Nefs-i emmare ne demek? Nefs-i emmareden nasıl kurtulunur? Yusuf Alehisselam nefsini nasıl yendi? Musa Aleyhisselam nefsin hakikatini nasıl gordu? Şeytandan bile tehlikeli nefs: Nefs-i emmare ve ondan kurtulmanın yolları...Nefs-i emmare; Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kotulukleri işlemeye tahrîk eden en suflî durumdaki isyankĂ‚r nefstir. “EmmĂ‚re” cok emredici demektir. Bu sıfatı hĂ‚iz olan nefsin yegĂ‚ne maksadı, hevĂ‚ ve heveslerini olcusuzce tatminden ibĂ‚rettir. Şehvetin esîri, şeytanın avĂ‚nesi olmuş; keyfine, zevkine, gunĂ‚ha duşkun olan nefstir.
Nefsin duşkunlukleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mucĂ‚dele gostermemek, onun arzularına tĂ‚bî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmĂ‚re seviyesinde bulunan kimselerin ahvĂ‚li cumlesindendir.
Aslında nefs-i emmĂ‚re, sĂ‚hibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Nitekim bu husûsu İbn-i AtĂ‚ullĂ‚h el-İskenderî şoyle îzĂ‚h eder:
“...Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine calışır. Ustelik olunceye kadar da sahibinden hic ayrılmaz. Oysa şeytan bile hic olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Cunku Ramazan ’da şeytanlara kelepce vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devĂ‚m eden cinĂ‚yet, hırsızlık ve ahlĂ‚ksızlık vak ’aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.”
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın:
“Muhakkak ki nefs, kotuluğu şiddetle emreder.” (Yûsuf, 53) Ă‚yet-i kerîmesindeki beyĂ‚nı, bu mertebedeki nefse dĂ‚irdir.
Diğer taraftan insanın mĂ‚nevî Ă‚lemdeki mevkii itibĂ‚riyle nefs-i emmĂ‚re, hayvanĂ‚t icerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. Şuphesiz ki boyle bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî Ă‚fetlerine dikkat cekmek murĂ‚d edilmiştir. Nitekim şĂ‚ir Nev ’îzĂ‚de AtĂ‚î, bu hakîkati şoyle dile getirir:
Dondu ahlĂ‚k-ı zemîme mĂ‚re
ŞĂ‚h-ı mĂ‚rĂ‚nı anın emmĂ‚re
“Her kotu ahlĂ‚k, bir yılana benzedi. Bu yılanların şĂ‚hı da, nefs-i emmĂ‚re oldu.”
Bu yuzden akl-ı selîm sĂ‚hibi her mu ’min, nefs-i emmĂ‚re ile dĂ‚imî bir cihĂ‚d hĂ‚lindedir. Bu cihĂ‚dda akıl ve irĂ‚de kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha buyuk bir ziyĂ‚n duşunulemez. ZîrĂ‚ nefs, pek cok ulvîliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifĂ‚de ile, ebedî husrĂ‚n ve bedbahtlığına Ă‚mil olmuştur. Ancak AllĂ‚h ’ın yardım edip koruduğu ihlĂ‚slı kullar bundan mustesnĂ‚dır.
NEFS-İ EMMAREDEN NASIL KURTULUNUR? Nitekim Mısır azîzinin hanımı ZuleyhĂ‚ ile Hazret-i Yûsuf -aleyhisselĂ‚m- arasında gecen şu hĂ‚dise pek ibretlidir:
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de bildirildiği uzere Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, buyuyup gelişmiş, guzelliğiyle gosterişli bir genc olmuştu. Onun bu hĂ‚li, yaşadığı evin hanımı olan ZuleyhĂ‚ ’yı değişik duşuncelere sevk etmişti.
CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmelerde bu hĂ‚diseyi şoyle bildirir:
“...Kadın, O ’nun nefsinden murĂ‚d almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «Sana soyluyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise; «(HĂ‚şĂ‚), AllĂ‚h ’a sığınırım! ZîrĂ‚ kocanız benim velînîmetimdir; o bana guzel davrandı. (Bana guzel bir mevkî verdi). Gercek şudur ki, zĂ‚limler aslĂ‚ felĂ‚h bulmaz!» dedi.”
“Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işĂ‚ret ve îkĂ‚zını gormeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte boylece Biz, kotuluk ve fuhşu ondan uzaklaştırmak icin (burhĂ‚nımızı gosterdik). Şuphesiz o, ihlĂ‚sa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 22-24)
Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın lutf u keremiyle mĂ‚nevî yardımlara nĂ‚il olmuş ve boylece nefs-i emmĂ‚reyi temsîl mevkiindeki ZuleyhĂ‚ ’ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz Ă‚ciz kullar da, CenĂ‚b-ı Hakk ’a takvĂ‚ ile yonelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hĂ‚llerinden uzak bulundurmak mecbûriyetindeyiz.
Yuce Rabbimizin, Ă‚kıbeti fecî olan birtakım fiillerin, daha evveliyĂ‚tına Ă‚it safhalarından bile kendimizi korumamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binĂ‚endir. MeselĂ‚, bir erkeğin helĂ‚l olmayan bir kadına şehvetle bakması, zinĂ‚ya kapı aralayacağından, men edilmiştir. Diğer butun mezmûm fiiller icin de durum aynıdır.
Hakîkaten bu vak ’a, buyuk ibretlerle doludur. ZîrĂ‚ ebedî kurtuluşa bir bedel hukmundeki dunyevî imtihanları zor ve şiddetli kılan pek cok unsur, burada Ă‚detĂ‚ ustuste cakışmıştı. Şoyle ki:
Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, guzelliği dillere destĂ‚n olacak kadar alĂ‚ka cekici, melek gibi bir genc idi. Guzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları hĂ‚lde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. ŞĂ‚yet Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, cirkin ve şehevî duyguları korelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hĂ‚dise bu kadar irşĂ‚d edici olabilirdi.
Buna mukĂ‚bil ZuleyhĂ‚ da, nefislerin en cok zebûnu olduğu uc vasfın; yĂ‚ni servet, şohret ve şehvetin şĂ‚hikasında bulunuyordu. ŞĂ‚yet ZuleyhĂ‚ da yaşlı veya cirkin bir kadın olsaydı, yine Hazret-i Yûsuf ’un imtihĂ‚nı bu derece zor olmaz ve bu hĂ‚dise, bu kadar muessir bir misĂ‚l teşkil etmezdi. HĂ‚lbuki o da gencti, cemĂ‚l sĂ‚hibiydi ve pek cok kimseyi kendisine rĂ‚m edebilecek bir cĂ‚zibeler meşheri hĂ‚lindeydi. Ustelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Boylece gizlilik ve tenhĂ‚lığın, gunĂ‚hları daha da kamcılayan hengĂ‚mında, Hazret-i Yûsuf ’a şiddetli bir arzuyla:
“–Heyte lek!” yĂ‚ni Gelsene bana!” diye seslenerek, cirkin bir fiile teşebbus etmişti. MukĂ‚vemet gostermekte nice irĂ‚deleri eritebilecek boyle bir manzara karşısında, Yûsuf -aleyhisselĂ‚m- ’ın bile hayli guc bir vaziyette kaldığını Yuce Rabbimiz:
“ŞĂ‚yet burhĂ‚nımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu.” beyĂ‚nıyla ifĂ‚de buyurmaktadır.
NEFS-İ EMMAREDEN KURTULMANIN YOLU İşte Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, onune serilen bunca dehşetli cĂ‚zibelerin aldatmalarına kanmamak icin “maĂ‚zallĂ‚h” diyerek, yegĂ‚ne cĂ‚renin yuksek bir takvĂ‚ ile “AllĂ‚h ’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilĂ‚hî yardımın tahakkuk safhasına girmesi icin, takvĂ‚nın bir zarûret olduğunu gostermektedir. YĂ‚ni, nefs-i emmĂ‚renin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takvĂ‚ duygularının kuvvetlenmesi sĂ‚yesinde mumkun olabilmektedir.
Hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; genclik, guzellik, servet gibi her turlu cĂ‚zibe unsuruna sĂ‚hip bir kadından, ustelik tenhĂ‚lıkta gelen dĂ‚vet ve iltifĂ‚ta “hayır” diyebilmektir.
Nitekim Allah Resûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde; hicbir golgenin bulunmadığı kıyĂ‚metin o cetin gununde, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın yedi sınıf insanı, arşın golgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin:
“Guzel ve mevkî sĂ‚hibi bir kadının berĂ‚ber olma isteğini, «–Ben Allah ’tan korkarım.» diyerek reddeden genc…” olduğunu ifĂ‚de buyurmuşlardır. (BuhĂ‚rî, EzĂ‚n, 36)
ZîrĂ‚ insanın en buyuk zaaflarından biri, iltifata mağlûb olarak, kendini muhĂ‚faza etme gucunu kaybetmesidir. LĂ‚kin Hazret-i Yûsuf ’ta bu olmadı. ZîrĂ‚, takvĂ‚sı ve terbiye edilmiş nefsinin kĂ‚mile makĂ‚mında olması sebebiyle, ilĂ‚hî sıyĂ‚net onu korudu. Nefs-i emmĂ‚renin desîseleri karşısında onu guclu kıldı.
ALLAH ’A İLTİCA EDİN İbrete şĂ‚yan diğer bir husus da şudur:
Zuleyha, arzûsuna tĂ‚bî olmadığı takdirde Hazret-i Yûsuf ’u zindan ile tehdîd etmişti. HĂ‚lbuki Yûsuf -aleyhisselĂ‚m- ’ın arınmış nefsi ona takvĂ‚yı ilham etmekte olduğu icin o:
“Ey Rabbim! Zindan, onların beni dĂ‚vet ettiği şeyden daha sevimlidir.” demişti.
Ayrıca O ’nun CenĂ‚b-ı Hakk ’a ilticĂ‚sında:
“Eğer onların hîlesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden cĂ‚hillerden olurum.” diyerek, icine duştuğu vaziyetten kurtuluşun tek cĂ‚resi olan zindanı tercih etmesi, buyuk bir takvĂ‚ nişĂ‚nesiydi.
Bu da gosteriyor ki, insanı gunahlara surukleyen butun dunyevî cĂ‚zibelerin “heyte lek” (gelsene bana) dĂ‚vetlerine mukĂ‚vemet edebilecek yegĂ‚ne guc, o anda kalbin “maĂ‚zallĂ‚h” diyerek sonsuz kudret sĂ‚hibi olan “AllĂ‚h ’a sığınabilmesi”dir.
NEFSİN HAKİKATİ Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de nefs-i emmĂ‚renin Ă‚fetlerinden korunmaya karşı en guclu silahın takvĂ‚ olduğu bildirilmektedir. Yine yuce kitabımız Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de nefsin hakîkatini gosteren bir vĂ‚kıa da şoyledir:
MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’a Tûr-i SînĂ‚ ’da peygamberliği tebliğ edildi ve muteĂ‚kıben:
“«AsĂ‚nı at!..» (denildi). MûsĂ‚ (attığı) asĂ‚yı yılan gibi deprenir gorunce, donup arkasına bakmadan kactı. (Bunun uzerine «Ey MûsĂ‚! Beri gel, korkma! Cunku sen emniyette olanlardansın.» diye nidĂ‚ olundu.” (el-Kasas, 31)
Azîz ve Celîl olan Allah, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’a, kudretini o asĂ‚da gostermişti. MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- da, asĂ‚ vĂ‚sıtasıyla AllĂ‚h ’ın kudreti ile unsiyet etti. Allah, O ’nu peygamber olarak tĂ‚yîn edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve bazı mukellefiyetler verince, O ’na hitĂ‚ben şoyle buyurdu:
Şu sağ elindeki nedir, ey MûsĂ‚?” (TĂ‚hĂ‚, 17)
MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- da:
O benim asĂ‚mdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaclarım da vardır.” (TĂ‚hĂ‚, 18) şeklinde cevap verdi.
Bunun uzerine Allah -celle celĂ‚luhû-:
Yere at onu, ey MûsĂ‚!” (TĂ‚hĂ‚, 19) buyurdu.
