
Nefsin mertebeleri nelerdir? Nefsin mertebeleri kac tanedir? Nefsin mertebeleri ve halleri.MĂ‚nevî terbiye ve tekĂ‚mul esnĂ‚sında muşĂ‚hede edilen nefsin hĂ‚l ve mertebeleri, meşhûr tasnîfe gore yedi kısımda mutĂ‚laa olunur:
NEFSİN MERTEBELERİ Nefsin yedi mertebesi vardır. Bunlar;
Nefs-i EmmĂ‚re Nefs-i LevvĂ‚me Nefs-i Mulheme Nefs-i Mutmainne Nefs-i RĂ‚dıye Nefs-i Merdıyye Nefs-i KĂ‚mile 1. Nefs-i EmmĂ‚re Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kotulukleri işlemeye tahrîk eden en suflî durumdaki isyankĂ‚r nefstir. “EmmĂ‚re” cok emredici demektir. Bu sıfatı hĂ‚iz olan nefsin yegĂ‚ne maksadı, hevĂ‚ ve heveslerini olcusuzce tatminden ibĂ‚rettir. Şehvetin esîri, şeytanın avĂ‚nesi olmuş; keyfine, zevkine, gunĂ‚ha duşkun olan nefstir.
Nefsin duşkunlukleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mucĂ‚dele gostermemek, onun arzularına tĂ‚bî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmĂ‚re seviyesinde bulunan kimselerin ahvĂ‚li cumlesindendir.
Aslında nefs-i emmĂ‚re, sĂ‚hibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Nitekim bu husûsu İbn-i AtĂ‚ullĂ‚h el-İskenderî şoyle îzĂ‚h eder:
“...Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine calışır. Ustelik olunceye kadar da sahibinden hic ayrılmaz. Oysa şeytan bile hic olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Cunku Ramazan ’da şeytanlara kelepce vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devĂ‚m eden cinĂ‚yet, hırsızlık ve ahlĂ‚ksızlık vak ’aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.”
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın:
“Muhakkak ki nefs, kotuluğu şiddetle emreder.” (Yûsuf, 53) Ă‚yet-i kerîmesindeki beyĂ‚nı, bu mertebedeki nefse dĂ‚irdir.
Diğer taraftan insanın mĂ‚nevî Ă‚lemdeki mevkii itibĂ‚riyle nefs-i emmĂ‚re, hayvanĂ‚t icerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. Şuphesiz ki boyle bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî Ă‚fetlerine dikkat cekmek murĂ‚d edilmiştir. Nitekim şĂ‚ir Nev ’îzĂ‚de AtĂ‚î, bu hakîkati şoyle dile getirir:
Dondu ahlĂ‚k-ı zemîme mĂ‚re
ŞĂ‚h-ı mĂ‚rĂ‚nı anın emmĂ‚re
“Her kotu ahlĂ‚k, bir yılana benzedi. Bu yılanların şĂ‚hı da, nefs-i emmĂ‚re oldu.”
Bu yuzden akl-ı selîm sĂ‚hibi her mu ’min, nefs-i emmĂ‚re ile dĂ‚imî bir cihĂ‚d hĂ‚lindedir. Bu cihĂ‚dda akıl ve irĂ‚de kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha buyuk bir ziyĂ‚n duşunulemez. ZîrĂ‚ nefs, pek cok ulvîliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifĂ‚de ile, ebedî husrĂ‚n ve bedbahtlığına Ă‚mil olmuştur. Ancak AllĂ‚h ’ın yardım edip koruduğu ihlĂ‚slı kullar bundan mustesnĂ‚dır.
Nitekim Mısır azîzinin hanımı ZuleyhĂ‚ ile Hazret-i Yûsuf -aleyhisselĂ‚m- arasında gecen şu hĂ‚dise pek ibretlidir:
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de bildirildiği uzere Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, buyuyup gelişmiş, guzelliğiyle gosterişli bir genc olmuştu. Onun bu hĂ‚li, yaşadığı evin hanımı olan ZuleyhĂ‚ ’yı değişik duşuncelere sevk etmişti.
CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmelerde bu hĂ‚diseyi şoyle bildirir:
“...Kadın, O ’nun nefsinden murĂ‚d almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «–Sana soyluyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise; «(HĂ‚şĂ‚), AllĂ‚h ’a sığınırım! ZîrĂ‚ kocanız benim velînîmetimdir; o bana guzel davrandı. (Bana guzel bir mevkî verdi). Gercek şudur ki, zĂ‚limler aslĂ‚ felĂ‚h bulmaz!» dedi.”
“Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işĂ‚ret ve îkĂ‚zını gormeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte boylece Biz, kotuluk ve fuhşu ondan uzaklaştırmak icin (burhĂ‚nımızı gosterdik). Şuphesiz o, ihlĂ‚sa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 22-24)
Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın lutf u keremiyle mĂ‚nevî yardımlara nĂ‚il olmuş ve boylece nefs-i emmĂ‚reyi temsîl mevkiindeki ZuleyhĂ‚ ’ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz Ă‚ciz kullar da, CenĂ‚b-ı Hakk ’a takvĂ‚ ile yonelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hĂ‚llerinden uzak bulundurmak mecbûriyetindeyiz.
Yuce Rabbimizin, Ă‚kıbeti fecî olan birtakım fiillerin, daha evveliyĂ‚tına Ă‚it safhalarından bile kendimizi korumamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binĂ‚endir. MeselĂ‚, bir erkeğin helĂ‚l olmayan bir kadına şehvetle bakması, zinĂ‚ya kapı aralayacağından, men edilmiştir. Diğer butun mezmûm fiiller icin de durum aynıdır.
Hakîkaten bu vak ’a, buyuk ibretlerle doludur. ZîrĂ‚ ebedî kurtuluşa bir bedel hukmundeki dunyevî imtihanları zor ve şiddetli kılan pek cok unsur, burada Ă‚detĂ‚ ustuste cakışmıştı. Şoyle ki:
Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, guzelliği dillere destĂ‚n olacak kadar alĂ‚ka cekici, melek gibi bir genc idi. Guzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları hĂ‚lde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. ŞĂ‚yet Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, cirkin ve şehevî duyguları korelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hĂ‚dise bu kadar irşĂ‚d edici olabilirdi.
Buna mukĂ‚bil ZuleyhĂ‚ da, nefislerin en cok zebûnu olduğu uc vasfın; yĂ‚ni servet, şohret ve şehvetin şĂ‚hikasında bulunuyordu. ŞĂ‚yet ZuleyhĂ‚ da yaşlı veya cirkin bir kadın olsaydı, yine Hazret-i Yûsuf ’un imtihĂ‚nı bu derece zor olmaz ve bu hĂ‚dise, bu kadar muessir bir misĂ‚l teşkil etmezdi. HĂ‚lbuki o da gencti, cemĂ‚l sĂ‚hibiydi ve pek cok kimseyi kendisine rĂ‚m edebilecek bir cĂ‚zibeler meşheri hĂ‚lindeydi. Ustelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Boylece gizlilik ve tenhĂ‚lığın, gunĂ‚hları daha da kamcılayan hengĂ‚mında, Hazret-i Yûsuf ’a şiddetli bir arzuyla:
“–Heyte lek!” yĂ‚ni “–Gelsene bana!” diye seslenerek, cirkin bir fiile teşebbus etmişti. MukĂ‚vemet gostermekte nice irĂ‚deleri eritebilecek boyle bir manzara karşısında, Yûsuf -aleyhisselĂ‚m- ’ın bile hayli guc bir vaziyette kaldığını Yuce Rabbimiz:
“ŞĂ‚yet burhĂ‚nımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu.” beyĂ‚nıyla ifĂ‚de buyurmaktadır.
İşte Yûsuf -aleyhisselĂ‚m-, onune serilen bunca dehşetli cĂ‚zibelerin aldatmalarına kanmamak icin “maĂ‚zallĂ‚h” diyerek, yegĂ‚ne cĂ‚renin yuksek bir takvĂ‚ ile “AllĂ‚h ’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilĂ‚hî yardımın tahakkuk safhasına girmesi icin, takvĂ‚nın bir zarûret olduğunu gostermektedir. YĂ‚ni, nefs-i emmĂ‚renin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takvĂ‚ duygularının kuvvetlenmesi sĂ‚yesinde mumkun olabilmektedir.
Hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; genclik, guzellik, servet gibi her turlu cĂ‚zibe unsuruna sĂ‚hip bir kadından, ustelik tenhĂ‚lıkta gelen dĂ‚vet ve iltifĂ‚ta “hayır” diyebilmektir.
Nitekim Allah Resûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde; hicbir golgenin bulunmadığı kıyĂ‚metin o cetin gununde, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın yedi sınıf insanı, arşın golgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin:
“Guzel ve mevkî sĂ‚hibi bir kadının berĂ‚ber olma isteğini, «–Ben Allah ’tan korkarım.» diyerek reddeden genc…” olduğunu ifĂ‚de buyurmuşlardır. (BuhĂ‚rî, EzĂ‚n, 36)
ZîrĂ‚ insanın en buyuk zaaflarından biri, iltifata mağlûb olarak, kendini muhĂ‚faza etme gucunu kaybetmesidir. LĂ‚kin Hazret-i Yûsuf ’ta bu olmadı. ZîrĂ‚, takvĂ‚sı ve terbiye edilmiş nefsinin kĂ‚mile makĂ‚mında olması sebebiyle, ilĂ‚hî sıyĂ‚net onu korudu. Nefs-i emmĂ‚renin desîseleri karşısında onu guclu kıldı.
İbrete şĂ‚yan diğer bir husus da şudur:
Zuleyha, arzûsuna tĂ‚bî olmadığı takdirde Hazret-i Yûsuf ’u zindan ile tehdîd etmişti. HĂ‚lbuki Yûsuf -aleyhisselĂ‚m- ’ın arınmış nefsi ona takvĂ‚yı ilham etmekte olduğu icin o:
“Ey Rabbim! Zindan, onların beni dĂ‚vet ettiği şeyden daha sevimlidir.” demişti.
Ayrıca O ’nun CenĂ‚b-ı Hakk ’a ilticĂ‚sında:
“Eğer onların hîlesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden cĂ‚hillerden olurum.” diyerek, icine duştuğu vaziyetten kurtuluşun tek cĂ‚resi olan zindanı tercih etmesi, buyuk bir takvĂ‚ nişĂ‚nesiydi.
Bu da gosteriyor ki, insanı gunahlara surukleyen butun dunyevî cĂ‚zibelerin “heyte lek” (gelsene bana) dĂ‚vetlerine mukĂ‚vemet edebilecek yegĂ‚ne guc, o anda kalbin “maĂ‚zallĂ‚h” diyerek sonsuz kudret sĂ‚hibi olan “AllĂ‚h ’a sığınabilmesi”dir.
Nefsi Emmareden Kurtulmak İcin Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de nefs-i emmĂ‚renin Ă‚fetlerinden korunmaya karşı en guclu silahın takvĂ‚ olduğu bildirilmektedir. Yine yuce kitabımız Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de nefsin hakîkatini gosteren bir vĂ‚kıa da şoyledir:
MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’a Tûr-i SînĂ‚ ’da peygamberliği tebliğ edildi ve muteĂ‚kıben:
“«–AsĂ‚nı at!..» (denildi). MûsĂ‚ (attığı) asĂ‚yı yılan gibi deprenir gorunce, donup arkasına bakmadan kactı. (Bunun uzerine

Azîz ve Celîl olan Allah, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’a, kudretini o asĂ‚da gostermişti. MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- da, asĂ‚ vĂ‚sıtasıyla AllĂ‚h ’ın kudreti ile unsiyet etti. Allah, O ’nu peygamber olarak tĂ‚yîn edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve bazı mukellefiyetler verince, O ’na hitĂ‚ben şoyle buyurdu:
“–Şu sağ elindeki nedir, ey MûsĂ‚?” (TĂ‚hĂ‚, 17)
MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- da:
“–O benim asĂ‚mdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaclarım da vardır.” (TĂ‚hĂ‚, 18) şeklinde cevap verdi.
Bunun uzerine Allah -celle celĂ‚luhû-:
“–Yere at onu, ey MûsĂ‚!” (TĂ‚hĂ‚, 19) buyurdu.
Hazret-i MûsĂ‚, derhal emri yerine getirdi:
“Onu hemen yere attı. Bir de ne gorsun, hızla surunen bir yılan değil mi?” (TĂ‚hĂ‚, 20)
Bunu goren MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- kacmağa başladı. Ancak:
“AllĂ‚h buyurdu: «–Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hĂ‚line dondureceğiz.»” (TĂ‚hĂ‚, 21)
Bazı mufessirler, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’ın asĂ‚sını yere atması ile ilgili Ă‚yetin işĂ‚rî acıklamasında, bunun Hazret-i MûsĂ‚ ’nın ic dunyĂ‚sına Ă‚it bir irşĂ‚d sadedinde olduğunu beyĂ‚n etmişlerdir.
MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, izĂ‚fetleri, yĂ‚ni fĂ‚nî alĂ‚ka, dayanak ve barınakları zikredince, Allah -celle celĂ‚luhû- bunların atılmasını emretti.
Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, buyuk bir yılan olarak temessul etti. MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’a nefsin hakîkati gosterildi. Korktu, urktu ve ondan kactı. O ’na işĂ‚rî olarak Ă‚detĂ‚ şoyle denilmiş oluyordu:
“–Ey MûsĂ‚, işte bu yılan, Allah ’tan başka şeylere bağlılık vasfının tĂ‚ kendisidir. Bu nefsĂ‚nî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sĂ‚hibine gosterilince, ondan urker ve kacar.
Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asĂ‚ya dayanman, senin icin kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifĂ‚de edeceğin bir şeyin var olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asĂ‚ ile şoyle yapıyorum, ondan istifĂ‚de ediyorum ve onda benim icin başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. YĂ‚ni mutlak tevekkul ve teslîmiyettir. Her turlu talep ve istekten vazgec!”
Buyrulur ki:
“Hakk ’ın nidĂ‚sını işiten ve O ’nun cemĂ‚linin nûrunu goren kişi, Allah ’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. AllĂ‚h ’ın fazl u kereminden başka hicbir şeye dayanmaz. Bu şekilde nefsin arzularından ve desîselerinden sıyrılır.”
Cahil ve Gafil İnsanlar Şu fĂ‚nî ruyĂ‚ Ă‚leminin beş dakîkalık sahte lezzetleri uğruna, hakîkî saĂ‚deti ve ebedî Ă‚hiret saltanatını terk ettirip insanı, Ă‚lĂ‚-yı illiyyînden esfel-i sĂ‚filîne duşuren de, yine nefs-i emmĂ‚redir.
Nefs-i emmĂ‚reyle mĂ‚lul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakîkatler onunde dahî, inat ve kibirle diklenmekten, etrĂ‚fındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, yalan, dedikodu ve mĂ‚lĂ‚yĂ‚ni ile meşgûliyetten Ă‚detĂ‚ zevk duyar. Dînen nehyedilmiş cirkinliklerden kurtulamaz. Boyleleri, kısacık dunyĂ‚ hayĂ‚tının fĂ‚nî ve nefsĂ‚nî lezzetleri uğruna cennet ve CemĂ‚lullĂ‚h ’ı, ebedî saĂ‚det ve selĂ‚meti terk edecek kadar akıl, idrĂ‚k ve iz ’Ă‚nı dumûra uğramış, kalb gozleri perdeli, cĂ‚hil ve gĂ‚fil insanlardır.
Nefs-i emmĂ‚rede rûh-i sultĂ‚nî, tamĂ‚men rûh-i hayvĂ‚nînin esîri hĂ‚line gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hĂ‚kim olmuştur.
Bu gibi kimseler hakkında Ă‚yet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“Andolsun biz, cinlerin ve insanların bircoğunu cehennem icin yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gozleri vardır, onlarla gormezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattĂ‚ daha da aşağı seviyededirler. İşte asıl gĂ‚filler onlardır.” (el-A‘rĂ‚f, 179)
Boyleleri, dehşetli gaflet tuğyĂ‚nı icinde hĂ‚lĂ‚ AllĂ‚h ’ın merhametine gereğinden fazla guvenerek kendilerini avutur, gunahlara devĂ‚m ederler. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın azĂ‚bından emîn olmuş gibi:
“–Canım, haramı haram bilerek işlemek kufre goturmez ya! Nasıl olsa birgun tevbe ederim!” duşuncesi icinde boş tesellîlerle oyalanır dururlar.
İşte bu ve benzeri duşunceler, aslında, gunahların kolaylıkla irtikĂ‚b edilmesini sağlamak ve bunu normal gostermek isteyen nefs ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır.
HĂ‚lbuki CenĂ‚b-ı Hakk ’ın îkĂ‚zı ne buyuktur:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlĂ‚dı, ne evlĂ‚dın babası nĂ‚mına bir şey odeyemeyeceği gunden cekinin. Bilin ki, AllĂ‚h ’ın verdiği soz gercektir. Sakın dunya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, AllĂ‚h ’ın affına guvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman, 33)
Diğer taraftan, nefs-i emmĂ‚re gafletine dalmış kimseler, Ă‚hiretlerini kurtaracak hayır ve hasenĂ‚t işlerine koşmakta tembel, kotuluklerden ictinĂ‚b etme husûsunda ise kayıtsızdırlar. ŞĂ‚yet hasbe ’l-kader kucuk bir hayır işleseler, bunu gozlerinde buyutup dĂ‚imĂ‚ bununla ovunurler. Kendilerinden zuhûr eden kotuluklerden zaman zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedĂ‚met, onların hĂ‚l ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesîle olacak kuvvetten mahrumdur.
Bu mertebedeki bir mu ’min, tedĂ‚vîye muhtac bir hasta gibidir. Onun nefs-i emmĂ‚reden kurtulup nefs-i levvĂ‚meye gecebilmesi icin, mĂ‚nevî tedĂ‚vîde tĂ‚kib etmesi gereken en muhim usûl ise, kendini ciddî bir sûrette hesĂ‚ba cekmektir. Kul, azamet ve celĂ‚l sĂ‚hibi Rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki suĂ‚lleri, mahşerdeki hesĂ‚bı, cehennemdeki şiddetli azĂ‚bı duşunmeli ve tevbeye azmetmelidir. Fakat tevbe esnĂ‚sında kul, CenĂ‚b-ı Hakk ’a munĂ‚cĂ‚tını, sĂ‚dece sozle değil kalben de pişman olup buyuk bir samîmiyetle îfĂ‚ etmelidir. Dil tevbe ederken, fırsat duştuğunde yine o gunahı işleme arzusu kalbde hĂ‚kimse, bu tevbe makbûl olmaz. Bilakis bu, munĂ‚fık tevbesidir ve hattĂ‚ tevbeye muhtac bir tevbedir. Bir taraftan tevbe edip diğer taraftan da gunahlara devĂ‚m etmek, tevbe ile ilticĂ‚ edilen makĂ‚mı hafife almak ve onunla istihzĂ‚ etmektir. Tevbe, gercekten pişman olup, bir daha donmemek uzere kotuluklerden vazgecerek CenĂ‚b-ı Hak ’tan mağfiret dilemektir.
Diğer taraftan kul, nefs-i emmĂ‚reden kurtulmak icin en azından zarûrî olan şer ’î ahkĂ‚ma riĂ‚yet ederek kelime-i tevhîdin rûh ve hakîkatinde derinleşmeye calışmalıdır. Kalbde Ă‚detĂ‚ bir put hĂ‚line gelmiş bulunan ve kulu Rabbinden gĂ‚fil bırakan butun hevĂ‚ ve hevesler, daha “LĂ‚ ilĂ‚he” derken nefyedilip, Allah ’tan gayrı butun maksûdlar kalbden silinmelidir. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemîninde “İllĂ‚llĂ‚h” hakîkatini sĂ‚bitleyip, gonlun yalnızca AllĂ‚h ’a mahsus kılınmasına gayret edilmelidir. Bu şekilde kul, acziyet ve hicliğini idrĂ‚k ederek îmĂ‚nında taklidden tahkîke doğru terakkî etmeye calışmalıdır. ÎmĂ‚nın kalbde gercek mĂ‚nĂ‚da mekĂ‚n bulup kuvvet kazanması ise, kulu sĂ‚lih amellere ve netîcede ulvî mevkîlere sevk eder.
2. Nefs-i LevvĂ‚me Nefs-i emmĂ‚resini pişmanlıkla hesĂ‚ba cekip, onun cirkin hĂ‚l ve hareketlerinden kurtulmak icin gayret gosterenler, nefs-i levvĂ‚meye doğru mesĂ‚fe alırlar.
Boyle kimseler, nefs-i emmĂ‚redeki gibi “nasıl olsa AllĂ‚h affeder” duşuncesiyle avunma gafletinden nisbeten arındıkları icin, kendilerini tesellî edemezler. Bu sebeple de nefslerini kınar, pişmanlıkla tevbe-istiğfĂ‚r ederler. İlmiyle Ă‚mil olamadığı icin pişmanlık duyanlarla, ilim ve irfan meclislerinde gozyaşı dokup tevbe-istiğfĂ‚r ettikten sonra yine aynı kotuluklere donenler de bu sınıfa dĂ‚hildirler.
Levm etmek, kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvĂ‚me; yaptığı kotuluklerden, AllĂ‚h ’ın emir ve yasaklarına karşı gosterdiği ihmĂ‚l ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdĂ‚nı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmĂ‚redeki fiillerin bĂ‚zılarından tevbe edip kurtulmuştur. YĂ‚ni gafletten bir nebze sıyrılmış ve gunah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı icin dayanamayıp tekrar gunahlara duşmekten de kendini kurtaramaz.
Rûh-i sultĂ‚nî, hayvĂ‚nî rûhun esĂ‚retinden kurtulup ondan ayrıldığı icin, gunahların hemen akabinden pişmanlık zuhûr eder. Kul nefsini kınar ve istiğfarda bulunur. Ancak nefs, henuz mağlûb edilemediğinden tevbede tam olarak sebatkĂ‚r olunamaz. Boyle kimseler, kotuluklerden vicdĂ‚nen rahatsız olsalar bile, hĂ‚ricten gelen menfî tesirleri reddedebilecek dirĂ‚yet henuz kendilerinde gelişmediği icin gunahlardan kurtulamazlar. MeselĂ‚ arkadaşlarını kıramadığı icin onlarla birlikte gunĂ‚ha dalmak gibi...
Boyleleri, ekseriyĂ‚ yaptığı hasenĂ‚t ile mesrûr, işlediği seyyiĂ‚t ile de mahzundur. Şehevî arzuların taşkınlıklarından kendini korumaya ve onlara direnmeye calışmaktadır. Tevbe temĂ‚yulleri kuvvetlenmiştir. Kalbi bir miktar nurlanmış ve o olcude de gafletten uyanmıştır.
Boyle kimselerin, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın emirlerine bağlılıkta ve sĂ‚lih amellerinde coğalma gorulur. Amelleri ekseriyetle AllĂ‚h icindir. Ancak ilĂ‚hî ilhĂ‚mların bahşettiği huzûr ve sukûna tam mĂ‚nĂ‚sıyla kavuşamadıklarından, AllĂ‚h icin yaptıkları sĂ‚lih amellerinin halk tarafından bilinmesini de icten ice isterler. YĂ‚ni nefs-i emmĂ‚renin bĂ‚zı kotu huyları devĂ‚m etmekte, ancak kul bu hĂ‚linden dolayı kendini kınamaktadır.
Nefsin vĂ‚sıl olduğu bu merhalenin ismi, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’deki:
“LevvĂ‚me (pişmankĂ‚r) nefse kasem ederim…” (el-KıyĂ‚me, 2) Ă‚yetinden gelmektedir.
İnsanın kendi nefsini levm etmesi, yĂ‚ni onu şiddetle kınaması, sırf kuru sozlerle vukû buluyorsa, bunun umulan netîceyi hĂ‚sıl etmeyeceği Ă‚şikĂ‚rdır. ZîrĂ‚ “levvĂ‚me” ve “emmĂ‚re” mertebeleri arasında gĂ‚yet hassas ve ince bir sınır vardır. Kişinin, nefsini azıcık levm etmesi (kınaması) sebebiyle icinde bir kibir hĂ‚li beliriyorsa, orada hĂ‚lĂ‚ gizli de olsa nefs-i emmĂ‚renin hukumranlığı devĂ‚m ediyor demektir.
Âyet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak:
“Andolsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. (ZîrĂ‚) Biz ona şah damarından daha yakınız.” (KĂ‚f, 16) buyurmaktadır.
Bu itibarla insan, nefsini levm ederken bile, nefs-i emmĂ‚renin gizli desîselerinden ve kendisini emniyette hissetmek gafletinden şiddetle ictinĂ‚b etmelidir.
Cunku bĂ‚zı insanlar, fıtratlarının bir îcĂ‚bı olarak değil, kendileri hakkında “mutevĂ‚zî” dedirtmenin nefsĂ‚nî tatminkĂ‚rlığı maksadıyla mutevĂ‚zî bir tavır takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyĂ‚kĂ‚r hĂ‚l, aslında “tevĂ‚zuun fahrı”ndan[1] ibĂ‚rettir.
Tevbede sebatkĂ‚r olup kotu fiillerden arınabilmek, ancak mĂ‚nevî terbiye ile mumkundur. LevvĂ‚me mertebesindeki nefs, şĂ‚yet mĂ‚nevî terbiye altında ve sĂ‚lihlerle birlikte bulunuyorsa, kotu fiillerden kurtulur. Fırsat bulunca bunlara tekrar donmez. Ancak kalbde kin, hased, kibir gibi bĂ‚zı kotu huylar kalır.
LevvĂ‚meden kurtulup mulhemeye geciş, yine mĂ‚nevî terbiyenin muhim bir usûlu olan “rĂ‚bıta”ya devamla olur. YĂ‚ni her hĂ‚l ve tavırda haramlardan sakınmak ve ilĂ‚hî emirlere riĂ‚yet etmek uzere, kendisine soz verdiği ve mĂ‚nevî terbiyede rehber bildiği murşid-i kĂ‚milin, mĂ‚nen ve her an elinden tutmakta olduğu şuuruyla ve bu gonul berĂ‚berliği duygularıyla hareket etmelidir.
Nefsini dĂ‚imĂ‚ hesĂ‚ba cekmeli, kendisinde hangi kotu ahlĂ‚k varsa bunların herbirini tedricî bir sûrette terk etmeye azmedip tevbe etmelidir. Daha sonra da bu kotu huyların tersi ve mukĂ‚bili olan guzel ahlĂ‚k ile ahlĂ‚klanmaya calışmalıdır. MeselĂ‚ kibre mağlûb biriyse, tevĂ‚zû ve mahviyete burunmelidir. Kin ve hasedle mĂ‚lul biriyse, mu ’min kardeşlerini kendisinden ustun gorup, onların kusurlarından once kendi kusurlarıyla meşgûl olmalıdır. Mu ’minin mu ’min icin bir ayna olduğunu, kotu gozle baktığında kotulukler; iyi gozle baktığında ise guzellikler goreceğini duşunmeli ve nefsini, din kardeşlerinin guzel yonleriyle meşgûl etmelidir.
Yine bu mertebede zikrullĂ‚ha devĂ‚m edip mĂ‚siyete karşı Ă‚gĂ‚h bulunmalı ve kalb Ă‚lemini muhabbetullĂ‚h nurlarıyla aydınlatmaya gayret etmelidir.
3. Nefs-i Mulheme Nefs-i emmĂ‚reden pişmanlık duyarak levvĂ‚meye yukselen mu ’min, bu merhalede de tevbe, istiğfar, gunahlardan sakınmak, mĂ‚nevî irşĂ‚da gonul vermek ve bĂ‚zı nefs mucĂ‚hedeleriyle mulheme mertebesine vĂ‚sıl olur.
Bu mertebede kul, AllĂ‚h ’ın lutfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırt edebilme ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirĂ‚yetine kavuşur. Kalbi Allah ’tan gĂ‚fil kılan her şeyden uzaklaşır. Artık halk nazarındakinden cok, Hak katındaki mevkiinin endîşesiyle dolar. ÎmĂ‚nın hakîkatleri kalbde inkişĂ‚f hĂ‚lindedir.
Nefsin bu mertebesinin “mulheme” tĂ‚biriyle ifĂ‚de olunması da Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’deki:
“Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip, ona fucûr ve takvĂ‚sını ilham edene andolsun!” (eş-Şems, 7-8) Ă‚yetlerinden gelmektedir.
Nefs-i mulheme, ilhĂ‚ma mazhar olan nefstir. Nefsin bu merhalesini yaşayanlar, ilĂ‚hî emir ve yasaklara guzelce riĂ‚yet bereketiyle, ledunnî hakîkatlerden, mĂ‚rifet ve keşiften de bir nebze nasibdĂ‚r olmaya başlarlar. Kul, aşk ile rûhlar Ă‚lemine muteveccih bir hĂ‚le gelir, taraf-ı ilĂ‚hîden bĂ‚zı ilhĂ‚mlara ve kısmen RabbĂ‚nî esintilere mazhar olacak bir kıvĂ‚ma ulaşır. LĂ‚kin bu ilham esintilerinin RahmĂ‚nî olup olmadığını anlayabilmek icin, bir mĂ‚nevî rehberin kontrolune mutlak sûrette ihtiyac vardır.
ZîrĂ‚ girilen mucĂ‚hedede nefs mağlûb durumda ise de, yine boş durmayıp rûh-i sultĂ‚nîyi gĂ‚lip mevkiinden duşurmek icin gizli hîle ve vesveselerle kalbi meşgûl etmeye devĂ‚m eder. Bu sebeple mulheme mertebesindekilerin CenĂ‚b-ı Hakk ’a tevekkul ve teslîmiyetleri, kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da değildir. YĂ‚ni zĂ‚hirî ve fiilî kemĂ‚lĂ‚t, henuz bĂ‚tında gercekleşmemiştir.
Kotu ve cirkin huylar, coğu kez fiiliyĂ‚ta gecmese de hĂ‚lĂ‚ mevcuttur. ZĂ‚hirî sebep ve illetler Ă‚leminden hakîkat iklîmine henuz gecilememiş ve bu sebeple de tereddut, kuruntu, gonul darlıkları, vehim ve ihtiraslar tamamen atılıp, teslîmiyetin huzur ve saĂ‚detine kavuşulamamıştır. Gonuller, gecim ve ikbĂ‚l kaygıları gibi ceşitli tûl-i emellerle muzdariptir. Bugunun rızkına nĂ‚il oldukları hĂ‚lde yarınki rızıkları icin endişe duyarlar. ZĂ‚hiren CenĂ‚b-ı Hakk ’ın “RezzĂ‚k” sıfatını kabul ederlerse de belki farkında olmaksızın, kalben duydukları endişeyle bu sıfat-ı ilĂ‚hiyyeye îtimatsızlık mevkiinde kalabilirler. Bu ve benzeri diğer hĂ‚llerde de; AllĂ‚h ’ın takdîrine rızĂ‚, O ’na teslîmiyet ve tevekkul, -henuz kalben ve tahkîkî olarak gercekleşmediğinden-, sûretĂ‚ ve taklîdî bir şekilde îfĂ‚ edilmektedir.
Yine bu merhalede, nefsin arzu ettiği şeyleri terk edip, istemediklerini yapmak sûretiyle, nefs terbiyesinde bir nebze muvaffak olunmuştur. Ancak rûh-i hayvĂ‚nî mağlûb olmuşsa da rûh-i sultĂ‚nîden kaynaklanan temiz huylar ve guzel ahlĂ‚k henuz tam olarak yerleşmemiştir.
Bunun yerleşmesi, sĂ‚dece nefsin hoşlandıklarını terk edip hoşlanmadıklarını yapmakla, yĂ‚ni sırf riyĂ‚zet ve mucĂ‚hede ile mumkun olmaz. Bunlarla birlikte “zikrullĂ‚h”a da ihtiyac vardır. Fakat kalb, dunyevî endişe ve ihtiraslarla meşgûl bulundukca, zikrin safĂ‚sına ve netîcede itmi ’nĂ‚na eremez. ZikrullĂ‚hın, Ă‚dĂ‚bına riĂ‚yetle îfĂ‚ edilebilmesi icin de ehlullĂ‚hın mĂ‚nevî irşĂ‚d ve rehberliğine ihtiyac vardır.
Ne zaman ki kul, bir tedĂ‚vî ve telĂ‚fî maksadıyla değil de, derin bir zevk ve lezzet hĂ‚linde, aşk ve vecd icinde Rabbini zikretmeye başlarsa, o an zikrin gercek safĂ‚sına nĂ‚il olur. O zaman RabbĂ‚nî ilhĂ‚mlarla kĂ‚inĂ‚tın sırlarına vĂ‚kıf olur, orada sergilenen ilĂ‚hî kudret akışlarına hayran kalır ve gonlu mutmain olur.
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın:
“(Resûlum!) Rabbinin yoluna hikmet ve guzel oğutle cağır.” (en-Nahl, 125) buyruğundan hisse almaya başlar, sozleri guzel ve hikmetli olur. Cunku o, artık ilhĂ‚ma mazhar olmuş bir kuldur.
Bu minvĂ‚lde mesĂ‚fe alındıkca da hayvĂ‚nî rûh, yĂ‚ni nefs, sultĂ‚nî rûhun emrine rĂ‚m olmaya ve bu sĂ‚yede de suflî temĂ‚yullerin iğvĂ‚sından kurtulmaya başlar. MusĂ‚maha, sabır ve tahammul gucu artar; tevĂ‚zû, kanaat ve comertlikte yuksek bir seviye kazanır.
Ancak bu mertebenin Ă‚feti de, “bir şey oldum” zannına kapılarak gaflet ile kibir ve ucuba suruklenivermektir. Bu sebeple mulhemedeki bir mu ’min, dĂ‚imĂ‚ ilĂ‚hî muşĂ‚hede altında bulunduğunu bilip, hĂ‚l ve tavırlarını tevĂ‚zû ve fĂ‚nîlik duygularıyla tĂ‚yin etmelidir. Ote yandan dunyĂ‚ hayĂ‚tını Ă‚hiret duşuncesinden gĂ‚fil olmaksızın mutĂ‚laa edebilecek bir goruş ufkuna ulaşarak, tefekkur-i mevt olgunluğuna burunmelidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Olumu cokca hatırlayın! Cunku olumu hatırlamak, (insanı) gunahlardan arındırır, dunyĂ‚ya karşı zĂ‚hid kılar. Eğer siz zenginken onu anarsanız, zenginliği(n Ă‚fetlerini) giderir. Fakirken onu anarsanız, hayatınızdan hoşnûd kılar.” buyurmuştur. (Suyûtî, CĂ‚miu ’s-Sağîr, I, 47)
Nefsi bu mertebeye erişmiş olan bir sĂ‚lik, Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh- ’ın buyurduğu:
“HesĂ‚ba cekilmeden evvel kendinizi hesĂ‚ba cekin. Henuz ilĂ‚hî terĂ‚zide tartılmadan once amellerinizi bir tartın. Hicbir amelinizin kendisine gizli kalmayacağı CenĂ‚b-ı Hakk ’ın huzûruna cıkmadan evvel, o buyuk mahkemeye hazırlanın. Şuphesiz dunyada iken nefsini hesaba ceken kimse icin kıyĂ‚met gunundeki hesap hafif olacaktır.” (Tirmizî, KıyĂ‚met, 25/2459; İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) nasîhatlerinin muktezĂ‚sını yaşama azmi icinde bulunmalıdır.
4. Nefs-i Mutmainne CenĂ‚b-ı Hakk ’ın emirlerine lĂ‚yıkıyla uyup, men ettiklerinden titizlikle sakınmak sûretiyle mĂ‚nevî hastalıklardan kurtulmuş, hakîkî ve kuvvetli bir îman ile de huzûr, sukûn ve itmi ’nĂ‚na kavuşmuş nefstir. Kalb, zikrullĂ‚h bereketiyle şuphe ve tereddutlerden arınmış, her an şukur ve senĂ‚ hĂ‚lindedir.
Bu mertebede kotu ve cirkin vasıflar, yerini guzel ahlĂ‚ka terk etmiştir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkîl eden ve butun beşeriyyete numûne olan Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in yuksek ahlĂ‚kı, tĂ‚rifsiz bir zevk ile guzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkul, teslîmiyet ve rızĂ‚ ile taclanmıştır. Mutmainne, Ă‚rif-i billĂ‚h olan, takvĂ‚ ve yakîn ehlinin nefsidir. Boyle kimselerin gonulleri dĂ‚imĂ‚ Hakk ’ın zikriyle meşgûldur. AhkĂ‚m-ı şer ’iyyenin bĂ‚tınına da vĂ‚kıf olmuşlardır.
İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî Hazretleri:
“Nefs-i mutmainneye kadar yapılan ibĂ‚detler ve kulluk taklidîdir. Nefs-i mutmainnede ise bunlar taklidden tahkîke donuşur.” buyurmuştur.
Kullukta tahkîke yukselmek ise şeriat, tarîkat, hakîkat ve mĂ‚rifet sıralamasındaki “hakîkat mertebesine” vĂ‚sıl olmak demektir. Erişilen bu kemĂ‚lĂ‚t, mes ’ûliyet anlayışında da yuksek bir hassĂ‚siyeti berĂ‚berinde getirir. Şoyle ki, şer ’an Ă‚kıl-bĂ‚liğ olmayanlar, dînin hukumlerinden mes ’ûl sayılmazlar. Mes ’ûliyet ancak Ă‚kıl-bĂ‚liğ olanlara Ă‚ittir.
Bunun gibi, tasavvufî yollardan birine intisĂ‚b eden bir sĂ‚lik de, seyr u sulûkunu tamamlayıncaya kadar, mĂ‚sum bir cocuk gibi kabul edilerek tarîkat Ă‚dĂ‚bına dĂ‚ir kusurları cihetiyle hoşgorulur. ZîrĂ‚ tarîkatte sĂ‚lik, ancak seyr u sulûkunu tamamladığı anda “ruşd”e ermiş sayılır. Artık, şeriat gibi tarîkat Ă‚dĂ‚bına dĂ‚ir işlediği kusurlardan da mes ’ûl olur. Ancak “hakîkat” cihetine dĂ‚ir kusurlarından henuz mes ’ûl sayılmaz. Bu mes ’ul olmama durumu, mutmainne mertebesine adım atınca mes ’ûliyete donuşur. ZîrĂ‚ mutmainnede “hakîkat” cihetiyle de ruşde ermiş olur.
Bu sebepledir ki şeriatte mubĂ‚h olan bĂ‚zı şeyler, tarîkatte kucuk gunah gibi telĂ‚kkî edilir. Tarîkatte kucuk gunah olan şeyler ise, hakîkat ve mĂ‚rifette buyuk gunah gibi ciddî ve muhim addedilir.
MeselĂ‚ şeriatte, doyduktan sonra yemek israftır. Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek israftır. Hakîkatte, kifĂ‚yet miktarını AllĂ‚h ’ın huzûrundan gĂ‚fil olarak yemek israftır. MĂ‚rifette de, butun bunlara ilĂ‚veten nîmetlerdeki ilĂ‚hî tecellîleri gormeden yemek israftır. ZîrĂ‚ CenĂ‚b-ı Hak her şeyde kendi varlığına bir işĂ‚ret sunmaktadır. Diğer butun hususlarda da durum bunun gibidir.
İşte nefs-i mutmainne, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın tevfîk ve inĂ‚yetiyle hakîkat, sekînet ve yakîne[2] kavuşarak, keder ve endîşelerden kurtulmuş, bazı keşf ve ilhĂ‚mlara da nĂ‚il olmuştur.
Bu mertebede kalbin uzerindeki gaflet perdeleri kalkmıştır. Gonuller, oteleri ve hakîkatleri ayne ’l-yakîn mertebesinde muşĂ‚hede hĂ‚lindedir. YĂ‚ni kalb, tereddut ve şuphelerden arınmış, gercek bir teslîmiyetle tam bir itmi ’nĂ‚n ve huzûra ermiştir. Bu hĂ‚le erişen bir kul, dînî mukellefiyetleri hem zĂ‚hiren ve hem de bĂ‚tınen tereddutsuz olarak kabul edip guzel bir şekilde îfĂ‚ eder. Ustelik bu kabul ve inanış oylesine sağlamdır ki, cumle Ă‚lem bir olup inandığının zıddını iddiĂ‚ etseler, onda en ufak bir tereddut hĂ‚sıl edemezler. Cunku o, maddî ve mĂ‚nevî Ă‚lemi artık hakîkat penceresinden seyretmektedir.
Boyleleri, îmanları uğruna hicbir cile ve mucĂ‚deleden korkmazlar. Nitekim Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de kıssası anlatılan Firavun ’un sihirbazları da, Hazret-i MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’dan gordukleri apacık mûcize karşısında mutmain bir gonulle AllĂ‚h ’a îman etmiş ve îmĂ‚ndaki kararlılıklarını canları pahasına muhĂ‚faza etmişlerdir. ZĂ‚lim Firavun ’un, îmĂ‚nlarından donmedikleri takdirde el ve ayaklarını caprazlama kestireceği ve kendilerini hurma ağaclarına astıracağı tehditlerine bile aslĂ‚ aldırış etmemiş:
“...Biz zaten Rabbimize doneceğiz. Sen sadece Rabbimizin Ă‚yetleri bize geldiğinde onlara inandığımız icin bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve musluman olarak canımızı al!” (el-A ’rĂ‚f, 125-126) diyerek buyuk bir îman heyecĂ‚nı icinde canlarını seve seve fedĂ‚ etmişlerdir.
ZîrĂ‚ bu makĂ‚mda gozleri perdeleyen beşerî kesĂ‚fet fenĂ‚ bulup, latîf duygularla hakîkat nûru zuhûr etmiş olduğundan:
“Ey itmi ’nĂ‚na ermiş (itaatkĂ‚r) nefs!” (el-Fecr, 27) şeklindeki iltifatkĂ‚r hitĂ‚b-ı ilĂ‚hîye mazhariyet nasîb olmuştur.
Gorulduğu uzere, mutmainneden aşağı derecedeki nefisler, ilĂ‚hî iltifĂ‚ta lĂ‚yık olamamışlardır. Ancak itmi ’nĂ‚na ermiş olan nefs-i mutmainne ve daha ust mertebedeki nefisler buna mazhar olabilmektedirler. Bu iltifĂ‚ta lĂ‚yık olabilmek ise ciddî bir cehd ve gayret sarfedip, nefsi itaat altına almakla mumkundur.
Mutmainneye nĂ‚il olan bahtiyar kullar, sırasıyla rĂ‚dıye, merdıyye ve kĂ‚mile denilen uc yuce mertebeye daha yonelmiş olurlar ki, muvaffakıyetleri nisbetinde bunlarla Hakk ’a yakınlık ve vuslatın zirvesine ererler.
5. Nefs-i RĂ‚dıye DĂ‚imĂ‚ Hakk ’a yonelmek sûretiyle AllĂ‚h ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hukmune rĂ‚m olarak Rabbinden rĂ‚zı ve hoşnud hĂ‚le gelmiş olan nefstir. Bu mertebeye yukselen kul, kendi irĂ‚desinden vazgecip Hakk ’ın irĂ‚desinde fĂ‚nî olmuştur.
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’deki:
“Sen O ’ndan, O da senden rĂ‚zı olarak Rabbine don!” (el-Fecr, 28) Ă‚yetindeki “Sen O ’ndan rĂ‚zı olarak” hukmunun bu makĂ‚ma işĂ‚ret ettiği beyĂ‚n olunmaktadır.
Bu rızĂ‚ hĂ‚li, Hak ’tan gelen butun cileli imtihanlara karşı sabır gostermek ve bu hususta O ’nun irĂ‚desini cĂ‚n u gonulden kabullenmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Andolsun sizi biraz korku, biraz aclık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden noksanlaştırmakla imtihĂ‚n edeceğiz. Sabredenleri mujdele!” (el-Bakara, 155)
Bu Ă‚yet-i kerîmede ifĂ‚de buyrulan “sabredenler” zumresinden olabilmek, ancak CenĂ‚b-ı Hakk ’ın takdîrine -velev ki o takdîr, umulduğu ve beklendiği gibi tecellî etmese bile- rĂ‚zı olmak ve aslĂ‚ isyĂ‚na duşmemekle mumkundur. İşte nefs-i rĂ‚dıye de, ilĂ‚hî irĂ‚denin hayır veya şer olarak tecellî eden butun kazĂ‚ hukumlerine tereddutsuz teslîm olup rızĂ‚ gosterenlerin, aslĂ‚ şikĂ‚yet etmeyenlerin makĂ‚mıdır.
Bu makĂ‚mın imtihanları oncekilere nisbetle daha ağırdır. ZîrĂ‚ insan mĂ‚nen yukseldikce iptilĂ‚lar artar. Nitekim Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuştur:
“İnsanlar icinde en şiddetli iptilĂ‚lara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine gore diğer kimselerdir. İnsan dindarlığı olcusunde iptilĂ‚lara mĂ‚ruz kalır.” (Tirmizî, Zuhd, 57)
İnsan, ancak nefs engelini aştıktan sonra, iptilĂ‚ ve meşakkatlere lĂ‚yıkıyla sabır gosterebilecek ve onları verene karşı rĂ‚zı olabilecek bir dirĂ‚yete erişir. Bunlar, mĂ‚neviyat yolunun cilveleridir. Onun icin buyuk mukĂ‚fĂ‚tlar, dĂ‚imĂ‚ buyuk mukĂ‚vemet, sabır, sebat ve tahammullerin ardından gelir.
Bu mertebedeki mu ’minlerin nazarında, hayatın gam ve surûru birdir. ZîrĂ‚ dunyĂ‚ya kalben bağlanmadıkları icin, hayĂ‚tın sevinc ve kederleri onlar icin musĂ‚vî hĂ‚le gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdîr olunmuşsa hepsini CenĂ‚b-ı Hak ’tan bilip rĂ‚zı olurlar.
Aşağıdaki şu mısrĂ‚lar, bu hĂ‚li ne guzel ifĂ‚de eder:
Hoştur bana Sen ’den gelen,
Ya gonca gul, yÂhud diken!
Ya hil ’at u yĂ‚hud kefen
Kahrın da hoş, lutfun da hoş!
GĂ‚yet kolaylıkla soylenebilen şu kıtadaki gerceklerin yaşanmasındaki buyuk gucluk, iyi kavranmalı ve takdîr olunmalıdır. Ancak rĂ‚dıye makĂ‚mında gercekleşebilen bu veya benzeri sozleri, nefsinde bir varlık vehmine kapılarak veya taklid hevesiyle, vaktinden once ve futûrsuzca terennum etmekten sakınmak gerekir. ZîrĂ‚ bu takdirde onlar birer iddiĂ‚ mĂ‚hiyetini taşırlar ki, CenĂ‚b-ı Hak kulunun soylediği bu sozde samimi olup olmadığını imtihan ederse, pek cok kulun bu yolda yaya kalacağından korkulur!
RĂ‚dıye makĂ‚mındaki bir kul, esrĂ‚r-ı ilĂ‚hîye muttalî olmaya başlar. Vahdet-i ilĂ‚hîyi kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da idrĂ‚k ederek, mĂ‚nĂ‚ Ă‚lemindeki kemĂ‚lĂ‚tı muşĂ‚hedeye nĂ‚il olur. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın isim ve sıfatlarının husûsî tecellîlerine mazhariyetle şereflenir. Onun şahsiyeti, hayrın, guzelin ve doğrunun feyyĂ‚z bir menbaı hĂ‚line gelir. İlĂ‚hî emir ve yasaklara huzûr ile ittibĂ‚ eder. İbĂ‚detler, hĂ‚lisĂ‚ne ve AllĂ‚h icin îfĂ‚ edildiğinden, aslĂ‚ yorgunluk vermez. ZîrĂ‚ yorgunluk veren ibĂ‚detlerin icyuzunde, ya mertebeler aşmak ya da kerĂ‚met ve keşfe nĂ‚il olmak veyahut buna benzer maksatlar vardır. Bir kimse boyle emeller peşinde olursa, o emellerle kendi kendisinin yolunu tıkamış ve butun emeklerini boşa harcamış olur. Boyle olunca da zikri ve fikri unutturan bir yorgunluk belirir. Bunun icin, seyr u sulûkun başından sonuna kadar Allah rızĂ‚sından başka hicbir emel beslenmemelidir.
Hak TeĂ‚lĂ‚, biz kullarına şah damarımızdan daha yakındır. Muhim olan bizim de bu yakınlığı idrĂ‚k ederek Rabbimizin yakınlığına nĂ‚il olabilmemizdir. CenĂ‚b-ı Hak kullarından rĂ‚zı olur. Yeter ki, kulları da O ’nun yolunda gayret etsin, O ’nun takdîr ve kazĂ‚sına rızĂ‚ gostersin, muhĂ‚tab olduğu ilĂ‚hî imtihan tecellîlerini olgunlukla karşılayabilsin ve O ’ndan rĂ‚zı olsun.
6. Nefs-i Merdıyye RĂ‚dıye mertebesinde bulunanların, bu mertebenin butun fuyûzĂ‚tından istifĂ‚de edebilmeleri icin, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın da onlardan rĂ‚zı olması îcĂ‚b eder. YĂ‚ni kulun Allah ’tan rĂ‚zı olması yetmeyip, kĂ‚mil bir terakkî icin AllĂ‚h ’ın da kulundan rĂ‚zı olması gerekir. Diğer bir ifĂ‚deyle Hak ’tan rızĂ‚mız, O ’nun yuce rızĂ‚sına mazhar olabilecek bir kıvam ve guzellikte olmalıdır. Bu gercekleştiği takdirde “merdıyye” sıfatı AllĂ‚h ’a rĂ‚cî olmasına rağmen, kulun bunu temine medĂ‚r olan amelleri bereketiyle bu makam kula da izĂ‚fe edilmiştir. Buna gore rĂ‚dıye, Allah ’tan rĂ‚zı olanların; merdıyye ise AllĂ‚h ’ın da kendisinden rĂ‚zı olduğu kimselerin makamıdır.
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bizzat rĂ‚zı ve hoşnûd olduğu bir nefs olan merdıyyede kotu huylar yok olmuş, guzel huylar ve ahlĂ‚kî meziyetler inkişĂ‚f etmiştir. Oyle ki; Yaratan ’dan oturu yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet, comertlik, affedicilik ve hassĂ‚siyet onda bir lezzet hĂ‚lindedir. Bu mertebedeki bir mu ’min, nefsini en guzel bir şekilde muhĂ‚sebe ve murĂ‚kabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gozeterek şeytĂ‚nî hîlelere karşı boş bulunmaktan sakınır.
Yine bu mertebede kul, her hĂ‚lukĂ‚rda ve butun mevcûdiyetiyle Hakk ’a teslîm olmuştur. Allah ’tan gelen kahır veyĂ‚ lutuf tecellîlerinin her ikisine de gosterdiği rızĂ‚ bereketiyle ebediyyet Ă‚lemine gocerken, ilĂ‚hî rızĂ‚ ile mujdelenerek kendisine cennet hil ’ati giydirilmiştir.
Yukarıda da zikredilen:
“Sen O ’ndan, O da senden rĂ‚zı olarak don Rabbine!” (el-Fecr, 28) Ă‚yetindeki “Rabbin de senden rĂ‚zı olarak” hukmu, bu hĂ‚li ifĂ‚de etmektedir.
Ayrıca Beyyine sûresinin 8. Ă‚yetindeki:
“...AllĂ‚h onlardan hoşnud olmuş, onlar da Allah ’tan hoşnûd olmuşlardır...” beyĂ‚nı da bu hakîkatin diğer bir ifĂ‚desidir.
Bu hĂ‚l ve hakîkatlere nĂ‚il olan bir kul, artık hĂ‚disĂ‚tı “hakka ’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. AllĂ‚h ’ın izniyle bĂ‚zı gaybî sırlara vĂ‚kıf olabilir. CenĂ‚b-ı Hak; rızĂ‚, tevekkul ve teslîmiyetleri sebebiyle boyle kullarının -Ă‚detĂ‚- goren gozu, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli… olur. Onların hĂ‚line, kĂ‚line ve guzel ahlĂ‚kına tesir kuvveti ihsĂ‚n eder.
YĂ‚ni nefs-i rĂ‚dıye makĂ‚mında muşĂ‚hede ettiği kemĂ‚lĂ‚t tecellîlerini, şimdi bizzat nefsinde tatmakta ve o hĂ‚llerle hĂ‚llenmektedir. Sabır, tevekkul, teslîmiyet ve rızĂ‚ gibi hasletler, onun davranışlarının hĂ‚kim vasfı durumundadır.
Peygamberlerin yuce ahlĂ‚kından bu guzel hĂ‚llere dĂ‚ir birkac misĂ‚l şoyledir:
Hazret-i YĂ‚kûb -aleyhisselĂ‚m- ustuste gelen musîbetler sebebiyle hĂ‚lini, “Bana duşen ancak sabr-ı cemîldir.” (Yûsuf, 18) diyerek beyĂ‚n eder.
Dayanılmaz hastalık ve iptilĂ‚lara mĂ‚ruz kalan Eyyûb -aleyhisselĂ‚m-, hanımının; “Rabbine duĂ‚ et de bu muzdarip hĂ‚lin son bulsun.” şeklindeki talebine:
“–Hak TeĂ‚lĂ‚ bana seksen sene sıhhatli bir omur verdi. Henuz o kadar hastalık cekmemişken sıhhat istemekten hayĂ‚ ederim.” mukĂ‚belesinde bulunmuştur.
İbrĂ‚him -aleyhisselĂ‚m- da ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:
“–Ateşi yandıran kimdir? O benim hĂ‚limi biliyor. Sizden bir talebim yok!” buyurmuştur. (Bkz. Ahmed, Zuhd, s. 80; Taberî, TĂ‚rîh, I, 242; İbn-i Esîr, el-KĂ‚mil, I, 99)
Aslında nefsin tezkiyesi yolunda kat edilen merhaleler, bunlardan ibĂ‚ret olmakla berĂ‚ber, kemĂ‚lĂ‚t ehline tevdî olunan hizmetler itibĂ‚riyle bir merhale daha vardır ki, ona da nefs-i kĂ‚mile veya nefs-i sĂ‚fiye denir.
7. Nefs-i KĂ‚mile / Nefs-i SĂ‚fiye Nefs-i kĂ‚mile, tezkiye netîcesinde arınmış, sĂ‚f, berrak, ulvî ve olgun nefstir. Butun mĂ‚rifet sırlarının tahsîl edildiği ve ancak CenĂ‚b-ı Hak tarafından vehbî olarak lutfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, sırf calışmakla elde edilmez. Kader sırrına mebnî, ilĂ‚hî bir ihsandır.
Nefs-i kĂ‚mileye erişenlere umûmiyetle irşad hizmeti tevdî edildiğinden bu makĂ‚ma aynı zamanda “irşad makĂ‚mı” da denilir. CenĂ‚b-ı Hak, bu makamdakilerin hĂ‚l ve davranışlarındaki mukemmellikle, insanları gafletten îkaz edici bir tesir halkeder. Boyle zĂ‚tlar, bir fĂ‚sık ile goruşseler, o fĂ‚sığın hĂ‚lini anlar, kalbî hastalıklarının ilĂ‚cını, hĂ‚l lisĂ‚nıyla kendilerine bildirirler. FĂ‚sık, eğer kalbi muhurlenmemişse insafa gelir ve pişmanlıkla gafletten uyanır.
Dipnotlar:
[1] TevĂ‚zuun fahrı: TevĂ‚zû vĂ‚sıtasıyla ovunme. MeselĂ‚, kendini gosterme meyli icinde: “–Ben fakir, Ă‚ciz, ancak uc gunde bir hatim indirebiliyorum.” gibi ifĂ‚deler bu kabildendir. [2] Yakîn: Kesin ve apacık bilgiyi ifĂ‚de eden Arapca bir kelimedir. Yakînde şupheye yer yoktur. Kalb, bir şeyin hakîkati konusunda tatmin olmuş durumdadır. Yine yakîn, delillerin otesine gecip îman kuvveti ile apacık gormeyi ifĂ‚de eder. Kuşeyrî, yakînin uc turlu olduğunu soyler:
İlme ’l-yakîn: Bir şey hakkında habere dayanan bilgidir. Ayne ’l-yakîn: Bir şey hakkında gormek sûretiyle elde edilen bilgidir. Hakka ’l-yakîn: Bir şeyi bizzat yaşamak sûretiyle elde edilen bilgidir. Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
NEFSİN MERTEBELERİ NELERDİR? - VİDEO