Tasavvuf ’un fennî ilimler ile bir munÂsebeti var mıdır?Fennî ilimler, yani laboratuvar muşÃ‚hedeleriyle ispatlanabilen ilimler, -ilk nazarda- tasavvufla alÂkasız gibi gorunurse de gercek boyle değildir.
Varlıkların ve hÂdiselerin var oluş hikmet ve keyfiyetlerine dÂir bir gÂye peşinde koşan her ilmî faÂliyetin yolu, nihÂyette metafizik bir noktaya ulaşır. Bu ise fennî ilimlerin tasavvufla buluştuğu noktadır. Cunku tasavvuf, kÂinattaki butun varlıkların sır ve hikmetlerini, yani metafizik boyutlarını umûmî olarak tahlîl, tesbît ve tedvîn eder. İnsanı, Allah ve mÂsiv hakkında daha doğru, daha şumûllu ve tecessus iştihÂsını doyuracak seviyede bir ilme, yani hakîkat iklîmine taşır.
Fennî ilimlerin ilgi alanı maddî Âlem, yani eşyÂ-yı tabîiyye (tabiî şeyler) ’dir. Bu ilimlerin varlıklarda bulduğu gercekler, onlara ilÂhî tÂyinle yerleştirilmiş olan husûsiyetlerdir. Buna gore maddî Âleme Âit her keşif, Yaratıcı ’nın kudret ve azametine bir delil olarak ortaya cıkar. Buradan hareketle fennî ilimlerin, bir mÂnÂda ilÂhî sanat hÂrikalarına ulaşmaya yardımcı olduğunu soylemek mumkundur.
Diğer taraftan İslÂm, maddeyi bile metafizik boyutlarıyla birlikte ele alır ki, bugun modern fennî ilimler de bu îzÂha yaklaşmıştır. Cunku maddî Âlemdeki her keşif, yeni mechullere kapı acar ve insan mufekkiresini sonsuz bir mesÂfeye ceker. Maddî Âlemin intibÂları ile yurutulen bu faÂliyetin sonunda da, bÂzı metafizik hÂdiselerle karşılaşılır. Bilhassa zamanımızda bu ilimlerin akıllara hayret ve hayranlık veren noktalara ulaşması, netîcede fizikî gerceklerin metafizikle yuz yuze gelmesine sebep olmuştur.
Bu yuzden de hakîkati yalnız maddeye hasretmiş olan eski materyalist telÂkkîler Âdeta iflÂs etmiştir. Gecen asrın tabularından biri olan Lavoisier (Lavuazye) kanunu yıkılmış ve felsefe ile din arasındaki temel ihtilÂf mevzûlarından biri olan “maddenin kadîm olduğu” goruşu artık cope atılmıştır. Maddenin asıl değil, Ârızî bir sûret ve tekÂsuf etmiş bir enerji olduğu gerceği, atomun parcalanmasıyla ispat edilmiş ve boylece madde denilen şeyin, enerjinin muayyen bir kalıpta hapsedilmesinden ibÂret olduğu ortaya cıkmıştır. Buna ilÂveten bilhassa fizik, kimya, biyoloji ve astronomideki yeni keşifler, dînin ve bu arada Kur ’Ân-ı Kerîm ’in ulvî muhtevÂsını te ’yîd eden sayısız yeni delillerin ortaya cıkmasına sebep olmuştur.
İnsanın genleri uzerinde vÂkî olan yeni keşifler, her insanın nev ’i şahsına munhasır bir şifresi olduğu gerceğini ortaya koymuştur. Bu ve benzeri keşifler, ilÂhî sanatın akılları Âciz bırakan, zamanımızdaki parlak misÂlleridir. Bundan dolayıdır ki, daha 19. asırda Ziy Paşa:
SubhÂne men tehayyera fî sun‘ihi ’l-ukûl
SubhÂne men bi-kudretihî ya ’cizu ’l-fuhûl

“Sanatı karşısında akılların hayrete duştuğu, kudretiyle en ustun Âlimleri bile Âciz bırakan Allah TeÂl ’yı tesbîh ederim.” sûretindeki hikmetli beytini nazmetmiştir. Cunku muslumanlar, ilÂhî sanatın hÂrikaları karşısındaki bu aczi oteden beri esÂsen bilmekteydiler. Hatt bu fennî keşiflerin, kıyÂmete yakın, mûcizeler seviyesine kadar yaklaşabileceği de muslumanların mechûlu değildir. LÂkin her yeni keşif, insanın acziyyeti ile ilÂhî sanatın azametini ve ondaki hikmetlerin sonsuzluğunu kabullenmek istikÂmetinde vicdÂnî bir zarûret doğurmaktadır. Yine Ziy Paşa:
İdrÂk-i meÂlî bu kucuk akla gerekmez,
Zîr bu terÂzû bu kadar sıkleti cekmez.

diyerek bu beşerî aczi, ne guzel ifÂde etmiştir.
TASAVVUFLA MUNASEBETİ MUHAKKAKTIR Tasavvuf, sırları idrÂk maksadıyla kÂinÂtı tahlîl ettiğinden, fizîkî gerceklerin nihÂyetinde metafizik husûsiyetlerle yuz yuze gelen fennî ilimlerin, tasavvufla bir şekilde alÂkasının olduğunu kabul etmek bir zarûrettir.
EsÂsen Kur ’Ân-ı Kerîm bircok defa kÂinattaki sır ve hikmetlere dikkat cekmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İnsanlara, ufuklarda ve kendi ic dunyalarında Âyetlerimizi gostereceğiz ki, onun (Kur ’Ân ’ın) gercek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şÃ‚hid olması yetmez mi!” (Fussilet, 53)
Âyette “ufuklar” kelimesiyle insanı ihÂta eden dış Âleme, “kendi nefisleri” ifÂdesiyle de insanın biyolojik ve rûhî yapısındaki hikmet, ibret ve sırlara işÃ‚ret edilmektedir.
CenÂb-ı Hak, kullarının gafletini izÂle ederek onları intibÂha getirmek icin Âyet-i kerîmelerde şoyle buyurur:
(Ey Habîbim! Sana karşı gelenler) hic yeryuzunde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette duşunecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gercek şu ki, gozler kor olmaz; lÂkin goğusler icindeki kalpler kor olur.” (el-Hacc, 22)
“Biz, gokleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gercek bir sebeple yarattık. Fakat onların coğu bilmiyorlar.” (ed-DuhÂn, 38-39)
CenÂb-ı Hak, bu kudret akışlarını bildirdikten sonra insanları da diğer varlıklar gibi belli bir maksat icin yaratmış bulunduğunu bir başka Âyet-i kerîmede şu şekilde bildirir:
“Sizi boş yere yarattığımızı ve Biz ’e dondurulmeyeceğinizi mi sandınız!” (el-Mu ’minûn, 115)
Mikrodan makroya kadar her zerrede ilÂhî sanatın hÂrika tezÂhurleri mevcuttur. Tasavvuf, merkezi insan olmak uzere bu hakîkatlerin kullî ve umûmî bir mÂhiyette kavranmasını temin eden bir goruş ve bu goruşun husûlu icin başta “zikrullÂh” olmak uzere riyÂzÂt vb. rûhî temrinlerle insanoğlunu olgunlaştıran fiilî ve ilmî bir disiplindir.
Kur ’Ân Âyetlerinde fizîkî Âlemin hikmetlerine dikkat ceken ve te ’kîd icin de bunları suÂl yoluyla ortaya koyan beyanlar mevcuttur. Bu keyfiyet, fennî ilimlerin faÂliyet sahasını ilgilendirmekle beraber, eşyanın sÂdece fizikî hûsûsiyetlerine munhasır değildir. Bu yuzden hikmeti kavrama konusunda bu ilimlerin salÂhiyet ve imkÂnlarından daha fazla bir kudrete ihtiyac vardır. Bu da rûhî temrinlerle kalbin tahassus melekesini geliştirmeyi îcÂb ettirir. İşte tasavvuf, insana bu imkÂn ve salÂhiyeti bahşeden mustesn bir ufuktur.
MÂlum olduğu uzere mutasavvıfların nazarında dunya, esmÂ-yı ilÂhiyyenin tecellîgÂhıdır. İcindeki her varlık buyuk bir sanat hÂrikasıdır. Gundelik hayatta bircoğumuzun karşılaştığı ve pek duşunmeden gecip gittiği hÂdiseler hakkında ciltlerle kitap yazılsa yine de azdır. Mesel bir dut yaprağını ceylan yediğinde misk, ipek boceği yediğinde ise ipek olur. İşte bunun gibi kÂinÂt, her gun muşÃ‚hede edegeldiğimiz, fakat uzerinde lÂyıkıyla durup duşunmediğimiz harikalarla doludur. Yeşeren otlara, acan ciceklere, meyve veren ağaclara ibret nazarıyla bakılsa ve bunların topraktan renk, koku ve lezzet gibi husûsiyetleri nasıl bulup da cıkarabildikleri duşunulse, ilÂhî kudretin boyle tezÂhurleri karşısında hayrette kalmamak mumkun olmaz. Kısacası mutasavvıflar, kÂinatta hicbir şeyin boşuna yaratılmadığını sadece sozleri ile değil, butun kalpleri ile de kabul etmişlerdir.
Kur ’Ân ve insan gibi kÂinat da CenÂb-ı Hakk ’ın esmÂ-yı ilÂhiyyesinin terkipleriyle meydana gelmiştir. Butun fennî ilimler bir bakıma bu terkiplerin kÂinattaki tezÂhurleri olan ÂdetullÂhın hikmetlerini aramakla mukelleftirler. Bu mukellefiyetin îfÂsında ise mutlak bir acziyete mahkûmdurlar. Ancak, mÂnen terakkî ederek bir nevî kalbî alıcılara mÂlik olabilenlerdir ki, sır ve hikmetleri kavrama husûsunda, fen ilimlerinin vÂsıl olduğu merhalelerden daha ilerisine nufûz edebilirler. İşte bu gibi noktalardan itibÂren fennî ilimlerle tasavvuf kaynaşıp aynîleşir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genc Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ağustos Sayı: 179
İslam ve İhsan
Tasavvuf İlmi Nedir?