Hazret-i MûsĂ‚, derhal emri yerine getirdi:
“Onu hemen yere attı. Bir de ne gorsun, hızla surunen bir yılan değil mi?” (TĂ‚hĂ‚, 20)
Bunu goren MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- kacmağa başladı. Ancak:
“AllĂ‚h buyurdu: «Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hĂ‚line dondureceğiz.»” (TĂ‚hĂ‚, 21)
Bazı mufessirler, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’ın asĂ‚sını yere atması ile ilgili Ă‚yetin işĂ‚rî acıklamasında, bunun Hazret-i MûsĂ‚ ’nın ic dunyĂ‚sına Ă‚it bir irşĂ‚d sadedinde olduğunu beyĂ‚n etmişlerdir.
MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, izĂ‚fetleri, yĂ‚ni fĂ‚nî alĂ‚ka, dayanak ve barınakları zikredince, Allah -celle celĂ‚luhû- bunların atılmasını emretti.
Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, buyuk bir yılan olarak temessul etti. MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’a nefsin hakîkati gosterildi. Korktu, urktu ve ondan kactı. O ’na işĂ‚rî olarak Ă‚detĂ‚ şoyle denilmiş oluyordu:
“–Ey MûsĂ‚, işte bu yılan, Allah ’tan başka şeylere bağlılık vasfının tĂ‚ kendisidir. Bu nefsĂ‚nî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sĂ‚hibine gosterilince, ondan urker ve kacar.
Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asĂ‚ya dayanman, senin icin kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifĂ‚de edeceğin bir şeyin var olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asĂ‚ ile şoyle yapıyorum, ondan istifĂ‚de ediyorum ve onda benim icin başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. YĂ‚ni mutlak tevekkul ve teslîmiyettir. Her turlu talep ve istekten vazgec!”
Buyrulur ki:
“Hakk ’ın nidĂ‚sını işiten ve O ’nun cemĂ‚linin nûrunu goren kişi, Allah ’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. AllĂ‚h ’ın fazl u kereminden başka hicbir şeye dayanmaz. Bu şekilde nefsin arzularından ve desîselerinden sıyrılır.”
AŞAĞILARIN AŞAĞISINA DUŞUREN NEFS Şu fĂ‚nî ruyĂ‚ Ă‚leminin beş dakîkalık sahte lezzetleri uğruna, hakîkî saĂ‚deti ve ebedî Ă‚hiret saltanatını terk ettirip insanı, Ă‚lĂ‚-yı illiyyînden esfel-i sĂ‚filîne duşuren de, yine nefs-i emmĂ‚redir.
Nefs-i emmĂ‚reyle mĂ‚lul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakîkatler onunde dahî, inat ve kibirle diklenmekten, etrĂ‚fındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, yalan, dedikodu ve mĂ‚lĂ‚yĂ‚ni ile meşgûliyetten Ă‚detĂ‚ zevk duyar. Dînen nehyedilmiş cirkinliklerden kurtulamaz. Boyleleri, kısacık dunyĂ‚ hayĂ‚tının fĂ‚nî ve nefsĂ‚nî lezzetleri uğruna cennet ve CemĂ‚lullĂ‚h ’ı, ebedî saĂ‚det ve selĂ‚meti terk edecek kadar akıl, idrĂ‚k ve iz ’Ă‚nı dumûra uğramış, kalb gozleri perdeli, cĂ‚hil ve gĂ‚fil insanlardır.
Nefs-i emmĂ‚rede rûh-i sultĂ‚nî, tamĂ‚men rûh-i hayvĂ‚nînin esîri hĂ‚line gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hĂ‚kim olmuştur.
Bu gibi kimseler hakkında Ă‚yet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“Andolsun biz, cinlerin ve insanların bircoğunu cehennem icin yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gozleri vardır, onlarla gormezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattĂ‚ daha da aşağı seviyededirler. İşte asıl gĂ‚filler onlardır.” (el-A‘rĂ‚f, 179)
Boyleleri, dehşetli gaflet tuğyĂ‚nı icinde hĂ‚lĂ‚ AllĂ‚h ’ın merhametine gereğinden fazla guvenerek kendilerini avutur, gunahlara devĂ‚m ederler. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın azĂ‚bından emîn olmuş gibi:
“–Canım, haramı haram bilerek işlemek kufre goturmez ya! Nasıl olsa birgun tevbe ederim!” duşuncesi icinde boş tesellîlerle oyalanır dururlar.
İşte bu ve benzeri duşunceler, aslında, gunahların kolaylıkla irtikĂ‚b edilmesini sağlamak ve bunu normal gostermek isteyen nefs ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır.
HĂ‚lbuki CenĂ‚b-ı Hakk ’ın îkĂ‚zı ne buyuktur:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlĂ‚dı, ne evlĂ‚dın babası nĂ‚mına bir şey odeyemeyeceği gunden cekinin. Bilin ki, AllĂ‚h ’ın verdiği soz gercektir. Sakın dunya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, AllĂ‚h ’ın affına guvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman, 33)
Diğer taraftan, nefs-i emmĂ‚re gafletine dalmış kimseler, Ă‚hiretlerini kurtaracak hayır ve hasenĂ‚t işlerine koşmakta tembel, kotuluklerden ictinĂ‚b etme husûsunda ise kayıtsızdırlar. ŞĂ‚yet hasbe ’l-kader kucuk bir hayır işleseler, bunu gozlerinde buyutup dĂ‚imĂ‚ bununla ovunurler. Kendilerinden zuhûr eden kotuluklerden zaman zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedĂ‚met, onların hĂ‚l ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesîle olacak kuvvetten mahrumdur.
Bu mertebedeki bir mu ’min, tedĂ‚vîye muhtac bir hasta gibidir. Onun nefs-i emmĂ‚reden kurtulup nefs-i levvĂ‚meye gecebilmesi icin, mĂ‚nevî tedĂ‚vîde tĂ‚kib etmesi gereken en muhim usûl ise, kendini ciddî bir sûrette hesĂ‚ba cekmektir. Kul, azamet ve celĂ‚l sĂ‚hibi Rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki suĂ‚lleri, mahşerdeki hesĂ‚bı, cehennemdeki şiddetli azĂ‚bı duşunmeli ve tevbeye azmetmelidir. Fakat tevbe esnĂ‚sında kul, CenĂ‚b-ı Hakk ’a munĂ‚cĂ‚tını, sĂ‚dece sozle değil kalben de pişman olup buyuk bir samîmiyetle îfĂ‚ etmelidir. Dil tevbe ederken, fırsat duştuğunde yine o gunahı işleme arzusu kalbde hĂ‚kimse, bu tevbe makbûl olmaz. Bilakis bu, munĂ‚fık tevbesidir ve hattĂ‚ tevbeye muhtac bir tevbedir. Bir taraftan tevbe edip diğer taraftan da gunahlara devĂ‚m etmek, tevbe ile ilticĂ‚ edilen makĂ‚mı hafife almak ve onunla istihzĂ‚ etmektir. Tevbe, gercekten pişman olup, bir daha donmemek uzere kotuluklerden vazgecerek CenĂ‚b-ı Hak ’tan mağfiret dilemektir.
Diğer taraftan kul, nefs-i emmĂ‚reden kurtulmak icin en azından zarûrî olan şer ’î ahkĂ‚ma riĂ‚yet ederek kelime-i tevhîdin rûh ve hakîkatinde derinleşmeye calışmalıdır. Kalbde Ă‚detĂ‚ bir put hĂ‚line gelmiş bulunan ve kulu Rabbinden gĂ‚fil bırakan butun hevĂ‚ ve hevesler, daha “LĂ‚ ilĂ‚he” derken nefyedilip, Allah ’tan gayrı butun maksûdlar kalbden silinmelidir. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemîninde “İllĂ‚llĂ‚h” hakîkatini sĂ‚bitleyip, gonlun yalnızca AllĂ‚h ’a mahsus kılınmasına gayret edilmelidir. Bu şekilde kul, acziyet ve hicliğini idrĂ‚k ederek îmĂ‚nında taklidden tahkîke doğru terakkî etmeye calışmalıdır. ÎmĂ‚nın kalbde gercek mĂ‚nĂ‚da mekĂ‚n bulup kuvvet kazanması ise, kulu sĂ‚lih amellere ve netîcede ulvî mevkîlere sevk eder.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
NEFSİN MERTEBELERİ NELERDİR? - VİDEO