
Nefsin dereceleri (mertebeleri) nelerdir? Yedi maddede nefsin dereceleri.Madde madde nefsin yedi derecesi (mertebesi):
NEFSİN MERTEBELERİ 1. Nefs-i EmmĂ‚re Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kotulukleri işlemeye tahrik eden, en suflî durumdaki isyankĂ‚r nefistir. Bu sıfatı hĂ‚iz olan nefsin yegĂ‚ne maksa­dı, hevĂ‚ ve heveslerini olcusuzce tatminden ibarettir.
Bu mertebedeki nefs, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de “katılaşmış kalp” olarak ifade edilen bir nevi “canlı cenĂ‚ze” durumundadır. Nefs-i emmĂ‚re, kĂ‚firlerin ve munĂ‚fıkların “gaflet”e dûcĂ‚r olmuş kalbidir.
Gaflet ise şu cirkin ahvĂ‚ldir:
Gaflet; kalp gozunun onune perde cekilmesidir. Gozun onune iki parmak konulunca hicbir manzaranın gorulmemesi gibi, gĂ‚fil kimse de hakkın ve hayrın dĂ‚vetine sağır, hikmet ve hakîkatin nûruna Ă‚mĂ‚dır. Nicin dunyaya geldi, kimin mulkunde yaşıyor, dunyaya geliş ve gidiş niye, bu akış nereye? Farkında değil! CenĂ‚b-ı Hak gĂ‚filin hĂ‚lini şoyle tasvîr eder:
“Şuphesiz ki yeryuzunde yuruyen canlıların Allah katında en kotusu, duşunmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (el-EnfĂ‚l, 22) Sağırlar, vahyin sesini duymayanlar; dilsizler de ağzında hicbir Hak kelĂ‚mı olmayanlardır.
Gaflet; fıtrattaki meziyetlerin korelmesidir.
Gaflet; gunun ortasında Guneş ’i kaybetmeye benzer. Gaflete dûcĂ‚r olan insan, okyanus ortasında dumeni kırılmış bir gemiden farksızdır.
Gaflet; yaratılış sebebini unutmak, dunya hayatına aldanmak ve Ă‚hiretten bîgĂ‚ne kalmaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Huzûrumuza cıkacaklarını beklemeyenler, dunya hayatına rĂ‚zı olup onunla rahat bulanlar ve Ă‚yetlerimizden gĂ‚fil olanlar yok mu?!” (Yûnus, 7) LĂ‚kin mahşer yerinde “gaflet” bir mazeret olarak kabul gormeyecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Onlar orada (Cehennem ’de);
«‒Rabbimiz! Bizi buradan cıkar ki (dunyada iken) yaptığımız amellerin yerine sĂ‚lih ameller işleyelim!» diye feryĂ‚d ederler.
(CenĂ‚b-ı Hak da onlara iki soru sorar

«‒Size duşunecek kimsenin duşunup (oğut alabileceği) kadar bir omur vermedik mi? Size îkaz edici (bir peygamber) gelmedi mi? (Nicin inanmadınız?)» Şimdi tadın (azĂ‚bı)! ZĂ‚limlerin yardımcısı yoktur.” (FĂ‚tır, 37)
İnsanı gaflete dûcĂ‚r eden sebeplerden biri, dunya hayatında elde ettiği imkĂ‚nlarla, kendini Rabbinden mustağnî gormesidir. Her derdine care bulan insanın nefsi kabarık olur. Caresizliği tanımayan ham bir nefs, azgınlaşır ve artık “YĂ‚ Rabbi!” demeyi unutur. Firavun gibi kendini “لَا يُسْئَلْ : sorumsuz” addetmeye, hevĂ‚ ve heveslerini putlaştırmaya başlar.
Nicin dunyaya geldiğinin, kimin mulkunde yaşadığının, bu dunyaya geliş ve gidişteki sır ve hikmetin farkında olmayan biri, gafletin pencesinde bir nĂ‚dan demektir. NefsĂ‚nî arzuları kabaran insan, başına gelecek tehlikeleri fark edemez. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ ve emsĂ‚li Hak dostları, gĂ‚filin hĂ‚lini şu teşbihlerle ifade ederler:
Balığın olta uzerine gitmesi; “Nice balık vardır ki su icinde her şeyden eminken boğazının hırsı yuzunden oltaya tutulup kendini helĂ‚k etmiştir.” (Mesnevî

Hırs ve tamah, kulu mĂ‚nen helĂ‚k eden buyuk iptilĂ‚lardır.
Kuzunun kurda sevdĂ‚lanması; “Kuzunun kurttan kacmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun duşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdĂ‚lanıp gonul kaptırmasıdır…” (Mesnevî

Şeytanın insana, ilk yaratıldığı zamandan beri haset ve kini vardır. Bu nefret yuzunden, butun hayatını insana duşmanlık etmeye harcamış bir muflistir. Buna rağmen, insanın şeytana mağlup ve meclûb olması ne buyuk bir gaflettir!
Geminin su alması; “Su, geminin icine girerse gemiyi batırır; geminin altındaki su ise gemiye istinĂ‚d olur, onu istediği menzile kavuşturur.” (Mesnevî

Burada su, dunya imkĂ‚nlarıdır. Mu ’min o imkĂ‚nları Ă‚hiret icin malzeme olarak kullanırsa, onu maksadına ulaştırır. Fakat vĂ‚sıtayı gĂ‚ye hĂ‚line getirip kalbini Ă‚deta dunyalıkların kasası yaparsa ebedî hayatını mahveder.
Timsahın hilesi; “Timsah, ağzını acar; dişlerinin arasında uzun uzun kurtlar vardır! Kucuk kuşlar; timsahın dişleri arasındaki kurtları gorurler, onları yiyerek karınlarını doyurmak icin oraya girerler. Ağzı kuşlarla dolan timsah da, birdenbire ağzını kapatır, onları yutuverir!
Sen; ekmekle, yiyecek hoş şeylerle dolu olan dunyayı da, bir timsahın ağzı bil! Ey yiyecek peşinde koşan, yiyecek icin cırpınıp duran kişi; lokma peşinde koşarken zaman timsahından emin olma!” (Mesnevî

İnsanın sefĂ‚letini saĂ‚det zannederek kaybolmaya mahkûm golgelere rĂ‚m olması; “Dunyaya gonul verenler, tıpkı golge avlayan avcıya benzerler. Golge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun golgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın uzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.” (Mesnevî

Esas hayat, Ă‚hiret hayatıdır. Dunya, Ă‚hiretin ancak golgesi mesĂ‚besindedir. Deryayı bırakıp damlaya, hakîkati bırakıp golgeye aldanmak; hakîkaten buyuk bir gaflet ve hamĂ‚kattir. GĂ‚filler, farkına varmadan nasıl Cehennem ’e suruklendiklerini, Muddessir Sûresi ’nde beyĂ‚n edildiği uzere, şoyle anlatacaklardır:
“–Biz namaz kılanlardan değildik,
–Yoksulu yedirmezdik (fukarĂ‚ya infĂ‚k etmezdik),
–BĂ‚tıla dalanlarla birlikte biz de dalardık,
–CezĂ‚ gununu de yalanlardık.
–O hĂ‚ldeyken olum bize gelip cattı.” (el-Muddessir, 43-47)
2. Nefs-i LevvĂ‚me Yaptığı kotuluklerden, AllĂ‚h ’ın emir ve yasak­larına karşı gosterdiği ihmal ve kusurlardan dolayı pişmanlık duyarak vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefistir.
LevvĂ‚me, unutkan kalbe tekābul eder. GunahkĂ‚r muslumanların kalbidir. Ancak nasuh bir tevbeyle huzur bulur. Nitekim Hazret-i Âdem ’in yasak ağaca yaklaşması hakkında Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“…Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim (kararlılık) da bulmadık.” (TĂ‚hĂ‚, 115)
“Sonra Rabbi onu seckin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yoneltti.” (TĂ‚hĂ‚, 122)
LevvĂ‚me seviyesindeki, zikzak cizen, davranışlarıyla tutarsızlık sergileyen, istikrarsız pişmanlığı; dĂ‚imî, samimî, kararlı ve kalıcı bir tevbe ve istiğfĂ‚ra donuşturmek elzemdir. CenĂ‚b-ı Hak, istiğfĂ‚rın en feyizli vaktini de şoyle ifade buyurur:
“…Seherlerde istiğfĂ‚r ederler.” (Âl-i İmrĂ‚n, 17) LevvĂ‚me seviyesinde, mu ’min kulu nisyĂ‚na duşuren husus;
“Nasıl olsa sonra tevbe ederim, Allah Ğafur ’dur, Rahîm ’dir, affeder.” şeklindeki aldanıştır. Hazret-i Yusuf ’un kardeşleri de;
“Yusuf ’tan kurtulalım, sonra sĂ‚lih kişiler oluruz!” demişlerdi. Âyet-i kerîmede bu telkini insana şeytanın fısıldadığı, dolayısıyla ondan sakınmak gerektiği şoyle beyan edilmektedir:
“…Şeytan, AllĂ‚h ’ın affına guvendirerek sizi kandırmasın!” (LokmĂ‚n, 33)
Mu ’min, bu aldanış ve nisyandan kurtulabilmek icin, esmĂ‚-i ilĂ‚hiyyenin tamamını tefekkur etmelidir. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın; “bağışlayıcı, merhamet edici, affedici...” sıfatlarının yanında, “sucluları kahredici, azap edici...” sıfatları da bulunduğunu unutmamalıdır.
LevvĂ‚me; kulun, hayatın bazı safhalarında AllĂ‚h ’ın tĂ‚limatlarını unutmasıdır. Hesaba cekileceğini duşunmeden yanlış yollara gitmesidir. Bu sebeple, yaptığı -kendine gore- guzel işler bile hep boşa gider. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Calışmış; fakat boşuna yorulmuştur.” (el-ĞĂ‚şiye, 3) Bir başka Ă‚yet-i kerîmede;
“…İpliğini sağlamca buktukten sonra, cozup bozan (ahmak kadın) gibi olmayın!..” (en-Nahl, 92) buyrulur.
LevvĂ‚medeki kişi; hayatın aile, ticaret, muĂ‚şeret ve benzeri safhalarında İslĂ‚m ’ın bazı kĂ‚idelerine riĂ‚yeti ihmal eder. Eğer bu hĂ‚li duzeltebilirse, “mulheme”ye gecer. Bu unutkan kalbin şifĂ‚sı, şunlara devam etmesindedir:
HelĂ‚l gıda Kul ve hayvan haklarına riĂ‚yet İnfak Kur ’Ă‚n ile ulfeti artırmak İbadetleri rûhĂ‚nî bir kıvamda îfĂ‚ edebilmek icin seherlerin ihyĂ‚sı Tefekkur-i mevt / olumu duşunmek Butun bunların neticesinde; AhlĂ‚k-ı Muhammedî ile ahlĂ‚klanabilmek. 3. Nefs-i Mulheme AllĂ‚h ’ın lûtfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırt edebil­me ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirĂ‚yetine kavuşmuş nefis seviyesidir. Nefs-i mulheme, ibadetlere karşı şevk dolu bir kalbe tekābul eder. İtaatkĂ‚r mu ’minin kalbidir. Boyle kalpler, AllĂ‚h ’ı anmakla huzur bulur:
“Bunlar, îman edenler ve gonulleri AllĂ‚h ’ın zikriyle sukûnete erenlerdir...” (er-Ra‘d, 28)
Nefs-i mulhemede kotuluklerden sakınma ve ibadetlere sarılma duygusu kuvvetlenmiştir. Fakat nefsĂ‚niyetten tamamen kurtulma hĂ‚sıl olmamıştır. Bu sebeple, mutmainne seviyesine doğru mesafe katedilmez ise, yerinde sayma ve geriye gitme tehlikesi vardır.
4. Nefs-i Mutmainne CenĂ‚b-ı Hakk ’ın emirlerine lĂ‚yıkıyla uyup men ettiklerinden titizlikle sakınmak sûretiyle mĂ‚nevî hastalıklardan kurtulmuş, hakikî ve kuvvetli bir îman ile de huzur, sukûn ve itmi ’nĂ‚na kavuşmuş nefistir.
Nefs-i mutmainne, RabbĂ‚nî kalbe tekābul eder. Peygamberler ve seckin velîlerin kalpleridir. Bu kalp de AllĂ‚h ’ın sıfatlarıyla huzur bulur. Nitekim İbrahim -aleyhisselĂ‚m- bu mĂ‚nĂ‚da;
“…Kalbimin mutmain olması icin (oluleri nasıl dirilttiğini gormek istedim)…” (el-Bakara, 260) buyurmuştur.
“…Bilesiniz ki, kalpler ancak AllĂ‚h ’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
CenĂ‚b-ı Hak, Fecr Sûresi ’nin son Ă‚yetinde “nefs-i mutmainne”ye hitĂ‚b ederek; “Cennetime gir!” mujdesini vermiştir. Buradan hareketle, mutmainne mertebesinden onceki seviyelerin, ebedî kurtuluşa kĂ‚fî gelmediği mĂ‚nĂ‚sı cıkarılmıştır.
Nefs-i mutmainneye ermiş olanlar, şer ’î hukumlerin zĂ‚hiriyle beraber bĂ‚tınına da vĂ‚kıf olmuşlardır. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın lûtf u keremiyle, hakîkat, se­kînet ve yakîne kavuşarak keder ve endişelerden kurtulmuş, bazı keşif ve ilhamlara da nĂ‚il olmuşlardır. Muhammed MĂ‚sum Hazretleri şoyle der:
“Nefs-i mutmainne makamına gelinceye kadar insan İslĂ‚m ’ın ancak sûretini yaşayabilir. MeselĂ‚ namaz kıldığında ve oruc tuttuğunda, ancak bunların zĂ‚hirlerini ve sûretlerini yapmış olur. Nefs-i mutmainne seviyesine geldiğinde ise, (taklitten tahkike gecerek) dînin hakîkatine yukselir; îman, namaz, oruc, hac, zekĂ‚t ve diğer emirlerin hakîkatini yaşamaya başlar.” Bu seviyede kul, Allah katında “kerem/değer” kazanır. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın isimlerinden biri de “el-Kerîm”dir. Rabbimiz kulunun da “kerîm” olmasını arzu etmekte ve bunun yolunu şoyle haber vermektedir:
“…Allah katında en keremliniz, en cok muttakî olanınızdır…” (el-HucurĂ‚t, 13) Bu mertebede yuksek ahlĂ‚ktan nasipler tecellî etmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ve Sen elbette yuce bir ahlĂ‚k uzeresin.” (el-Kalem, 4)
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’i terbiye eden CenĂ‚b-ı Hak ’tır. Rabbimiz, kullarının da Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in terbiyesine girmelerini arzu etmektedir. Nefs-i mutmainne mertebesinde kotu ve cirkin va­sıflar, yerini guzel ahlĂ‚ka terk etmiştir. Davranış olgun­luğunda zirveyi teşkil eden ve butun insanlığa ornek şahsiyet olan Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in yuksek ahlĂ‚kı, tarifsiz bir zevk ile guzelce yaşanmaktadır. Boyle kimselerin gonulleri dĂ‚imĂ‚ Hakk ’ın zikriyle meşguldur. Bu mertebede gonul ufukları acılır, kĂ‚inĂ‚tı “Yaratan Rabbin adıyla okumak” husûsiyeti tezĂ‚hur eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O (akıl sahipleri) ki ayakta dururken, otururken ve (hattĂ‚ dinlenmek icin) yanları uzerine yatarken (her vakit) AllĂ‚h ’ı zikrederler; goklerin ve yerin (akıllara durgunluk veren o muhteşem) yaratılışın(daki hikmeti) tefekkur eder ve AllĂ‚h ’a şoyle niyĂ‚z ederler:
«Ey Rabbimiz! Sen bunları hikmetsiz yaratmış olamazsın. (Cunku Sen, abesle iştigal etmekten berîsin. Her turlu eksik ve yanlıştan munezzehsin.) Sen ’i tesbîh ederiz. (Hikmet ve adĂ‚letinin gereği olarak Cennet de haktır, Cehennem de haktır.) O hĂ‚lde, bizi Cehennem azĂ‚bından koru!»” (Âl-i İmrĂ‚n, 191) İnsan, HĂ‚lık ’ına yakınlaştıkca, her varlık hĂ‚l lisĂ‚nıyla onunla konuşur. AbdulkĂ‚dir GeylĂ‚nî Hazretleri ’nin Hak katından mĂ‚nen işittiği nakledilen;
“Ben insanın sırrıyım, insan da Ben ’im sırrımdır.”[1] hikmeti tecellî eder. Bu mertebeden nasîb alan gonul ile; yağmur konuşur, gul konuşur, dağ konuşur, arı konuşur. VelhĂ‚sıl insan, kĂ‚inat kitabının sayfalarını cevirip kevnî Ă‚yetleri okumaya başlar.
5. Nefs-i RĂ‚dıye DĂ‚imĂ‚ Hakk ’a yonelmek sûretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hukmune rĂ‚m olarak Rabbinin her turlu takdîrinden rĂ‚zı ve hoşnud hĂ‚le gel­miş olan nefistir. Bu mertebeye yukselen kul, kendi irĂ‚desinden vaz­gecip Hakk ’ın irĂ‚desinde fĂ‚nî olmuştur. Bu rızĂ‚ hĂ‚li, Hak ’tan gelen butun cileli imtihanlara karşı sabır goster­mek ve bu hususta O ’nun irĂ‚desini cĂ‚n u gonulden ka­bullenmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Sizi mutlaka biraz korku ve aclık ile; biraz da mallardan, canlardan ve urunlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri mujdele!” (el-Bakara, 155) Bu makamın imtihanları oncekilere nisbetle daha ağırdır. Zira insan mĂ‚nen yukseldikce iptilĂ‚lar artar. Nitekim Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle buyurur:
“İnsanlar icinde en şiddetli iptilĂ‚lara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine gore diğer kimselerdir. İnsan, dindarlığı olcusunde iptilĂ‚lara mĂ‚ruz kalır.” (Tirmizî, Zuhd, 57)
6. Nefs-i Merdıyye AllĂ‚h ’ın da kendisinden rĂ‚zı olduğu kimselerin makamıdır. Bu mertebeye nĂ‚il olan bir kul, artık hĂ‚disĂ‚tı “hak­ka ’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. AllĂ‚h ’ın iz­niyle bazı ledunnî sırlara vĂ‚kıf olabilir.
CenĂ‚b-ı Hak rızĂ‚, tevekkul ve teslîmiyetleri sebe­biyle boyle kullarının -Ă‚deta- goren gozu, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli... olur.[2] Onların hĂ‚line, kāline ve guzel ahlĂ‚kına tesir kuvveti ihsĂ‚n eder. Bu makama erişen kul;
“...Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4) Ă‚yetinde beyan edilen maiyyet-i ilĂ‚hiyyeyi idrĂ‚k hĂ‚linde olur. Yaptığı her işi CenĂ‚b-ı Hakk ’ın huzûrunda bulunduğunun şuuru icerisinde îfĂ‚ eder. HattĂ‚;
“...Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) Ă‚yetinde ifade edildiği uzere CenĂ‚b-ı Hakk ’ı, kendi canından daha yakın bilir. Peygamberlerin ve Hak dostlarının yuce ahlĂ‚kından bu kalbî kıvĂ‚ma dĂ‚ir birkac misal şoyledir:
Hazret-i YĂ‚kub -aleyhisselĂ‚m- ust uste gelen musîbetler se­bebiyle hĂ‚lini, “…Bana duşen ancak sabr-ı cemîldir…”[3] diye­rek beyĂ‚n eder. Dayanılmaz hastalık ve iptilĂ‚lara mĂ‚ruz kalan Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-, hanımının:
“–Rabbine duĂ‚ et de bu muzdarip hĂ‚lin son bul­sun.” şeklindeki talebine:
“–Hak Te­Ă‚lĂ‚ ba­na sek­sen se­ne sıh­hat­li bir omur ver­di. He­nuz o ka­dar has­ta­lık cek­me­miş­ken sıh­hat is­te­mek­ten ha­yĂ‚ ede­rim.” mu­kĂ‚be­le­sin­de bu­lun­muş­tur. (Suyûtî, Durru ’l-Mensûr, EnbiyĂ‚, 83) Hazret-i İb­rahim -aleyhisselĂ‚m- da ate­şe atı­lır­ken yar­dı­ma ge­len me­lek­le­re:
“–Ate­şi yan­dı­ran kim­dir? O be­nim hĂ‚­li­mi bi­li­yor. Siz­den bir ta­le­bim yok!” bu­yur­muş­tur. (Suyûtî, Durru ’l-Mensûr, EnbiyĂ‚, 68-70) Habîb-i Neccar, kavmi tarafından şehid edilirken hĂ‚linden şikĂ‚yet etmedi. Kavmine bedduĂ‚ etmedi. Aksine;
“Keşke kavmim, Rabbimin bana ne tur ikramlarda bulunduğunu bilselerdi. Boylece onlar da hidĂ‚yet nîmetinden mahrum kalmasalardı. Onlar da Allah yolunda canlarını seve seve vermeye can atsalardı.” dedi.[4] Firavun ’un sihirbazları, elleri ve ayakları caprazlama kesilip şehid edilirlerken:
“…Rabbimiz uzerimize sabır yağdır ve bizi musluman olarak vefat ettir.”[5] diye duĂ‚ ederek Allah ’tan rĂ‚zı ve mutmain bir hĂ‚lde îmanlarının derdine duşmuşler, son nefeslerini îmanla verebilmekten başka bir şey duşunmemişlerdir. MeselĂ‚ Firavun ’a bedduĂ‚ etmek bile akıllarına gelmemiştir.
Resûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in ashĂ‚bı, Kur ’Ă‚n ’ı gokten inen bir sofra olarak telĂ‚kkî eder ve ondan kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da istifade etmek icin gayret gosterirlerdi. Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh- anlatıyor:
“EnsĂ‚r ’dan bir komşum ile beraber Medîne ’nin yuksek taraflarında kalan Umeyye ibni Zeyd oğulları yurdunda oturuyorduk. İlim oğrenmek icin RasûlullĂ‚h ’ın yanına nobetleşe inerdik. Bir gun o iner, bir gun ben inerdim. Ben indiğim zaman, o gun vahiy veya başka ne duyarsam haberini komşuma getirirdim; o da indiği zaman boyle yapardı...” (BuhĂ‚rî, KitĂ‚bu ’l-İlm, 27)
Arınmış bir ruh, dĂ‚imĂ‚ AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sını celbedecek bir hizmet arar. BahĂ‚uddin Nakşibend Hazretleri yedi sene hastalarla ilgilenmiş, sahipsiz hayvanlara sahip cıkmış ve insanların gececeği yolları temizlemiştir.
NĂ‚il olduğu ilĂ‚hî azamet tecellîleri karşısında ise hicliğe burunerek şoyle demiştir:
Âlem buğday ben saman,
Âlem yahşi ben yaman!
7. Nefs-i KĂ‚mile Nefs-i kĂ‚mile, tezkiye neticesinde arınmış, saf, berrak, ulvî ve ol­gun nefistir. Butun mĂ‚rifet sırlarının tahsil edildiği ve ancak CenĂ‚b-ı Hak tarafın­dan vehbî olarak lûtfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, sırf calışmakla elde edil­mez. Kader sırrına mebnî, ilĂ‚hî bir ihsandır.
Dipnotlar:
[1] Ahmed Avni Konuk, Fusûsu ’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48. [2] Bkz. BuhĂ‚rî, Rikāk, 38. [3] Yûsuf 18, 83. [4] Bkz. YĂ‚sîn, 26-27. [5] el-A‘rĂ‚f, 126.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkur Ufku, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
NEFSİN MERTEBELERİ NELERDİR?