleri bilmezse zındık olur. Her kim de bu ikisini cem ederse, hakîkate nÂil olur.”[2]

İnsanoğlunun Âhiret sermÂyesi olan amellerinin mÂnevî keyfiyetini kalbin istikÂmeti tÂyin ettiğinden; kalbe makbûl ve kÂmil bir istikÂmet kazandırmayı hedefleyen tasavvufun luzûmu apacık ortadadır. Bu bakımdan, yuce dînimizi yalnız kuru bir kÂideler manzûmesi olarak gormek ve bu şekilde takdîm etmek arzusunda olan bÂzı cevrelerin tasavvufu red yonundeki davranışları, asl kabûl edilemez.

Tasavvufu yaşadığını zanneden birtakım cÂhil, liyÂkatsiz veya kotu niyetli kimselerin hÂl ve tavırlarına bakarak onun hakîkatini reddetmek, son derece yanlıştır. HatÂ, yanlışlık ve istismarlar, her sahada olduğu gibi dînî ilimlerde de vÂkî olabilir. Bunlar, ehli tarafından gÂyet kolay bir sûrette ayırt edilir. Nasıl ki haktan ayrılan bÂtıl mezhepler varsa, bunun gibi hakîkî tasavvuftan ayrılan bÂtıl yollar da vardır. Gercek tasavvuf ehlini, bu gibi bÂtıl yolların mensuplarıyla karıştırmamak gerekir.

TASAVVUFUN İRŞAD METODU

Tasavvufun gunumuzdeki luzum ve ehemmiyetinin diğer bir yonu de, onun, insanları ıslah hususunda takip ettiği metod ve uslûptur.Zamanımızda insanlar, ekseriyetle dinden uzaklaşmanın ve ağır gunahlar irtikÂb etmenin rûhî buhrÂnı icindedirler. Boylelerine bir ıslah ve kurtuluş imkÂnı sunmanın, onlara kızıp ofkelenmek yerine, af, musÂmaha, merhamet ve şefkat yoluyla daha kolay olduğu, ÂşikÂrdır. Zira aklın ve nefsin sultasında bunalan ruhlara, İslÂm ’ı ilÂhî bir tesellî, telÂfi ve tedÂvi nefhası hÂlinde sunmak, onlara bir cankurtaran simidi atabilmek icin, gunaha duyulan nefreti gunahkÂra taşırmamak, bilÂkis gunahkÂrı, kanadı kırık bir kuş gibi farzederek onlara şefkat ve merhametle yaklaşmak, cok daha faydalı bir irşad metodudur.

Diğer taraftan tarih boyunca tasavvuf, hem iktisÂdî ve ictimÂî rahatlık zamanlarında, rehÂvet, gevşeklik ve azgınlıkları engelleyerek mÂnevî zindeliği devam ettirmiş; hem de istilÂ, işgal ve zulum dolu zor donemlerin kargaşa ve bunalımları arasında daralmış olan gonullere ulvî pencereler acarak nefes aldırmış; yaralı kalplere merhem, yorgun dimağlara tesellî ve susuz ruhlara kevser olmuştur.

Bu da, tamamen nebevî bir tavırdır. Nitekim Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- herhangi bir nîmet veya zafere ulaştığında; “AllÂh ’ım! Gercek hayat, sadece Âhiret hayatıdır.”[3] buyurarak kalplerin dunyaya meyletmesinin, yahut da gurur ve enÂniyete kapılmasının yolunu kapatmışlardır. Buna mukÂbil herhangi bir ezÂ, cef ve cileyle karşılaştıklarında da yine; “AllÂh ’ım! Gercek hayat, sadece Âhiret hayatıdır.” buyurmuş, boylece mu ’min gonulleri, fÂnî sıkıntılar sebebiyle umitsizlik, şikÂyet ve aşırı huzne gark olarak rız hÂlini zedelemekten sakındırmışlardır. Neticede ummetine, her hÂlukÂrda huzur, sukûn ve denge icinde kalabilmenin mÂnevî recetesini vermişlerdir.

İNSAN RUHU MANEVİYATTAN UZAK KALDIĞINDA BUNALIMA DUŞER

Hakîkaten insan rûhu mÂneviyattan uzak kaldığı takdirde, varlıkta da darlıkta da bunalıma suruklenmekten kurtulamaz. Birinde insanın dizginlenmesi îcÂb eder, diğerinde ise tesellîye ihtiyacı olur. Bu sebeple insanın, nebevî terbiye usullerini temel alan tasavvufî telkinlere, hem varlık hem de darlık zamanlarında ihtiyacı vardır.

Fakat her şeyden evvel şunu ifÂde etmek gerekir ki, tasavvuf, nazarî değil, tatbikî bir ilimdir. Yani satırlardan okumakla değil, ancak yaşamakla gercek mÂnÂda idrÂk edilen bir ilimdir. Nitekim Muhammed PÂrs Hazretleri bu hakîkati şoyle ifÂde buyurur:

“Bu HÂcegÂn tÂifesinin sozleri, ezbere aktarılan şeyler değil, bizzat yaşanan hÂller ve tadılan zevklerden ibÂrettir. Bu yuzden basîret ehli, bu sozler icin «fıkhullÂh-ı ekber (AllÂh ’ı tanımanın en buyuk ilmi) ve burhÂn-ı azhar (en acık delil)» demişlerdir. Bu mubÂrek tÂifenin sozlerini tefekkur sÂyesinde oluşan yakîn (kesin bilgi), kerÂmet gorerek oluşan yakînden daha ustundur.”[4]

Yani yaşandıkca idrÂk edilebilen tasavvufun, kelimelerin mahdut imkÂnlarıyla kÂmil mÂnÂda îzah edilmesi imkÂnsızdır. Nitekim Allah dostları da, her kesitinden muhtelif renkte ışıklar yansıyan o tasavvuf kristalinin kendilerine bakan vechesinde muşÃ‚hede ettiklerini nazar-ı îtibÂra alarak, pek cok tasavvuf tÂrifi yapmışlardır. Bu sebeple tasavvufun, bu tÂriflerin butunu olduğunu soylemek daha doğru olur.



[1] AllÂme Muhammed bin Suleyman el-BağdÂdî el-HÂlidî, el-Hadîkatu ’n-Nediyye, İstanbul 1403, s. 25-26; Muhammed bin Abdullah el-HÂnî, el-Behcetu ’s-Seniyye, İstanbul 2002, s. 6; a.mlf., ÂdÂb, İstanbul 2009, s. 8-9.

[2] Ahmed Zerrûk, KavÂidu ’t-Tasavvuf, kÂide: 4; Ali el-Kārî, Mirkātu ’l-MefÂtîh, Beyrut, 1422, I, 335; a.mlf., Şerhu ’ş-ŞifÂ, Beyrut 1421, II, 510. Krş. ŞÃ‚rÂnî, et-Tabakātu ’l-KubrÂ, Mısır 1315, II, 156.

[3] BuhÂrî, Rikāk, 1.

[4] Muhammed PÂrsÂ, Muhammed BahÂuddîn Hazretleri ’nin Sohbetleri, (trc. Necdet Tosun), s. 19, Erkam Yayınları, İstanbul 1998.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan