Kendi benliğindeki ulviyeti ve me ’mûriyetinin istikÂmetini lÂyıkıyla takdir edemeyerek, kendi dunyalarını mart dumanına uğramış bir zemin gibi karartanlar, tepelerinde guneş bulunsa bile onun ziyÂlarını goremezler.Mevlana Hazretleri Mesnevi ’de buyurur ki:
“MûsÂ, asÂya dondu de dedi ki: “Ne şaşılacak şeydir? Peygamberliğimiz, bizim icin guneş kadar acık ve parlak; duşmanlar icinse gece ka­dar karanlık...”
“Acaba Firavun ’un ordusu bu Âlemin, kuşluk vaktinin guneşi ile doluluğunu nasıl olur da goremiyor?”
“Gozleri acık, kulakları acık ve bu parlak zekÂları ile beraber hakîkati gorup işitmiyorlar! AllÂh ’ın gozleri bağlamaktaki gucune, kudretine hayranım!”
“Ben, onların gafletine şaşıyorum; onlar da benim peygamberliğime, Hakk ’a dÂvet edişime şaşıyorlar. Onlar, bir baharın yetiştirdiği dikenler­dir; ben ise, o baharın cimeniyim, yaseminiyim!” (c.3, 1107-1110)
NEFİS ENGELİ Kendi benliğindeki ulviyeti ve me ’mûriyetinin istikÂmetini lÂyıkıyla takdir edemeyerek, kendi dunyalarını mart dumanına uğramış bir zemin gibi karartanlar, tepelerinde guneş bulunsa bile onun ziyÂlarını goremezler. Cunku araya gafletten teşekkul etmiş bir karanlık perde girmiştir. Mûs -aleyhisselÂm- ve emsali peygamberler, nûrÂniyet itibariyle guneş gibi oldukları hÂlde, onların hakîkatine nufûz edememek; gÂfillerin, tÂbî oldukları nefis engeli sebebiyle kendi dunyalarını karanlığa gommelerinin tabiî bir neticesidir. Onlar yorganı kafalarına cekerek, gunduzu gece telakkî, ilÂn ve iddia eden bir gÂfil gibidirler. Gerceğin, onlara gore değişmeyeceği hakikatinden habersizdirler. Bu hÂli, AllÂh ’ın takdirinden bilen Hazret-i Mûs -aleyhisselam-, o yuce varlığın idraklere bir perde cekişindeki dirÂyetini hayranlıkla takdir etmektedir.
LÂkin o neye kÂdir değildir ki!.. Bir et parcası olan goze, gorme; aynı şekilde kalbe hissetme, beyne duşunme gibi hÂrika bir dirÂyet bahşetmesi; aynı zamanda bunun zıddı olarak bu uzuvları mutlak bir korluğe ve sağırlığa mahkûm etmesi de havsalaya sığmaz bir kudret tezÂhurudur.
Hur ve kuvvetli olan, ham nefsÂnî arzularını bertaraf edendir. Nefsinin şerrine, yani azabına, hıncına ve hırsına mağlup olan kişi ise, başkalarına esiri olan şahıslardan daha beterdir…
HZ. HUSEYİN ’İ ŞEHİT EDEN BEDBAHT Bağdad yakınlarında Peygamber Efendimizin goz nuru Hazret-i Huseyin ’i -radıyallÂhu anh-
şehid eden hain bedbaht:
“–Bugun ben dunyanın en şerefli insanını oldurdum!” diyerek nefsinin esaret ve pacavralığını sergilemiştir.
Daha sonraki asırlarda gectiği her yerde kan ve goz yaşı bırakarak ilerleyen, o devrin başkenti Bağdad ’da katliÂm yaparak dortyuz bin Muslumanı ve aynı zamanda goz nuruyla yazılmış butun şaheser ve nadide el yazmalarını Dicle ’ye gomen HulÂgu, tarihin kaydettiği en bedbaht zavallılardandır. O aslında bir hukumdar değil, nefsinin Âciz bir esiridir.
Diğer taraftan yine Bağdad ’da kesif tecellîler altında kalarak sahip olduğu mahrem bir sırrı ifşÃ‚ eden, bu yuzden de insanların akıl kıstası ile hÂlini olcmesine sebep olan HallÂc-ı Mansur, taşlanırken, kendisini taşlayanlar icin:
“–Ya Rabbi, benden evvel beni taşlayanları affet!” diyordu. O, bu sozleriyle nefsî problemlerini aşmış, kendisini nefsinin esaretinden kurtarmış ve vicdan huzuru icinde ruhunun zaferine ulaşmış bir insanı temsil ediyordu.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ab-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan