MĂ‚nevî hayat ve tasavvufî duşunce, bĂ‚zı kimselerin iddiĂ‚ edegeldikleri uzere sonradan îcĂ‚d edilerek dîne ilĂ‚ve olunmadı.
Artık yeniden îtikĂ‚dî ve amelî hukumler vaz edilemeyeceği icin Ce­nĂ‚b-ı Allah, Hazret-i Peygamber -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aleyhi ve sellem- ’in ardından Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’in tahrif ve tağyîre uğramaması husûsunda ilĂ‚hî bir teminat bahşetmiştir. Bunun icin Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’in muhtevĂ‚sını, beşerin kıyĂ‚mete kadar butun ihtiyaclarını karşılayabilecek mustesnĂ‚ ve eşsiz bir kemĂ‚le sahip kılmıştır.

EVLİYALAR ENBİYALARIN VARİSLERİDİR
Ayrıca Hazret-i Peygamber ’den sonra tebliğ ve irşad va­zi­fesini yurutecek ulemĂ‚yı da muteselsil bir sû­ret­te beşeriyetin hizmeti icin lûtfetmiş ve edecektir. Buna ilĂ‚veten Hazret-i Peygamber -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aleyhi ve sellem- ’in en buyuk va­zi­felerinden biri olan nefisleri tezkiye ve kalpleri tasfiye va­zi­fesini de inkıtĂ‚ya uğratmamış, bu mĂ‚nevî sahayı verese-i enbiyĂ‚ olan evliyĂ‚ullĂ‚ha tevdî buyurmuştur.

TASAVVUF, DİNE SONRADAN İLAVE OLMAMIŞTIR
Dolayısıyla mĂ‚nevî hayat ve tasavvufî duşunce, bĂ‚zı kimselerin iddiĂ‚ edegeldikleri uzere sonradan îcĂ‚d edilerek dîne ilĂ‚ve olunmuş değildir. Zira peygamberlerin tebliğ faĂ‚liyeti iyice tedkîk edildiğinde gorulur ki onların idrĂ‚k, iz ’Ă‚n ve mĂ‚nevî feyiz itibĂ‚riyle yuksek istîdat sahibi bĂ‚zı kimselere yaptıkları tebliğlerdeki seviye, herkese mahsus olandan cok farklıydı.

Bundan dolayıdır ki tarîkat silsileleri, Hazret-i Peygamber -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e rûhî yakınlık bakımından ashĂ‚b arasında cok farklı bir durumda olan Hazret-i Ebû Bekir veya Hazret-i Ali ’ye dayandırılır.

Diğer taraftan “ehl-i suffe” denilen ve hayal otesi bir sû­ret­te zuhd u takvĂ‚ icinde yaşayan bĂ‚zı sahĂ‚bîler de, Hazret-i Peygamber -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aleyhi ve sellem- ’in husûsî terbiyesi ile zirveleşerek ummete numûne olmuşlardır. Tebuk seferi gibi en buyuk ve en meşakkatli bir gazveden donulurken Hazret-i Peygamber -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aleyhi ve sellem- ’in beyĂ‚n ettiği:

“Şimdi kucuk cihaddan buyuk cihĂ‚da donuyoruz!” tarzındaki hikmet de, nefisle uğraşmanın hem gucluğunu ve ehemmiyetini, hem de onun zarûretini ifĂ‚de etmektedir. Tasavvufta sĂ‚like kazandırılmak istenen de, fĂ‚nî dun­yaya karşı tavır, nefse galebe ve kalbin mĂ‚sivĂ‚dan korunmasıdır.

PEYGAMBERİMİZİN İFÂ ETTİĞİ BAŞLICA 3 VAZİFESİ

Burada RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in bu Ă‚lemde îfĂ‚ ettiği va­zi­felerin başlıcalarını umûmî bir nazarla hatırlatmak gerekir:


AllĂ‚h ’ın Ă‚yetlerini okumak, KitĂ‚b ’ı ve hikmeti oğretmek, yani
Allah TeĂ‚lĂ‚ ’dan aldığı vahiyleri şerh ve îzĂ‚h etmek; gerektiğinde icti­had­da bulunmak,
AllĂ‚h ’ın emir ve nehiylerini icrĂ‚ etmek ve ettirmek,
Kalpleri tasfiye ve nefisleri tezkiye etmek, bu vesîleyle ruhlarda tasarrufta bulunmak.

Bir de bunlara ilĂ‚veten Hazret-i Peygamber -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aleyhi ve sel­lem- ’in husûsî bir va­zi­fesi daha vardır ki, bu da CenĂ‚b-ı Hak ’tan ahkĂ‚m tebelluğ etmektir.

İslĂ‚m Ă‚limleri, Hazret-i Peygamber ’in zĂ‚tına mahsus olan Allah ’tan ahkĂ‚m tebelluğ etmek va­zi­fesinin dışındaki uc va­zi­feyi de onun haleflerinde bir meşrûluk şartı olarak gorurler. Boyle bir halîfenin hilĂ‚fetine de “hilĂ‚fet-i kĂ‚mile” adını verirler.

Ancak bu uc va­zi­fenin ucunu birden gercekleştirmenin, ancak sohbet-i Peygamberî bereketiyle mumkun olabileceğini ifĂ‚de ederek bunların hepsini kendilerinde cem edemeyenlerin hilĂ‚fetine ise, “hilĂ‚fet-i sûriyye”, yani “şeklî hilĂ‚fet” adını verirler.

Gercek mĂ‚nĂ‚da hilĂ‚fet-i kĂ‚mileyi de, hulefĂ‚-i rĂ‚şidîn diye vasıflandırılan ilk dort halîfeye tahsîs ederler. Onlardan sonra bu uc va­zi­fenin bir kişide toplanmasının mumkun olamayacağı noktasından hareketle, ictihĂ‚dın zĂ‚hir ulemĂ‚sına, icrĂ‚ın devlet reisine, nefisleri tezkiye ile ruhlarda tasarrufun ise meşĂ‚yıha tevdî edildiği şeklinde bir tasnif yaparlar. Bunu da, maslahat sebebiyle meşrû kabûl ederler.

OSMANLI, MANEVİ TERBİYE İŞİNİ MURŞİDLERE VERMİŞTİR
Bu tasnif dolayısıyladır ki Osmanlı Devleti, şerîat işlerini yurutmeyi şeyhulislĂ‚ma, icrĂ‚ını pĂ‚dişĂ‚ha ve mĂ‚nevî terbiyeyi de murşid-i kĂ‚millere vermiştir. Boylece Hazret-i Peygamber -sal­lĂ‚l­lĂ‚­hu aleyhi ve sellem- ’in yapmış olduğu va­zi­feleri uclu bir sacayağına oturtarak ulvî bir tevhîd ile i‘lĂ‚-yı kelimetullah yolunda muazzam bir hizmet yurutebilmiştir.

Diğer taraftan ifĂ‚de etmek gerekir ki, hukumlerin herkese Ă‚it olanlarının ıstılĂ‚hî adı, kısaca “şerîat”tır. Şerîat, zĂ‚hirle uğraşır ve muhĂ‚tabın zĂ‚hirî ahvĂ‚lini duzeltmeye calışır.

Ancak fiillere yon veren coğu kere akıl ve idrĂ‚kten ziyĂ‚de hisler ol­du­ğundan, aklın şer ’î olculerle terbiye ve kontrolu kadar hislerin de İs­lĂ‚m ’ın ozuyle yoğrulması bir zarûrettir. Bu da, aklî faĂ‚liyetler kadar kalbî faĂ‚liyetlerin de duzenlenmesini gerektirir.

İşte tarîkat, şerîate rĂ‚m olmuş bir akılla zĂ‚hirini duzeltebilmiş olanların “mukemmel bir mu ’min” olabilmek icin hislerinin de terbiye edilip yonlendirilmesi ihtiyĂ‚cının eseridir. Bu demektir ki şerîat, zĂ‚hiri; tarîkat ise, bĂ‚tını duzeltme vĂ‚sıtasıdır.

ŞERİATSIZ TARİKAT OLMAZ
Dolayısıyla “şerîatsiz tarîkat olmaz” sozu, bu yolun kĂ‚mil erbĂ‚bı tarafından her vesîleyle tekrar edilegelmiştir. Bilinen bir tĂ‚birle; “pergelin sĂ‚bit ayağı şerîat, seyyar ayağı ise tarîkat” olarak ifĂ‚de edilmiştir.

Va­zi­fesi itibĂ‚riyle tarîkat, insanların kalp Ă‚lemiyle meşgûl olduğu icin, kĂ‚inĂ‚tın yaratılış sĂ‚ikı olan muhabbeti de tabiî olarak kullanmaya mecburdur.

Bu yuzden o, “aşk ve muhabbet yolu” olarak da vasıflandırılmıştır. Aşk, bir coşkunluk olduğundan irĂ‚denin erimesi ve ayağın kolayca kayması gibi bir tehlikeyi de beraberinde getirir. Bundan korunabilmek icin, zĂ‚hirî ilimler ile mĂ‚nevî hayatı birleştirmiş olan kimselerin rehberliğinde yurumek lĂ‚zımdır.

Bununla beraber irşad va­zi­fesiyle mukellef olanlar, zĂ‚hirî ilimlerde luzumlu bir kudret ve seviyeye ulaşmadığı takdirde aşk ve muhabbet yolundaki tehlike yine buyuktur.

BAZI TARİKATLAR ŞERİATIN DIŞINA CIKABİLİYOR
Bunun bertarĂ‚fı icin “Tarîkat-i Nakşibendiyye”, murşidlerini zĂ‚hirî ilimleri hazmetmiş insanlardan secme usûlunu tercih etmiştir. Boylece işĂ‚ret edilen tehlikeden kendisini muhĂ‚faza edebilmiştir. BektĂ‚şîlik ve Mevlevîlik gibi bĂ‚zı tarîkatlerde ise cezbe ve coşku sebebiyle gorulen ayak kaymalarının, insanı zaman icinde şerîate muhĂ‚lif birtakım davranışlara goturduğu de muşĂ‚hede edilmektedir.

Bunun icin Osmanlılar, şerîat hukumlerini gercekleştirmeyi devletlerine temel gĂ‚ye edinmeleri yanında, akıl ve irĂ‚deleri kadar kalplerini de terbiye etmeyi va­zi­fe bilmelerinden dolayı -bilhassa son devir ulemĂ‚ ve devlet ricĂ‚linde gorulduğu uzere- Nakşî tarîkatini diğerlerine nazaran daha cok tercih etmişler ve boylece bu tarîkat, Devlet-i Aliyye bunyesinde geniş bir sahaya yayılmıştır.

NAKŞİLİK MUSTESNA BİR VAZİFE GORDU
19. yuzyılda pozitivizmin neticesinde dinden uzaklaşan Avrupa ’nın tesiriyle memleketimizde de şer ’î hassĂ‚siyetler ve mĂ‚nevî duygular zayıflamaya başlamıştı. İşte bu zamana tesĂ‚duf eden HĂ‚lidîliğin yayılması, başlayan bu menfî cereyanlara engel olma husûsunda pek mustesnĂ‚ bir va­zi­fe gormuştur. İşte MevlĂ‚nĂ‚ HĂ‚lid Hazretleri, boylesine muhim ve hassas bir mevsimde hizmet etmiş bulunan murşid-i kĂ‚millerin başında gelir.

O, yuzlerce halîfe yetiştirerek yolunu Osmanlı coğrafyasında daha da şumûllendirip olgun muslumanların adedini coğaltma husûsunda pek buyuk ve kıymetli bir hizmet yurutmuştur. Belki de millî tarihimizin buhranlarını buyuk olcude geciktiren Ă‚millerin başında bu rûhĂ‚nî yayılma ve genişleme gelir ki, bu da, halkın mĂ‚neviyĂ‚tının korunmasında buyuk bir Ă‚mil olmuştur. Din, bid ’atlerden muhĂ‚faza edilmiştir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş / Osmanlı, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan