
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur: “Bu fakir kul, fÂsık bir mu ’min gorduğumde, mutlak onun benden daha iyi olduğuna inanırım. Cunku onun îmÂnı sÂbit, gunahı ise benden gizlidir. Benim nefsimin kotulukleri ise bana ÂşikÂrdır. Son nefes(te kimin kurtulacağı) mechuldur. Nice fÂsık ve fÂcir var ki, kÂmil velîlerden olmuştur. Nice ver sahibi sÂlih kişiler de vardır ki, aşağıların en aşağısına duşmuşlerdir.”[1]
DİN KARDEŞİMİZİ NASIL UYARMALIYIZ?
Bir muʼminin, hat ve kusurlarını gorduğu din kardeşini, tenh bir yerde, munÂsip bir dil ve uslûb ile îkaz etmesi; kardeşlik hukukunun bir gereğidir. Fakat boyle bir gayrette bulunmadan, hat ve kusurları sebebiyle bir din kardeşini hemen kınayıp kucuk gormek, dolaylı yoldan kendini buyuk gormeye, yani kibre yol acar. İbÂdullÂhı istihkār, yani AllÂhʼın kullarını hakir gormek ise, en buyuk gunahlardan biridir. Nitekim Âyet-i kerîmede:
“İnsanları arkadan cekiştiren, kaş goz işaretiyle alay eden herkesin vay hÂline!” (el-Humeze, 1) buyrulmaktadır.
BAŞKALARINI KUCUK GORMEKTEN SAKINMALIYIZ
Bu sebeple muʼmin, başkalarını kucuk gormekten titizlikle sakınmalı, Âdeta dikkatli ve hassas bir memur gibi, kalbinin kapısında bekcilik edip o kapıdan iceriye, gurur, kibir ve enÂniyetin kırıntısını bile sokmamaya gayret etmelidir. Derin bir tefekkur ve murÂkabe ile her an gonlunu yoklayıp kendi hat ve kusurlarının ıslÂhı ile meşgul olmalıdır.
Bu hassasiyetten uzaklaşan insan; en muhim kulluk edebi olan “tevÂzû” ve “mahviyet”i kaybeder. “Korku” ve “umit” duyguları arasında titremesi gereken kalbine, gaflet ve rehÂvet perdeleri iner. FÂsıkların hÂline bakıp kendisini ustun gormeye, yaptığı azıcık amelini ebedî kurtuluşu icin kÂfî zannetmeye başlar.
SON NEFESE KADAR İMTİHANLAR DEVAM EDİYOR
HÂlbuki son nefese kadar her insanın imtihanı devam etmektedir. Kimin sırÂt-ı mustakîm uzere sÂbit kadem kalıp kimin ayağının kayacağı, yani son nefeste kimin kurtulanlardan olacağı belli değildir.
Nitekim CenÂb-ı Hak, KurʼÂn-ı Kerîmʼde, Firavunʼun sihirbazları misÂlinde olduğu gibi, omrunun buyuk kısmını dalÂlet girdaplarında tuketip son anda hidÂyetle şereflenerek sÂhil-i selÂmete cıkanları bildirmektedir.
Yine bunun zıddına, onceleri sÂlih bir yaşantısı varken, son demlerinde AllÂhʼın lûtfettiği imkÂnları nefsine izÂfe ederek gurur ve kibrinin kulu-kolesi, hev ve hevesinin putperesti olan Belʼam bin BÂûrÂların, KÂrunların hazin Âkıbetini haber vermektedir.
Hadîs-i şerîfte de, onceleri “mescid kuşu” diye anılan SÂlebeʼnin, dunyalık hırsına kapılınca nasıl gozunun donduğu, neticede buyuk bir husrana dûcÂr olduğu, bir ibret levhası hÂlinde tasvir edilmektedir.[2]
HAK DOSTLARINDAKİ SON NEFES ENDİŞESİ
Şu hÂdise, Hak dostlarının gonullerindeki son nefes endişesinin, kendilerini nasıl bir tevÂzû ve hiclik iklimine sevk ettiğinin bÂriz bir misÂlidir:
Cuneyd-i BağdÂdî Hazretleri, Yemen collerinde gezerken bir av kopeği gormuş. Bakmış ki dişleri dokulmuş, pencesinde kuvvet kalmamış, miskinleşmiş, kocamış bir tilkiye donmuş. Vaktiyle yaban okuzlerine, geyiklere meydan okuyup onları avlarken; şimdi ev koyunlarından tos yemeye başlamış.
Cuneyd-i BağdÂdî Hazretleri, o kopeği oyle zavallı, bitkin ve hÂlsiz gorunce, kendi azığından ona bir parca vermiş. Ve bu kopeğe karşı huzunle şu sozleri soylemiş:
“‒Ey kopek! Bilmem ki yarına ikimizden hangimiz daha iyi cıkacak? ZÂhire bakılırsa bugun insan olduğum icin ben senden iyiyim. Fakat bilmem ki, kaz ve kader başıma ne getirecek! Eğer îmÂnımın ayağı kaymazsa, başıma CenÂb-ı Hakk ’ın affı tÂcını giyeceğim. Eğer uzerimdeki mÂrifet kisvesi soyulacak olursa, senden cok aşağı olacağım. Zira kopek ne kadar kotu huylu olursa olsun, onu Cehennemʼe atmazlar…”
SON NEFESİMİZİ MUSLUMAN OLARAK VERME GARANTİMİZ YOK
Dolayısıyla hic kimse bugunku iyi hÂline bakıp kendini, ebedî kurtuluşu garantilemiş olarak gormemeli, son nefese kadar korku ve umit duyguları icinde Hakkʼa kulluğa devam etmelidir.
Hak dostlarından SufyÂn-ı Sevrî Hazretleri ’nin genc yaşta beli bukulmuştu. Sebebini soranlara şoyle derdi:
“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. VefÂtı esnÂsında ona telkinde bulunduğum hÂlde bir turlu kelîme-i tevhîdi soyleyemedi. İşte bu hÂli gormek, benim belimi buktu.”[3]
İnsan, dunyevî bir diploma aldığında, o diploma, hayatı boyunca gecerliliğini korur. Fakat mÂnevî hayatta durum boyle değildir. Kazanılan hÂl ve makÂmın, her an kaybedilme tehlikesi vardır. Bu itibarla, son nefese kadar kalbî teyakkuz hÂlinde bulunmak zarûrîdir.
ZERRELERİN HESABI
Zira zerre hÂdiseler vardır ki kulu buyuk mukÂfatlara nÂil eder; yine zerre hÂdiseler vardır ki buyuk bir ÂzÂba dûcÂr eder.
Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği uzere, susuz kalmış bir kopeğe su veren gunahkÂr bir kadın, bu merhameti sebebiyle affedilerek Cennetlik olmuştur.
KOPEĞE SU VEREN KADIN CENNETLİK OLDU
O gunahkÂr kul, susuzluktan diliyle nemli toprağı yalayan kopeği gorunce merhamete gelmiş, hemen su kuyusuna inmiş, başka bir kap bulamadığı icin ayakkabısına su doldurmuş, onu ağzına alarak yukarı cıkarmış ve AllÂhʼın o susuz mahlûkunu, hicbir dunyevî menfaati olmadığı hÂlde, sırf rızÂ-yı ilÂhî icin sulamıştır. Bir kopeğe olan bu merhameti sebebiyle de, CenÂb-ı Hakkʼın af ve rızÂsına nÂil olmuştur. [4]
Demek ki rahmeti gazabını gecmiş olan ve kullarını affetmek icin sayısız vesîleler halkeden CenÂb-ı Hak, o kopeği de, o gunahkÂr kulunun kurtuluşu icin bir imtihan olarak karşısına cıkarmıştır. O zamana kadar belki pek cok imtihanı kaybetmiş olan kul da, bu imtihan suÂline doğru cevabı vererek ebedî kurtuluşa nÂil olmuştur.
KEDİSİNE ZULMEDEN KADIN CEHENNEMLİK OLDU
Buna mukÂbil, yine hadîs-i şerîfte bildirildiği uzere, kedisinin aclığına aldırış etmeyip onun olumune sebep olan bir kadın da bu merhametsizliğinden oturu Cehennemlik olmuştur. [5]
Yani bu kadın da, o kedinin ilÂhî bir imtihan vesîlesi olarak kendisine emÂnet edildiğini idrÂk edememiş, ona HÂlıkʼın şefkat nazarıyla bakamamış, bu gafleti ve merhametsizliği sebebiyle gazab-ı ilÂhîye dûcÂr olmuştur.
Şu hÂdise de ne kadar ibretlidir:
İstanbul Aksaray ’daki VÂlide CÂmii ’ni yaptırmış olan PertevniyÂl VÂlide Sultan vefÂt ettiğinde, sÂlih bir kimse onu ruyÂsında guzel bir makamda gorur ve sorar:
“–Yaptırdığın cÂmi dolayısıyla mı Allah seni bu makÂma yukseltti?”
PertevniyÂl VÂlide Sultan:
“–Hayır.” der.
O sÂlih zÂt şaşırarak:
“–O hÂlde hangi amelinle bu mertebeye nÂil oldun?” diye sorar.
VÂlide Sultan şu ibretli cevÂbı verir:
“–Cok yağmurlu bir gundu. Eyub Sultan CÂmii ’ne ziyarete gidiyorduk. Kaldırımın kenarında oluşan su birikintisi icinde cılız bir kedi yavrusunun cırpındığını gordum. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya:
«–Git de, şu kediciği alıver; yoksa zavallı yavru boğulacak!..» dedim.
Bacı ise:
«–Aman SultÂnım! Senin de benim de ustumuz kirlenir.» deyip yavruyu getirmek istemedi. Bunun uzerine arabadan kendim inip camurun icine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Cok gecmeden zavallıcık canlanıverdi. Allah TeÂlÂ, o kediye olan bu kucuk hizmet ve merhametimden dolayı, bana bu yuce makÂmı ihsÂn eyledi.”
HER HÂLİMİZE DİKKAT ETMELİYİZ
Dolayısıyla, CenÂb-ı Hakkʼın lûtfu da kahrı da bÂzen buyuk, bÂzen vasat, bÂzen kucuk gibi gorulen imtihanlarda tecellî edebilir. Onun icin insan, hicbir sevabı da gunahı da onemsiz gormemeli, farkında olmadan “zulum ehli” oluvermekten cok korkmalı, her hÂlini bu hakîkatlerle mîzÂn etmelidir.
Yine muʼmin, bu hÂdiselerde olduğu gibi, HÂlıkʼın şefkat nazarıyla mahlûkÂta bakış tarzı kazanmalıdır. Merhamete muhtac insanlara infÂk ile mukellef olduğu gibi, kapısına gelmiş olan kedi-kopekten bile mesʼûl bulunduğunu unutmamalıdır.
Şu hÂdise, bu hakîkatin ne kadar ibretli bir misÂlidir:
MARİFETULLAH TAHSİLİNE MUHTACIZ
SahÂbe-i kirÂmdan Abdullah bin CÂfer -radıyallÂhu anh- bir seyahat esnÂsında, bir hurma bahcesine uğradı. Bahcenin hizmetcisi siyahî bir kole idi. Koleye uc adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir kopek geldi. Kole, ekmeklerden birini ona attı. Kopek, ekmeği yedi. Oburunu attı. Onu da yedi. Ucuncuyu attı. Onu da yedi.
Bunun uzerine Abdullah bin CÂfer -radıyallÂhu anh- ile kole arasında şoyle bir konuşma gecti:
“–Senin ucretin nedir?”
“–İşte gorduğunuz uc ekmek.”
“–Nicin hepsini kopeğe verdin?”
“–Buralarda hic kopek yoktu. Bu kopek uzaklardan gelmiş olmalı. Ac kalmasına gonlum rÂzı olmadı.”
“–Peki bugun sen ne yiyeceksin?”
“–Sabredeceğim, gunluk hakkımı Rabbimin bu ac mahlûkuna devrettim.”
Bu guzel ahlÂk karşısında hayran kalan Abdullah bin CÂfer -radıyallÂhu anh-:
“–SubhÂnallah! Bir de benim cok comert olduğumu soylerler. HÂlbuki bu kole benden daha comertmiş!” buyurdu.
Ardından da o koleyi ve hurma bahcesini satın aldı. Koleyi ÂzÂd edip, hurmalığı ona bağışladı.[6]
Duşunmek gerekir ki; bedenen bir kole, fakat rûhen bir mÂn sultanı olan o zÂt, kimden, nerede ve hangi tahsili almıştı? Bugunku ifadesiyle, hangi fakultede doktora yapmıştı? Bu rûhî olgunluk, hangi eğitim sisteminin mahsûluydu?..
Demek ki dunyevî olarak hangi tahsili yapmış olursak olalım, her zaman muhtac olduğumuz asıl tahsil, “mÂrifetullah” tahsilidir. Yani CenÂb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilmek…
TAKVÂ HASSÂSİYETİ NASIL ELDE EDİLİR?
Eğer kul, Rabbini tanıyabilirse, CenÂb-ı Hak onun kalbine cok ayrı bir derinlik, yuksek bir ufuk ihsÂn eder. Hakkı bÂtıldan, hayrı şerden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek bir “takv” hassÂsiyeti lûtfeder. İnsan nasıl ateşten kacarsa, o şekilde şerlerden kacınma ve hayırlara koşma meziyetini, CenÂb-ı Hak, kulunun kalbine ilham ve ihsÂn eder. Nitekim Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmÂn edenler! Eğer Allahʼtan korkarsanız O, size iyi ile kotuyu ayırt edecek bir anlayış verir, suclarınızı orter ve sizi bağışlar. Cunku Allah buyuk lûtuf sahibidir.” (el-EnfÂl, 29)
CenÂb-ı Hak, hislerimizi kendi rızÂsıyla te ’lif buyursun. Kalplerimize takv hassÂsiyeti ihsÂn eylesin. Musluman olarak yaşayıp musluman olarak can verebilmeyi cumlemize nasip ve muyesser kılsın.
Âmîn!..
Dipnotlar: [1] Es‘ad SÂhib, Buğyetuʼl-VÂcid, s. 120-121, no: 16. [2] Bkz. Taberî, CÂmiu ’l-BeyÂn, XIV, 370-372. [3] Bkz. AttÂr, Tezkiretuʼl-EvliyÂ, sf. 70, Erkam Yayınları, İstanbul 1984. [4] Bkz. BuhÂrî, Şurb, 9; Muslim, SelÂm, 153. [5] Bkz. Muslim, SelÂm, 151-152. [6] GazÂlî, KimyÂ-yı SaÂdet, trc. A. FÂruk MeyÂn, İstanbul 1977, s. 467.
İslam ve İhsan