
İslam ’da ahiret inancı nedir? Ahiret inancı nasıl olmalı? Ahirete iman etmek insanların dunyadaki hayatını nasıl etkiler? Ahiret inancının onemi nedir? Allah kullarına neden zenginlik ve fakirlik verir? Ahiret inancı ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Ahirete iman hakkında bilgiler...İslĂ‚m akĂ‚idinin temel esaslarından biri olan Ă‚hirete îman, inanc esasları arasındaki ehemmiyetine binĂ‚en bircok Ă‚yet-i kerîmede “AllĂ‚h ’a îman” ile yan yana zikredilmiştir. Nitekim bu Ă‚yet-i kerîmelerden birkacı şoyledir:
“…AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune îmĂ‚n edip sĂ‚lih amel işleyen kimselerin Rab ’leri katında buyuk ecirleri vardır. Onlar icin korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” (el-Bakara, 62)
“…Eğer herhangi bir şeyde ihtilĂ‚fa duşerseniz, AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune gercekten îmĂ‚n ediyorsanız onu AllĂ‚h ’a ve Resûl ’une goturun!” (en-NisĂ‚, 59)
“AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune inanan bir milletin, -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- AllĂ‚h ’a ve Resûl ’une duşman olanlarla dostluk ettiğini goremezsin…” (el-MucĂ‚dele, 22) Yine CenĂ‚b-ı Hak mu ’minleri medih şĂ‚nında da:
“...(Onlar ki) AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune îmĂ‚n ederler...” (et-Tevbe, 44) buyurmaktadır.
Gayba Ă‚it bir husus olması dolayısıyla, insanın idrĂ‚k gucunu aşan “olum ve Ă‚hiret” muammĂ‚sını sırf akıl ile cozmek mumkun değildir. Bu noktada insanın, ilĂ‚hî beyanların irşĂ‚dına şiddetle ihtiyacı vardır. CenĂ‚b-ı Hak da kullarını bu hususta aslĂ‚ yardımcısız bırakmamıştır. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’deki pek cok sûrede, bazen apacık delillerle, bazen misaller vermek sûretiyle ve uhrevî hayata dĂ‚ir beyanları sık sık tekrar etmekle, Ă‚hiret inancının gonullere en kuvvetli şekilde nakşolmasını arzu buyurmuştur.
Nitekim nubuvvetinin ilk yıllarında Peygamber Efendimiz ’e ibadetlerden ziyĂ‚de îman esaslarını sağlamlaştıran Ă‚yet-i kerîmelerin nĂ‚zil olması ve hicretten sonra nuzûl eden ibadet ve muĂ‚melĂ‚t hukumleri arasında yine bu mevzulara sık sık temas edilmesi, bu hikmete binĂ‚endir. Zira cĂ‚hiliye devrinin en muhim fesat sebeplerinden biri de “Ă‚hireti inkĂ‚r”dır. EsĂ‚sen, Ă‚hiretin varlığını inkĂ‚r etmek, akıl ve mantık dışıdır. Duşunmek lĂ‚zımdır ki:
“MeselĂ‚ bir tiyatro grubunun, birinci sahneyi sergiledikten sonra perdeyi kapatıp, hĂ‚diseleri paramparca, dağınık ve îzaha muhtac bir vaziyette yarım bırakarak oyunu bitirdiği hic gorulmemiştir. Boyle bir durum soz konusu olsa, duşunceleri tam harekete gecmiş, sinirleri gerilmiş, oyunun ve yazarının maksadını ve ana fikrini oğrenmeye heveslenmiş seyirciler ne duşunurler acaba? Akıllı bir cocuk bile oyunun bu şekilde bitirilmesini uygun gormez. O hĂ‚lde her şeyi mukemmel yaratan ve her işten haberdar olan AllĂ‚h ’ın, bu koskoca kĂ‚inat kıssasını, bir cocuğun bile yapmadığı şekilde bitirmesi nasıl duşunulebilir?”
Yani her fırsatta sebepler Ă‚leminde yaşadığını soyleyen insanoğlunun, bu sebeplerin neticelerini goreceği Ă‚hirete îman etmesi, aklen de zarurîdir.
ÂşikĂ‚r bir hakîkattir ki, herkes bu dunyaya bir kapıdan, yani ana rahminden gelmekte, sonra da nefsĂ‚nî ve rûhĂ‚nî davranış ve hislerle dolu, Ă‚deta engelli bir koşu yeri olan dunyada fĂ‚nî hayatını yaşamaktadır. Kundak ile tabut arasındaki bu kısacık koridoru gectikten sonra da, ecel kapısından ebedî Ă‚lemin ilk konağı olan kabre adım atmaktadır. Kabir ise, kıyĂ‚met gunu hesĂ‚ba cekileceğimiz ilĂ‚hî mahkemenin Ă‚deta bekleme salonudur. Âyet-i kerîmelerde şoyle buyrulmaktadır:
“İnkĂ‚rcılar: «KıyĂ‚met bize gelmeyecek!» dediler. De ki: «Hayır! Gaybı bilen Rabbim hakkı icin o, mutlakĂ‚ size gelecektir. Goklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O ’ndan gizli kalmaz. Bundan daha kucuk ve daha buyuğu de şuphesiz, apacık kitapta (yazılı)dır.»” (es-Sebe ’, 3)
“Allah -ki O ’ndan başka hicbir ilĂ‚h yoktur- elbette sizi kıyĂ‚met gunu toplayacaktır. Bunda aslĂ‚ şuphe yoktur. Soz bakımından Al-lah ’tan daha doğru kim vardır?” (en-NisĂ‚, 87)
“(İnsan

“De ki: Allah sizi diriltir, sonra oldurur. Sonra sizi şuphe goturmeyen kıyĂ‚met gununde bir araya toplar. Fakat insanların coğu bilmezler.
Goklerin ve yerin mulku AllĂ‚h ’ındır. KıyĂ‚metin kopacağı gun var ya, işte o gun, bĂ‚tıla sapanlar husrĂ‚na uğrayacaklardır.” (el-CĂ‚siye, 26-27)
“De ki; «–İster taş olun, ister demir, isterse gozunuzde buyuyen herhangi bir mahlûk!» (Bunlar, AllĂ‚h ’ın sizi yeniden diriltmesini gucleştirmez.) Diyecekler ki:
«–Bizi tekrar (hayata) kim dondurecek?» De ki:
«–Sizi ilk kez yaratan.» Bunun uzerine onlar, Sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve;
«–Ne zamanmış o?» diyecekler. De ki:
«–Yakın olsa gerek!»” (el-İsrĂ‚, 50-51)
İşte dunya, iki kapılı bir han misĂ‚li, Hazret-i Âdem ’den (a.s.) gunumuze kadar sayısız insanla dolup dolup boşaldı. Peki onlar şimdi neredeler? Veya bir muddet sonra biz nerede olacağız, bilen var mı? Mechul! Ama şurası kesin ki, zĂ‚limlere de mazlumlara da, Ă‚bidlere de fĂ‚sıklara da olum muhakkak gelip catıyor ve herkes ebedî hayatın başlangıcı olan kıyĂ‚meti bekliyor…
Şoyle bir duşunecek olursak, uzerine basıp gectiğimiz yer, bugune kadar gelen milyarlarca insanın toprağa donmuş cesetleriyle dolu. Sanki ust uste cakışmış milyarlarca golge gibi… Yarın bizler de toprağın sînesine amellerimizle gomulerek bu kesif golgenin icine suzuleceğiz. Ondan sonra ebedî bir hayat ve sonsuza yolculuk başlayacak. MĂ‚dem ki bundan kacış yok, o hĂ‚lde biraz durup duşunelim:
ÂHİRETİN YANINDA DUNYA… Bu fĂ‚nî Ă‚lemde omur uzun olmuş, kısa olmuş, ne ifĂ‚de eder ki? Cunku şu fĂ‚nî dunya hayatı, ebedî Ă‚hiret hayatı karşısında bir sabun kopuğunden farksızdır. İnsanoğlu bu fĂ‚nî Ă‚lemde, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, onun omru, Ă‚hiretteki hayata kıyasla kısacık bir muddetten ibĂ‚rettir.
Nitekim bu hakîkat, Ă‚yet-i kerîmelerde şoyle bildirilmektedir:
“(Allah inkĂ‚rcılara

«–Yeryuzunde kac yıl kaldınız?» diye sorar.
«–Bir gun veya gunun bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor.» derler. (Allah) şoyle der:
«–Cok az bir zaman kaldınız. Keşke bunu (daha once) bilmiş olsaydınız.»” (el-Mu ’minûn, 112-114)
Diğer bir Ă‚yet-i kerîmede de CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“(Onlar) kıyĂ‚met gununu gorduklerinde (dunyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-NĂ‚ziĂ‚t, 46)
Peygamber Efendimiz de, dunya hayatına nisbetle Ă‚hiretin muddet, kıymet ve buyukluğu hakkında, insanın idrĂ‚kini kolaylaştırmak icin şoyle bir kıyasta bulunmuştur:
“VallĂ‚hi, Ă‚hirete gore dunya, sizden birinizin işaret parmağını denize daldırıp cıkarmasından başka bir şey değildir! O kişi parmağının uzerinde ne kadarcık su kaldığına baksın!” (Muslim, Cennet, 55)
O hĂ‚lde butun vazifemiz; Ă‚hirete kıyasla kısacık bir muddet olan omru, Hakk ’a kulluk, ibadet ve tĂ‚atle tezyîn edebilmektir.
DUNYA HAYATINI NASIL YAŞAMALIYIZ? Ote yandan, şu kısacık dunya hayatının gunleri, Ă‚hirete nisbetle pek kıymetlidir. Zira Ă‚hiret, karşılık gorme yeri; dunya ise kazanma mahallidir. RivĂ‚yet olunur ki Hazret-i İlyas (a.s.), Olum Meleği ’ni karşısında gorunce dehşet icinde urperdi. AzrĂ‚il (a.s.) bunun sebebini merak ederek:
“–Ey AllĂ‚h ’ın Peygamberi! Olumden mi korktun?” diye sordu. Hazret-i İlyas (a.s.) cevĂ‚ben:
“–Hayır! Olumden korktuğum icin değil, dunya hayatına vedĂ‚ edeceğim icin bu hĂ‚ldeyim…” dedi. Sonra sozlerine şoyle devam etti:
“–Dunya hayatında Rabbime kulluk yapmaya, iyilikleri tavsiye edip kotuluklerden sakındırmaya gayret ediyor, vaktimi ibadet ve amel-i sĂ‚lihlerle geciriyor, guzel ahlĂ‚k ile yaşamaya calışıyordum. Bu hĂ‚l benim huzur kaynağım oluyor, gonlum surur ve mĂ‚nevî neşelerle doluyordu. Olunce bu zevkleri ve lezzetleri yaşayamayacağım ve kıyĂ‚mete kadar mezarda rehin kalacağım icin uzulmekteyim!”
NEDEN AĞLIYORSUN? TĂ‚biîn neslinden Âmir bin Abdikays, olumu yaklaşınca ağlamaya başladı.
“–Nicin ağlıyorsun?” diye sordular. O da şu cevĂ‚bı verdi:
“–Ne olum korkusuyla, ne de dunyaya duyduğum hırs sebebiyle ağlıyorum. LĂ‚kin sıcak gunlerde oruc tutmaktan ve geceleri ibadet icin kalkmaktan (teheccudden) mahrum kalacağım diye ağlıyorum.” (Zehebî, Siyer, IV, 19)
AHİRET DUNYADA KAZANILIR? Âhiret saĂ‚detinin bu dunyada kazanılması hakîkatine binĂ‚en Cuneyd-i BağdĂ‚dî Hazretleri şoyle buyurmuştur:
“Dunyanın bir gunu, Ă‚hiretin bin yılından daha hayırlıdır. Zira kazanc ve kayıp keyfiyetleri bu dunyaya Ă‚ittir. Âhirette artık kurtuluşa kavuşturacak bir şey yapma imkĂ‚nı yoktur.”
Duşunmeliyiz ki; Allah bize bin sene omur verse, meselĂ‚ 1000 yılında dunyaya gelmiş olsak ve 2000 yılına kadar dunyada bolluk icinde saltanat sursek, yine de olmuş olurduk. Yani ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, esas ve ebedî hayat olan Ă‚hiretin yanında fĂ‚nî dunya hayatı, kısacık bir fasıldan ibarettir. O hĂ‚lde;
ÂNI SONSUZA TERCİH ETMEK, HANGİ AKLIN KÂRIDIR? Âhireti dunyaya tercih edenlerin idrĂ‚ki, iştah acan binbir ceşit gıdĂ‚yı bilmediği icin, elindeki kokulu soğanı en leziz gıdĂ‚ zanneden bir cocuğun idrĂ‚kinden farksızdır. FĂ‚nî dunyayı sonsuz Ă‚hirete tercih etmek, ucsuz bucaksız gokyuzunde kanat cırpmak dururken daracık bir kafese koşan zavallı kuşun idraksizliğini paylaşmaktır. Hikmet ehli zĂ‚tlardan biri şoyle buyurur:
“Dunya altından yapılmış, ama fĂ‚nî olsa, Ă‚hiret de camurdan ama bĂ‚kī olsa, akıllı insan bĂ‚kī olanı fĂ‚nîye tercih eder. Peki durum bunun aksine olur da dunya camurdan ve fĂ‚nî, Ă‚hiret de altından ve bĂ‚kī olursa acaba ne yapmak lĂ‚zımdır?”
Şuphesiz ki sĂ‚lim bir akıl ve mantığın îcĂ‚bı; kucuk, basit ve gecici menfaatleri; faydası ebediyyen surecek buyuk kazanclar ile değişmeyi gerekli kılar. Bu sebeple aklı başında her insanın vazifesi; fĂ‚nî dunyanın cĂ‚zibesine kapılmaktan sakınıp ebedî olan Ă‚hiret saĂ‚detini kazanmaya calışmak olmalıdır. Hadîs-i şerîfte de, gercek akıl sahipleri şoyle tĂ‚rif edilir:
“Akıllı (insan), nefsine hĂ‚kim olup onu hesĂ‚ba cekerek olumden sonrası icin calışandır. Ahmak ise nefsini hevĂ‚sına tĂ‚bî kıldığı hĂ‚lde Allah ’tan (Ă‚hirette hayır) umandır.” (Tirmizî, KıyĂ‚met, 25/2459)
İşte bir insanın ne kadar akl-ı selîm sahibi olduğu, bu gercekler ışığında mîzĂ‚n edilmelidir. Yani fĂ‚nîyi verip bĂ‚kīyi kazanan, akıllı kimsedir. Âhireti unutup dunyaya aldanan, gĂ‚fil kimsedir. -Hazret-i Omer ’in ifĂ‚desiyle- başkasının dunyası icin Ă‚hiretini satan ise cĂ‚hil ve ahmak kimsedir!.. Zira Allah katında bir sineğin kanadı kadar bile değeri olmayan dunyaya dalarak Ă‚hireti unutan kimseye, Allah da değer vermez. Bunun icindir ki Lokman Hakîm de şu tavsiyede bulunmuştur:
“Âhiretin icin dunyanı fedĂ‚ et, her ikisini de kazanırsın. Dunya icin Ă‚hiretini fedĂ‚ etme, her ikisini de kaybedersin.”
Dunya, kemĂ‚le erememiş ham nefisler icin, su gibi gorunen aldatıcı bir seraptan ibĂ‚rettir. Cocukların heves ettiği bir elma şekeri gibidir ki, dışı tatlı bir renk cumbuşu olsa da, ici ekşi ve curuktur. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Bilin ki dunya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir sus, aranızda bir ovunme ve daha cok mal ve evlĂ‚t sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği, ziraatcilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu gorursun; sonra da cer cop olur. Âhirette ise cetin bir azap vardır. Yine orada AllĂ‚h ’ın mağfireti ve rızĂ‚sı vardır. Dunya hayatı aldatıcı bir gecimlikten başka bir şey değil-dir.” (el-Hadîd, 20)
“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dunya hayatıyla şımardılar. Oysa Ă‚hiretin yanında dunya hayatı, gecici bir faydadan başka bir şey değildir.” (er-Ra‘d, 26)
“Bu dunya hayatı sadece bir eğlenmeden, bir oyundan ibĂ‚rettir. Âhiret yurduna gelince, şuphe yok ki o, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bilmiş olsalardı.” (el-Ankebût, 64)
“Dunya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. TakvĂ‚ sahipleri icin Ă‚hiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. HĂ‚lĂ‚ akıl erdiremiyor musunuz?” (el-En‘Ă‚m, 32)
“Dunya hayatını Ă‚hirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyan-lar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık icindedirler.” (İbrahim, 3)
“Bu (azap), onların dunya hayatını Ă‚hirete tercih etmelerinden ve AllĂ‚h ’ın kĂ‚firler topluluğunu aslĂ‚ doğru yola iletmeyeceğindendir.” (en-Nahl, 107)
“İşte onlar, Ă‚hirete karşılık dunya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yuzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.” (el-Bakara, 86)
“Onlara de ki: «Dunya gecimliği azdır. Âhiret, AllĂ‚h ’a karşı gelmekten sakınan kimse icin daha hayırlıdır…»” (en-NisĂ‚, 77)
“Her kim bu carcabuk gecen dunyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dunyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği Cehennem ’e sokarız.” (el-İsrĂ‚, 18-19)
“Hayır! Doğrusu siz, carcabuk geceni (dunya hayatını ve nîmetlerini) seviyor, Ă‚hireti bırakıyorsunuz.” (el-KıyĂ‚me, 20-21)
“...Şuphesiz bu dunya hayatı gecici bir eğlencedir. Ama Ă‚hiret, gercekten kalınacak bir yurttur.” (el-Mu ’min, 39) Bu hakîkat Resûlullah Efendimiz ’in mubarek lisanlarından da şu sozlerle sĂ‚dır olmuştur:
“AllĂ‚h ’ım! Asıl hayat, Ă‚hiret hayatıdır. (Asıl saĂ‚det, ebediyet saĂ‚detidir!)” (BuhĂ‚rî, CihĂ‚d 33, SalĂ‚t 48)
Abdullah bin Mesut ’un naklettiği şu hĂ‚dise, bizler icin ne buyuk bir nasihattir:
Resûlullah Efendimiz, bir hasır uzerinde yatıp uyumuştu. Efendimiz uyandığında, o hasır, mubĂ‚rek vucudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:
“–YĂ‚ ResûlĂ‚llah! Sizin icin bir doşek edinsek?” dedik. Bunun uzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Benim dunya ile ne alĂ‚kam var ki? Ben bu dunyada, bir ağacın altında golgelenen, sonra da bineğine binip orayı terk eden bir yolcu gibiyim.” buyurdular. (Tirmizî, Zuhd, 44/2377)
Yine bir gun Hazret-i Omer, Peygamber Efendimiz ’in hĂ‚ne-i saĂ‚detlerine gelmişti. Odanın icine şoyle bir goz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin icinde hurma yapraklarından orulmuş bir hasır vardı. Allah Resûlu onun uzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Hazret-i Peygamber ’in mubĂ‚rek teninde izler bırakmıştı. Bir koşede bir olcek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da, civide asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadardı! Arabistan Yarımadası ’nın Fahr-i KĂ‚inĂ‚t Efendimiz ’e tĂ‚bî olduğu bir gunde, O ’nun dunyaya Ă‚it mal varlığı bunlardan ibaretti.
Hazret-i Omer bunu gorunce, icini cekti. Kendini tutamadı, gozleri doldu ve ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz:
“–Nicin ağlıyorsun ey Omer?” diye sordu. O da:
“–Nicin ağlamayayım yĂ‚ ResûlĂ‚llah! Kayser ve KisrĂ‚ dunya nîmetleri icinde yuzuyor! AllĂ‚h ’ın Resûlu ise kuru hasır uzerinde yaşıyor!” dedi. Efendimiz, Hazret-i Omer ’in gonlunu aldı ve:
“–Ağlama ey Omer! Dunyanın butun nîmet ve zevkleriyle onların, Ă‚hiretin de bizim olmasını istemez misin?” buyurdu. CenĂ‚b-ı Hak, kufur ehlinin dunyevî zenginlik, refah ve saltanatları-na bakarak onlara imrenmekten, mu ’min gonulleri şoyle îkaz buyurmaktadır:
“Şayet insanların kufurde birleşmiş bir tek ummet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, RahmĂ‚n ’ı inkĂ‚r edenlerin evlerinin tavanlarını ve cıkacakları merdivenleri gumuşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve uzerine yaslanacakları koltukları da (hep gumuşten yapardık). Ve onları ziynetlere boğardık. Butun bunlar, sadece dunya hayatının gecimliğidir. Âhiret ise, Rabbinin katında, AllĂ‚h ’ın azĂ‚bından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (ez-Zuhruf, 33-35)
“İnkĂ‚rcıların (refah icinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennem ’dir. O ne kotu varış yeridir!” (Âl-i İmrĂ‚n, 196-197)
“Şuphesiz Biz, Ă‚hirete inanmayanların işlerini kendilerine suslu gosterdik; o yuzden bocalar dururlar. İşte bunlar, azĂ‚bı en ağır olanlardır; Ă‚hirette en cok ziyana uğrayacaklar da onlardır.” (en-Neml, 4-5) Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ ne guzel buyurmuştur:
“FĂ‚nî olan dunyayı arayan kişi; olmayacak, kotu bir şeyi aradı. Âhireti arayan ise; iyiyi, guzeli, doğruyu aramış oldu.” Bir kişi SufyĂ‚n-ı Sevrî Hazretlerine giderek:
“–Bana tavsiyede bulun!” demişti. O da şu nasihatte bulundu:
“–Dunyada kalacağın kadar dunyana calış, Ă‚hirette kalacağın kadar Ă‚hiretine calış, vesselĂ‚m.” (Ebû Nuaym, Hilye, VII, 56) O hĂ‚lde sık sık duşunelim:
Uc gunluk dunya hayatına ne kadar ehemmiyet veriyoruz, ebedî olan Ă‚hiret hayatına ne kadar? Bugun insanlık, dunyada biraz daha uzun yaşayabilmek, hattĂ‚ olumden kurtulabilmek icin pek cok araştırmalar yapıp bu uğurda ilĂ‚c ve kozmetiğe buyuk meblĂ‚ğlar sarf ediyor. Oysa esas ve sonsuz hayat olan Ă‚hirette hic kimse; “dunyada az yaşadım, cok yaşadım” derdinde olmaya-cak. Orada herkesin derdi, Ă‚hiretin yanında bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kısa olan dunya hayatını ne kadar ebedî saadet sermayesi kılabildiği hususunda olacak…
LĂ‚kin nice insan, bu hakîkatleri bilse bile, nefsine uyup gaflete dûcĂ‚r olmaktan kurtulamaz. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de:
“Fakat siz (ey insanlar) Ă‚hiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu hĂ‚lde dunya hayatını tercih ediyorsunuz.” (el-A ’lĂ‚, 16-17) buyrulduğu uzere, Ă‚hiret deryĂ‚sı karşısında bir damla hukmunde bile olmayan dunyĂ‚yı ukbĂ‚ya tercih eder. Bu hususta gonlumu derin duşuncelere sevk etmiş olan bir muşĂ‚hedemi burada arz etmek isterim:
Bir gun sabah namazı icin evden cıkmak uzere iken, dışarıda iki kedinin canhıraş feryatlarını duydum. Merak ettim ve bahceye cıktığımda onlara dikkat ettim. Gordum ki, iki kedi karşı karşıya duruyor ve saldır-maya hazır birer kucuk kaplan gibi hırlayarak hic kıpırdamadan birbirlerine cakmak cakmak bakıyorlardı. Tuyleri diken diken olmuştu. En ufak bir hamlede yekdiğerini parcalama azminde idiler.
Bu kadar aşırı hasımlaşmanın sebebi nedir acaba diye duşunurken gordum ki, ortada bir fare var; olmuş, kucuk bir fare. Meğer kediler o fare leşini elde etmek icin bunca mucĂ‚deleye girişmişler. Meğer yekdiğerini hırpalama veya onun tarafından hırpalanma pahasına birbirlerine karşı goze aldıkları zararın sebebi, ortadaki kucuk bir fare leşi imiş!
Basit gibi gorunen bu tablo, aslında buyuk bir ibret sergiliyordu. Bir lĂ‚şeden mustağnî kalamayışın dûcĂ‚r ettiği ve edeceği kotu neticeleri aksettiriyordu. Bir bakıma dunyaya rĂ‚m olanların boş ihtirasları uğruna Ă‚hiret husranını tercih etmelerini tedĂ‚î ettiriyordu. Nice gaflet erbĂ‚bının sımsıkı sarılıp peşine duştuğu fĂ‚nî heves, istek ve meyiller ile gecici makam, mevkî ve riyĂ‚set dĂ‚vĂ‚larının, bir lĂ‚şeden ibĂ‚ret olduğunu anlatıyor ve bunların ebedî bir saltanatı hebĂ‚ etmeye değmeyeceğine işarette bulunuyordu. Nitekim, AllĂ‚h ’ın rĂ‚zı olduğu helĂ‚l ve meşrû nîmetlerle yetinmeyip nefsĂ‚nî cĂ‚zibelere aldanmanın, kişiyi ne kadar da fecî bir Ă‚kıbete dûcĂ‚r edeceğine, şu hĂ‚dise muşahhas bir misĂ‚ldir:
Mîrac esnĂ‚sında CebrĂ‚îl (a.s.) ile Resûlullah azap icinde bir grup insan gormuş-lerdi. Onlerinde, guzelce pişmiş leziz et yemekleri ile ciğ ve kokuşmuş leşler vardı. Fakat onlar, o guzelim yemekleri bırakıp pis ve kokuşmuş leşleri yiyorlardı. Allah Resûlu, bunların kim olduğunu sorduğunda CebrĂ‚îl (a.s.) şu cevĂ‚bı verdi:
“–Onlar ummetinden helĂ‚l hanımını bırakıp da haram olan kadına giden erkeklerle, kocasını bırakıp haram olan erkeklere giden kadınlardır.” (Heysemî, I, 67, 68)
İşte bunun gibi; Ă‚hireti, hesĂ‚bı ve azĂ‚bı goz ardı ederek, dunyevî lezzetlere helĂ‚l-haram demeden hırsla atılmak, kulu dehşetli bir mahrûmiyet, mahcûbiyet ve eziyete mahkûm eden, hazin bir aldanıştır.
Dolayısıyla ebediyet yurdu olan Ă‚hirete îmĂ‚n ettiği hĂ‚lde, sırf fĂ‚nî dunya icin calışıp cabalayan kimseye, ne kadar hayret edilse yeridir! Şu kısacık omur sermayesini hic bitmeyecekmiş gibi hoyratca tuketmekten ve Ă‚hiret sermayesi hĂ‚line getirememekten daha dehşetli bir hamĂ‚kat olamaz. Zira bu cihan, bir oyun-eğlence mahalli değil, Ă‚hiret sermayesinin tedĂ‚rik edilebildiği yegĂ‚ne yerdir. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede:
“AllĂ‚h ’ın sana verdiğinden (O ’nun yolunda harcayarak) Ă‚hiret yurdunu iste; ama dunyadan da nasîbini unutma! AllĂ‚h ’ın sana ihsĂ‚n et-tiği gibi sen de (insanlara) iyilik et!” (el-Kasas, 77) buyrulmaktadır. Bu ilĂ‚hî tĂ‚limatta, insanın ukbĂ‚ saĂ‚detine nĂ‚il olabilmek icin dunyadan el etek cekmesi değil, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kendisine ihsĂ‚n ettiği nîmetleri O ’nun rĂ‚zı olduğu şekilde sarf ederek birer Ă‚hiret sermayesi hĂ‚line getirmesinin luzumuna dikkat cekilmiştir. Hak dostlarından Cuneyd-i BağdĂ‚dî Hazretleri bir gun buz satan birine rastlar. Satıcının;
“–Sermayesi erimekte olan insana yardım edin!” diye nidĂ‚ ettiğini duyunca şiddetle sarsılır ve ardından duşup bayılır.
Zira Asr Sûresi ’nde de ifĂ‚de buyrulduğu uzere insan, sermayesi gunbegun, anbean tukenip gitmekte olan bir ebediyet yolcusudur. Eğer dunya sermayesini îman ufkuyla Ă‚hiret sermayesine donuşturemez ise; dunyadaki gayretleri, şeytanların paylaşacakları nasipler olur. Bunun neti-cesi ise buyuk bir husran ve elîm bir azaptır.
VelhĂ‚sıl Hazret-i Osman ’ın buyurduğu uzere:
“Muhakkak ki dunya fĂ‚nî, Ă‚hiret ise bĂ‚kīdir. FĂ‚nî olan sizi şımartıp azdırmasın, bĂ‚kī olandan alıkoymasın. Siz, bĂ‚kīyi fĂ‚nî olana tercih ediniz. Zira dunya sonludur, donuş AllĂ‚h ’adır. Allah ’tan korkunuz.” (İbn-i Ebi ’d-DunyĂ‚, Mevsû‘a, I, 77)
AHİRET AZIĞI Hepimiz her an CenĂ‚b-ı Hakkʼın huzûruna doğru mesafe alan yolcularız. Fakat hicbir yolculuğa hazırlıksız ve azıksız cıkılmaz.
Peygamber Efendimiz, bir defasında Ebû Zer ’e:
“–Bir yolculuğa cıkmak istersen onun icin hazırlık yapar mısın?” diye sormuşlardı. Ebû Zer:
“–Evet yĂ‚ ResûlĂ‚llah.” diye cevap verdi. Efendimiz devamla:
“–Peki, kıyĂ‚met gunu yolculuğu nasıl olacak? Beni dinle; o gun sana yarayacak olanı soyleyeyim mi?” diye tekrar sordular. Ebû Zer buyuk bir heyecanla:
“–Evet yĂ‚ ResûlĂ‚llah! Anam ve babam yoluna fedĂ‚ olsun!” karşılığını verdi. Âlemlerin Efendisi bu defa şoyle buyurdular:
“–Yeniden dirilme gunu cok sıcak bir gundur. O gun ferahlamak icin şimdiden oruc tut! Kabir yalnızlığı icin gece karanlığında iki rekĂ‚t (teheccud) namazı kıl. KıyĂ‚metin buyuk hĂ‚diseleri icin bir kere haccet ve muhtĂ‚ca bir sadaka ver. Ya haklı yere bir soz soyle, yahut kotu bir soz soylemekten dilini alıkoy!” (İbn-i Ebi ’d-DunyĂ‚, KitĂ‚bu ’t-Teheccud; GazĂ‚lî, İhyĂ‚, I, 354)
CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyuruyor:
“Ey îmĂ‚n edenler! Allah ’tan korkun ve herkes yarına ne hazır-ladığına baksın. Allah ’tan korkun, cunku Allah, yaptıklarınızdan ha-berdardır.” (el-Haşr, 18)
CenĂ‚b-ı Hak bu Ă‚yet-i kerîmede Ă‚hiretten “yarın” diye bahsediyor. Yani kĂ‚firlere hic gelmeyecekmiş gibi, gĂ‚fillere ise cok uzakmış gibi gorunen kıyĂ‚met ve Ă‚hiretin vaktini, zaman ve mekĂ‚ndan munezzeh olan Rabbimiz, “yarın” kadar yakın bir zamanla ifĂ‚de buyuruyor.
Zaman mefhumunun ne kadar izĂ‚fî olduğunu da;
“…Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gun, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (el-Hac, 47) buyurarak haber veriyor.
Dolayısıyla, hakîkatte “yarın” kadar yakın bulunduğumuz, sonsuz hayat olan Ă‚hirette saĂ‚det mahsullerini derebilmek icin, bugun dunya tarlasına sĂ‚lih amel tohumlarını ekmekte gec kalmamalı, ihmalkĂ‚rlık goster-memeliyiz. Vaktimizi oyle guzel değerlendirmeliyiz ki, bize “Yarın ole-ceksin!” denilse bile, hayat programımızda herhangi bir değişiklik yapma ihtiyacı hissetmemeliyiz!
Şeyh SĂ‚dî-i ŞîrĂ‚zî ’nin şu îkazları ne kadar hikmetlidir:
“Âhiret azığını hayatında kendin tedĂ‚rik et! Cunku sen oldukten sonra akraba hırsa kapılır; senin rûhun icin hicbir iyilikte bulunmazlar.
Altını, nîmeti elinde iken bugun sen ver! Sen oldukten sonra bunlar elinden cıkar, sahip olamazsın! Iztırap cekmemek istersen, ıztırap cekenleri hatırından cıkarma! Bugun hazine elinde iken lĂ‚zım gelen yerlere cabuk dağıt, yarına bırakma! Cunku yarın anahtar elinden cıkmış olur. Azığını bugun sen kendin gotur. Oldukten sonra karından, cocuğundan şefkat bekleme!
Azığını obur dunyaya kendi goturen kimse, devlet topunu celmiş demektir. Sırtımı beni duşunerek ancak kendi tırnağım kaşır, başkası kaşımaz. Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy, verilecek yerlere ver! Veremezsen, yarın dişinle elinin arkasını ısırırsın.”
Ebediyet yolculuğunda lĂ‚zım olan en hayırlı azığımızı, Yuce Rabbimiz şoyle beyĂ‚n ediyor:
“…Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey muʼminler! Âhiret icin) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvĂ‚dır. Ey akıl sahipleri! Benʼden (yani emirlerime muhĂ‚lefetten) sakının.” (el-Bakara, 197)
CenĂ‚b-ı Hak, kullarıyla dost olmak istiyor. Dostluğuna ulaşmanın yollarını, ilĂ‚hî tĂ‚limatlarıyla tĂ‚rif ediyor.
Dostluk ise, muştereklikten kaynaklanır. CenĂ‚b-ı Hak ’la dost olmak icin; O ’nun sevdiğini sevmek, sevmediklerini de terk etmek şarttır. Âhirete goturulecek en kıymetli azık olan “takvĂ‚” da AllĂ‚h ’ın sevdiği guzel vasıflarla vasıflanıp O ’nun sevmediği cirkin vasıflardan titizlikle sakınma hassĂ‚siyetidir. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın dostluğuna nĂ‚iliyet icin, O ’na takvĂ‚ hassĂ‚siyetiyle tezyîn edilmiş selîm bir kalp goturebilmek îcĂ‚b eder.
Bu hakîkatten hareketle MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri Mesnevî ’sinde şoyle der:
“CenĂ‚b-ı Hakk ’ı dost edinmek istersen, şunu iyi bil ki, dostların yanına eli boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer.
CenĂ‚b-ı Hak Mahşer gununde kullarına;
«–KıyĂ‚met gunu icin ne armağan getirdiniz?» diye soracak ve ardından;
«–Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtac bir hĂ‚lde geldiniz. Haydi soyleyin bakalım; kıyĂ‚met gunu icin ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dunyadan Ă‚hirete donmek ve AllĂ‚h ’ın huzûruna cıkmak umidi yok muydu? Kur ’Ă‚n ’ın kıyĂ‚met hakkındaki haberi, size boş mu gorunmuştu?» buyuracak.
Ey ahsen-i takvîm, yani en guzel vasıfta yaratılan insan! KıyĂ‚met gununu inkĂ‚r etmiyorsan, O Dost ’un kapısına boyle eli boş olarak nasıl ayak atıyorsun? Bu fĂ‚nî Ă‚lemde uykuyu ve yemeyi-icmeyi azalt da, CenĂ‚b-ı Hak ’la buluşacağın zaman icin bir hediye hazırla!”
VelhĂ‚sıl CenĂ‚b-ı Hakk ’a goturulecek en guzel hediye, Oʼnun cemĂ‚lî esmĂ‚sının tecellî hĂ‚linde olduğu, munevver, musaffĂ‚ ve latîf bir gonul aynasıdır.
AHİRETE İMANIN FAYDALARI Dunyanın fĂ‚nî, Ă‚hiretin ise ebedî olduğu şuuruyla yaşayan bir mu ’min; dunyaya gonlunu kaptırmaz, fĂ‚nî nîmetlerin ilĂ‚hî bir imtihan vesîlesi olduğunu duşunur ve butun nîmetleri AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sı istikĂ‚metinde kullanır. Yani Ă‚hiret endişesi ve olume hazırlık gayreti, kulun istikĂ‚metini duzeltici bir tesir icrĂ‚ eder. Nitekim;
“Biz, cetin ve belĂ‚lı bir gunde Rabbimiz ’den (O ’nun azĂ‚bına uğ-ramaktan) korkarız.” (el-İnsĂ‚n, 10) diyen bir mu ’minin gunahlardan uzaklaşacağı ve sĂ‚lih amellere daha cok rağbet edeceği Ă‚şikĂ‚rdır.
GĂ‚fil bir insan ise Ă‚hiret endişesinden uzak, keyfince bir hayat ya-şar. Nefsinin hevĂ‚sına mağlûptur da farkında bile değildir. SefĂ‚letini saĂ‚det zanneder. Kabirde ve Ă‚hirette kendisini bekleyen nice korkunc saf-ha hic yokmuşcasına, dehşetli bir rehĂ‚vet icinde omur tuketir.
HĂ‚lbuki hicbir vĂ‚kıa, onu yok saymakla yok olmaz. Nitekim, olumden, Ă‚hiretten ve Allah ’tan kacanların kurtulduğuna dĂ‚ir bir haber aslĂ‚ duyulmamıştır. Olumden kuru kuruya korkmanın da ecele bir faydası ol-duğunu goren olmamıştır.
Olum ve Ă‚hiret gerceği, kendisini inkĂ‚r edenlerin de bir gun muhakkak karşısına cıkıverir. Gaflet ehlinin bugunku yalancı saĂ‚detleri ve sahte kahkahaları, o gun ağır bir husran ve can yakıcı bir pişmanlığa donuşur.
Âhirete îman, akl-ı selîm sahibi her insana, bir gun dunya ile alĂ‚kasının kesileceğini, hayır veya şer nĂ‚mına ne yapmışsa onlarla baş başa kalacağını, musbet-menfî butun amellerinin karşılığını eksiksiz goreceğini duşundurur. Yani olumu ve Ă‚hireti tefekkur etmek; şuurlanmaya, dunyaya gonul kaptırmamaya, hĂ‚l ve tavırlara cekiduzen vermeye, gunahlardan daha cok el cekmeye vesîle olur.
Varlık ve bolluk icindeyken olumu duşunmek, kulu zenginliğin Ă‚fetlerinden korur. Fakr u zarûret icindeyken olumu tefekkur etmek; kanaat, rızĂ‚, hamd ve şukur ile gonul huzuruna kavuşmaya vesîle olur.
İnsan icin en buyuk imtihan ve en dehşetli musîbet, olumdur. Ama ondan daha kotu olanı, olum ve sonrasından habersiz yaşamak, bunu hatırından uzak tutmak ve Hakk ’a lĂ‚yık ameller işleyemeden omur sermayesini tuketmektir. Aklı başında bir insana yakışan; olum gelmeden evvel ona hazırlanmak, bunun icin de evvelĂ‚ nefsini kotu huylardan arındırmaktır.
Zira ilĂ‚hî olculerle terbiye edilmemiş ham bir nefis, fĂ‚nîliği ve olumu hicbir zaman kabul etmek istemez. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî g nefis hakkında şoyle buyurur:
“Nefis nasıl Musluman olur ki?! O kufrun anasıdır. Şeytan bile nefis yuzunden kĂ‚fir olmuştur.”
Yani bir kimsede nefis dizginlenip arzu ve ihtirasları asgarîye indirilmediği takdirde, kişinin olum ve sonrasını tefekkur etmesine fırsat vermez ve son nefeste nefsĂ‚niyet rûhĂ‚niyete gĂ‚lip gelerek -Allah korusun- kişinin îmansız gitmesine sebep olabilir.
Bu buyuk tehlikeden kurtulabilmek icin nefsin muhakkak tezkiye ve terbiye edilmesi, rûhun da ibadetler ve AllĂ‚h ’ın zikri ile kuvvetlendi-rilmesi şarttır.
Şeyh SĂ‚dî g olmeden evvel nefsi terbiye etmenin luzûmuna şoyle işaret eder:
“Ey kardeş, sonunda toprak olacaksın! Toprak olmadan once toprak gibi mutevĂ‚zı olmaya bak!”
AHİRET İNANCININ İNSANA KAZANDIRDIKLARI Resûlullah Efendimiz buyurur:
“AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune îman eden kimse, komşusunu rahatsız etmesin! AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune îman eden kimse, misafirine ikram etsin! AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune îman eden kimse, ya faydalı soz soylesin veya sussun!” (BuhĂ‚rî, NikĂ‚h 80, Edeb 31, 85, Rikāk 23; Muslim, ÎmĂ‚n 74, 75)
Bu nebevî tĂ‚limatlara kulak ve gonul veren bir mu ’min, insanlar arasındaki munĂ‚sebetlerini de dĂ‚imĂ‚ rahmet, nezĂ‚ket, zarĂ‚fet, edep, hurmet ve kul hakkına riĂ‚yet olculeriyle gercekleştirir.
Yine Ă‚hiret inancı, kalplerde mes ’ûliyet duygusunu kuvvetlendirir. Vazife ve sorumluluklarını titizlikle îfĂ‚ edebilme gayreti meydana getirir. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın devamlı kendisini gorduğunu, yapıp ettiklerinin surekli kayıt altına alınmakta olduğunu ve Ă‚hirette dunya hayatından hesĂ‚ba cekileceğini bilen bir insan, kimsenin gormediği yerlerde bile yanlış hareketler yapmaktan sakınma hassĂ‚siyeti kazanır. BilĂ‚kis fĂ‚nîlerin nazarlarından gizli ve tenhĂ‚ yerlerde yapılan sĂ‚lih amellerin, “ihlĂ‚s” sırrına daha muvĂ‚fık olduğu duşuncesiyle, boyle zaman ve zeminleri CenĂ‚b-ı Hakk ’ın rızĂ‚sını tahsil icin mustesnĂ‚ bir fırsat olarak gorur. Boylece gizli-Ă‚şikĂ‚r her hĂ‚line îtimĂ‚d edilen temiz bir insan hĂ‚line gelir.
Diğer taraftan Ă‚hiret; hem zĂ‚limler hem de mazlumlar, hem fĂ‚sıklar hem de sĂ‚lihler icin mevcûdiyeti zarurî bir Ă‚lemdir. Zira iyilerin mukĂ‚fĂ‚ta nĂ‚il, kotulerin de cezĂ‚ya dûcĂ‚r olmalarından daha tabiî bir şey olamaz. Nitekim bu fĂ‚nî Ă‚lem şartlarında dahî iyilerin başını sokacağı yerler ve kotulerin de icine konulacağı zindanlar olmasaydı, hayat cekilmez hĂ‚le gelirdi!
Sırf bu hikmet dolayısıyla bile Ă‚hiret yurdunun mevcûdiyetine îman zarurîdir.
İnsanoğlu kendi vucûdunu ısıran bir sineğe bile kızıp onu cezalandırmak istemekte, diğer taraftan da bir kahvenin hatırını kırk yıl saymakta değil midir? Dolayısıyla kendisinden bir omur boyu sĂ‚dır olan musbet ve menfî davranışların Allah indinde karşılıksız kalacağını zannetmek kadar abes bir duşunce olamaz. Zira bu dunyada zĂ‚limin zulmu, mazlumun Ă‚hı; kĂ‚firin kufru, mu ’minin de îmĂ‚nı vardır.
Şayet bunların mukĂ‚fat ve mucĂ‚zĂ‚tı olmasaydı, butun mevcudĂ‚tı insanın emrine Ă‚mĂ‚de kılan ilĂ‚hî program mĂ‚nĂ‚sız kalır, insanın yaratılışı abes olur ve bu da CenĂ‚b-ı Hakk ’ın “el-Adl” ve “el-Hakîm” esmĂ‚sıyla tezat teşkil ederdi. HĂ‚lbuki Hak TeĂ‚lĂ‚ butun noksanlıklardan munezzeh olduğu gibi kullarına karşı haksızlıkta bulunmaktan da, abes ve hikmetsiz bir fiil, irĂ‚de ve tasarrufta bulunmaktan da munezzehtir.
Nitekim CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“Goğu, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri Biz boş yere yaratmadık. Bu, inkĂ‚r edenlerin zannıdır. Vay o inkĂ‚r edenlerin ateşteki hĂ‚line! Yoksa Biz, îman edip de sĂ‚lih ameller işleyenleri, yeryuzunde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah ’tan) korkanları, yoldan cıkanlar gibi mi sayacağız?” (SĂ‚d, 27-28)
“Yoksa kotuluk işleyenler, olumlerinde ve sağlıklarında kendilerini, îmĂ‚n edip sĂ‚lih amel işleyen kimselerle bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kotu hukum veriyorlar? Allah, gokleri ve yeri, yerli yerince yaratmıştır. Boylece herkes kazancına gore karşılık gorur. Onlara haksızlık edilmez.” (el-CĂ‚siye, 21-22)
Yani CenĂ‚b-ı Hak Ă‚hirette, ilĂ‚hî adĂ‚letiyle kotuleri cezalandırır, iyileri de mukĂ‚fatlandırır. Kur ’Ă‚nî ifĂ‚deyle;
“Kim zerre ağırlığınca iyilik yapmışsa onu gorur. Kim de zerre ağırlığınca kotuluk yapmışsa onu gorur.” (ez-ZilzĂ‚l, 7-8) Lokman Sûresi ’nde de şoyle buyrulur:
“Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kotuluk), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın icinde veya goklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri gorup bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (LokmĂ‚n, 16)
Ayrıca kalbinden Ă‚hiret fikri, Allah korkusu ve muhabbeti silinen insanlar; şahsî maksat ve menfaatlerine perestiş edeceklerinden, onların, bu Ă‚lemin en zararlı unsurları hĂ‚line gelecekleri şuphesizdir. Bu tur insanlar nazarında; dînî, vicdĂ‚nî ve ulvî mes ’ûliyetler, vatan ve millet sevgisi, umûmun maslahatı, toplumun menfaati gibi yuksek duygular, gayet gulunc şeylerdir. O gĂ‚filler icin yegĂ‚ne ustunluk ve meziyet, insan aldatmaktan ibĂ‚rettir.
Bir Ă‚yet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak, Ă‚hirete inanmayanların şahsiyet ve karakter bozukluklarına bir misal sadedinde şoyle buyurmaktadır:
“Ey îmĂ‚n edenler! Sakın sizler de, AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune inanmadığı hĂ‚lde insanlara gosteriş icin malını dağıtan kimse gibi, başa kakmak ve gonul kırmak sûretiyle sadakalarınızı boşa cıkarmayın!” (el-Bakara, 264)
Dolayısıyla, insanlardaki din ve Ă‚hiret fikrini zayıflatmak, toplumları helĂ‚ke surukleyecek olan son derece tehlikeli bir teşebbustur. Uzak ve yakın tarihte bunun misallerine cokca tesaduf edilmiştir.
Şunu da ifĂ‚de etmek lĂ‚zımdır ki; Ă‚hirete îmĂ‚n eden ve hayatını ona gore tanzim eden mu ’minlerde, son nefesi îmĂ‚n selĂ‚metiyle verip vere-meme endişesi olsa da “olum korkusu” olmaz. AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sını elde etme ve ebedî huzura ulaşma ideali, insanda hayatı dolu dolu yaşama gayretine yol acar. Ayrıca dunyanın gelgec cile ve ıztıraplarına karşı da tahammul gucu verir. Zira gecici dunya lezzetleri, insanın rûhunu aslĂ‚ tatmin edemez. Rûhun huzuru, îmĂ‚nın kazandıracağı ulvî zevklerde ve mĂ‚nevî hazlardadır.
Nitekim bircok Ă‚yette olum ve Ă‚hiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” mĂ‚nĂ‚sındaki “likā” (likāullah, likāu ’l-Ă‚hira) kelimesiyle ifĂ‚de edilmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Kim AllĂ‚h ’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki AllĂ‚h ’ın tayin ettiği o vakit elbet gelecektir. O, her şeyi işiten ve bilendir.” (el-Ankebût, 5)
Yani her ne kadar olum, geride kalanlar icin acı ve hasret dolu bir ayrılık ise de, îmanlı gonuller icin rûhun ten kafesinden kurtuluşunu, fĂ‚nîlikten ebedîliğe, gurbetten sılaya vuslatını temin eden bir vesîledir. Ayrıca, kendisine Ă‚it olduğumuz AllĂ‚h ’a tekrar yuz akıyla ve vicdan huzuruyla geri donebilme gayreti olmadan, bu hayatta gercek bir başarıdan da bahsedilemez. Âhirete inanmayan kimseler hakkında Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de şoyle buyrulmaktadır:
“Kim AllĂ‚h ’a karşı yalan uydurandan daha zĂ‚lim olabilir? Onlar (kıyĂ‚met gununde) Rab ’lerine arz edilecekler, şahitler de: «İşte bunlar Rab ’lerine karşı yalan soyleyenlerdir!» diyecekler. Bilin ki, AllĂ‚h ’ın lĂ‚neti zĂ‚limlerin uzerinedir! Onlar, (insanları) AllĂ‚h ’ın yolundan alıkoyan ve onu eğri gostermek isteyenlerdir. Âhireti inkĂ‚r edenler de onlardır.” (Hûd, 18-19)
“AllĂ‚h ’ın huzûruna cıkmayı yalanlayanlar, gercekten ziyana uğramıştır. Nihayet onlara kıyĂ‚met vakti ansızın gelip catınca, onlar, gunahlarını sırtlarına yuklenerek diyecekler ki: «Dunyada iyi amelleri terk etmemizden dolayı vah bize!» Dikkat edin, yuklendikleri şey ne kotudur!” (el-En‘Ă‚m, 31)
“Ey îmĂ‚n edenler! AllĂ‚h ’a, Peygamber ’ine, Peygamber ’ine indirdiği KitĂ‚b ’a ve daha once indirdiği kitĂ‚ba îman(da sebat) ediniz. Kim AllĂ‚h ’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyĂ‚met gununu inkĂ‚r ederse tam mĂ‚nĂ‚sıyla sapıtmıştır.” (en-NisĂ‚, 136)
ALLAH KULUNU HUZÛRUNA NASIL DAVET EDİYOR? CenĂ‚b-ı Hak, kullarını DĂ‚ru ’s-SelĂ‚m ’a, yani selĂ‚met ve saĂ‚det yurdu olan Cennet ’e davet ediyor. Tabiî ki her davetin bir kabul şartı, her nîmetin de bir bedeli vardır. Cennet ’e ancak tertemiz, mucellĂ‚, musaffĂ‚, pĂ‚k ve latîf bir kalple girilebilir. Bu gonul sĂ‚fiyeti, Ă‚deta Cennet ’e giriş vizesidir. Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:
“Allah TeĂ‚lĂ‚ sizi dunyaya temiz olarak gonderdi; siz de Oʼnun huzûruna kirli olarak gitmeyiniz!”
İnsan doğduğu zaman, bulanık bir me ’hazdan geldiği hĂ‚lde, mis gibi kokar; gozlere aydınlık, gonullere ferahlık verir. Bu, onun mĂ‚sumiyet ve gunahsızlığının getirdiği bir letĂ‚fetin eseridir. CenĂ‚b-ı Hak bizim de, dun-yaya gonderildiğimiz gibi tertemiz kalmamızı, nezih bir hayat yaşayıp le-kesiz bir amel defteriyle, yine tertemiz bir kalple kendisine donmemizi istiyor.
Zira bir letĂ‚fet diyĂ‚rı olan Cennet ’e gunahların kesĂ‚fetiyle girilemez. Gunahlar, kalbi karartan lekelerdir. Bu lekelerin coğalması; gonul gozunun kapanmasına ve neticede haramlardan sakınma hassĂ‚siyetinin kaybolmasına sebebiyet verir. Omer bin Abdulazîz Hazretleri buyurur ki:
“Haramlar bir ateştir. Ona ancak kalbi oluler uzanır. Eğer el uza-tanların kalpleri diri olsaydı, o ateşin acısını muhakkak duyarlardı.” Demek ki gunahlarla kararıp mĂ‚nen olu hĂ‚le gelen kalpler, hakîkat nûruna Ă‚mĂ‚ kesilirler. Nitekim Ă‚yet-i kerîmelerde buyrulur:
“…Gercek şu ki, gozler kor olmaz; lĂ‚kin goğusler icindeki kalpler (kalp gozleri) kor olur.” (el-Hac, 46)
“Bu dunyada (gaflete dalmak sebebiyle) kalbi kor olan (yani ilĂ‚hî hakîkatlerin uzağında kalan), Ă‚hirette de kor ve daha şaşkındır.” (el-İsrĂ‚, 72)
“Her kim Benʼim zikrimden (Kur ’Ă‚n ’dan) yuz cevirirse, mutlakĂ‚ ona dar bir gecim vardır. Bir de onu kıyĂ‚met gununde kor olarak haşrederiz.” (TĂ‚hĂ‚, 124)
“O da şoyle der:
«‒Rabbim! Dunyada goren bir kimse olduğum hĂ‚lde, nicin beni kor olarak haşrettin?»” (TĂ‚hĂ‚, 125)
“(Allah) buyurur ki: «İşte boyle. Cunku sana Ă‚yetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun (ilĂ‚hî hakîkatlere Ă‚mĂ‚ kesildin). Bugun de aynı şekilde sen unutuluyorsun!»” (TĂ‚hĂ‚, 126)
VelhĂ‚sıl icinde yaşadıkları ilĂ‚hî imtihan dershĂ‚nesinde alık ve abus bir cehreyle dolaşanların dunyada gĂ‚filce oynadıkları korebe oyunu, Ă‚hirette ebedî bir korluğe donuşecektir.
ALLAH ’IN EN COK KIYMET VERDİĞİ ŞEY CenĂ‚b-ı Hakk ’ın davet ettiği Cennet ’in yolunu ise kalp gozu gunah karanlıklarıyla korelmiş olanlar bulamazlar. Bu itibarla, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın huzuruna temiz bir kalp goturmemiz şarttır. Nitekim Ă‚hirette kula fayda sağlayacak husûsun da ancak bu olduğunu, Resûlullah Efendimiz şoyle haber vermişlerdir:
“Allah TeĂ‚lĂ‚ sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlĂ‚s ve takvĂ‚ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Muslim, Birr, 34)
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’e baktığımızda, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın, kullarını huzûruna kalb-i selîm, kalb-i munîb ve nefs-i mutmainne ile davet ettiğini goru-yoruz. Bunları biraz acmak gerekirse:
Kalb-i selîm; nefsĂ‚nî temĂ‚yullerden ve onların tasallutundan ko-runmuş veya gunahların kasvetinden arındırılmış tertemiz bir kalptir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(İnsanların dirileceği) o gun, ne mal fayda verir, ne de evlĂ‚t. Ancak AllĂ‚h ’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler mustesnĂ‚.” (eş-ŞuarĂ‚, 88-89)
Yani kul, ebedî kurtuluşu icin, Ă‚hiretin tarlası olan bu fĂ‚nî cihanda, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın en cok kıymet verdiği şeyi, yani kalb-i selîmi kazanmaya gayret etmelidir.
Kalb-i selîme nĂ‚iliyet icin de oncelikle aşk ile yaşanan bir îmĂ‚nın kalbe yerleşmesi şarttır. Cunku ancak bu sĂ‚yede ibadetler kalp ve beden Ă‚hengi icerisinde ve huşû uzere îfĂ‚ edilebilir. Bu kıvamda îfĂ‚ edilen ibadetler de ruh icin bir vitamin mesabesindedir.
Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın, kuluna temiz fıtratıyla birlikte ihsĂ‚n ettiği ve on-dan muhafazasını talep ettiği selîm kalbe ise ancak “tezkiye-i nefs” ve “tasfiye-i kalp” denilen tasavvufî terbiye usûlleriyle ulaşılabilir.
CenĂ‚b-ı Hak, kalb-i selîme sahip olan hakikî mu ’minlerin vasıflarından birkacını şoyle haber veriyor:
“…(Gercek) mu ’minler iseniz Allah ’tan korkun, aranızı duzeltin, Allah ve Resûl ’une itaat edin! Mu ’minler ancak, Allah anıldığı zaman yurekleri titreyen, kendilerine AllĂ‚h ’ın Ă‚yetleri okunduğunda îmanlarını artıran ve yalnız Rab ’lerine dayanıp guvenen kimselerdir.
Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) infĂ‚k eden kimselerdir. İşte onlar gercek mu ’minlerdir. Onlar icin Rab ’leri katında nice dereceler, bağışlanma ve tukenmez bir rızık vardır.” (el-EnfĂ‚l, 1-4)
Kalb-i munîb ise, dĂ‚imĂ‚ Hakk ’a yonelen, her hĂ‚lukĂ‚rda hakkı ve hayrı bulan bir kalptir. Bu kalp, hayır ile şerri net olarak ayırt eden, bir pusula gibi dĂ‚imĂ‚ Hakk ’ın rĂ‚zı olduğu istikĂ‚meti gosteren, her fırsatta Allah rızĂ‚sını arayan bir kalptir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İşte size vaad edilen Cennet! Ki o, AllĂ‚h ’a yonelen, emirlerine riĂ‚yet eden, goremediği hĂ‚lde Rahman ’dan korkan ve «kalb-i munîb» (AllĂ‚h ’a yonelmiş bir kalp) ile gelen kimselere mahsustur.” (Kāf, 32-33)
Nefs-i mutmainne de CenĂ‚b-ı Hakk ’ın emirlerine lĂ‚yıkıyla uyup, men ettiklerinden titizlikle sakınmak sûretiyle mĂ‚nevî hastalıklardan kurtulmuş, hakikî ve kuvvetli bir îman ile de huzur, sukûn ve itmi ’nĂ‚na kavuşmuş bir nefstir. Kalp, zikrullah bereketiyle şuphe ve tereddutlerden arınmış, her an şukur ve senĂ‚ hĂ‚lindedir.
Bu mertebede kotu ve cirkin vasıflar, yerini guzel ahlĂ‚ka terk etmiş-tir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkil eden ve butun beşeriyete numûne olan Hazret-i Peygamber ’in yuk-sek ahlĂ‚kı, tĂ‚rifsiz bir zevk ile guzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi; sabır, tevekkul, teslîmiyet ve rızĂ‚ ile taclanmıştır.
SĂ‚mi Efendi Hazretleri şoyle buyurur:
“Hakîkî mĂ‚nĂ‚da İslĂ‚m ’a girebilmek, nefs-i emmĂ‚reyi bertaraf etme-ye ve ilĂ‚hî emirlere tĂ‚bî olmaya bağlıdır. BinĂ‚enaleyh, nefs-i mutmainneye ermeden evvel, yalnız kalbî tasdîk ile meydana gelen İslĂ‚m ’a, «İslĂ‚m-ı mecĂ‚zî» derler. Nefs, mutmainne makĂ‚mına erdikten sonra olan îmĂ‚na da, îmĂ‚n-ı hakîkî denir.”
Bu makamda gozleri perdeleyen beşerî kesĂ‚fet yok olmuş, latîf duygularla hakîkat nûru zuhûr etmiştir. Bu sebeple:
“Ey itmi ’nĂ‚na ermiş (itaatkĂ‚r) nefs!” (el-Fecr, 27) şeklindeki iltifatkĂ‚r hitĂ‚b-ı ilĂ‚hîye mazhariyet nasîb olmuştur. Ki bu nefs, Ă‚yet-i kerîmede buyrulduğu uzere Rabbinden dĂ‚imĂ‚ rĂ‚zı olduğundan, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın da rızĂ‚sını, hoşnutluğunu kazanmıştır. (Bkz. el-Fecr, 28)
ALLAH KULLARINA NEDEN ZENGİNLİK VE FAKİRLİK VERİR? Hazret-i Enes ’ten rivĂ‚yet edilen bir hadîs-i kudsîde şoyle buyrulmaktadır:
“Bazı mu ’min kullarımı ancak zenginlik sağlam (bir Musluman) eyler. Onu fakir etsem, bu durum onu ifsĂ‚d eder. Bazı mu ’min kullarımı da fakirlik sağlam tutar. Ona rızkı bol versem bu durum onu ifsĂ‚d eder.
Bazı mu ’min kullarım, kullukta bir derece ister. Fakat Ben, ucba girmesin, boylece kendini beğenmesi onu ifsĂ‚d etmesin diye, bu isteğini ona vermem. Bazı mu ’min kullarımın îmĂ‚nını ancak sıhhat sağlam tutar; onu hasta etsem bu durum onu ifsĂ‚d eder. (RĂ‚vî der ki: Zannediyorum şunu da dedi

Bazı mu ’min kullarımın îmĂ‚nını ancak hastalık korur. Onu sıhhatli etsem bu durum onu ifsĂ‚d eder. Ben kullarımın işlerini, kalplerine dĂ‚ir ilmimle tedbir ederim. Ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdĂ‚r olanım.” (Beyhakî, el-EsmĂ‚ ve ’s-Sıfat, s. 122)
Bu hadîs-i kudsîde verilen mesajları madde madde ele alacak olursak:
1) “Bazı mu ’min kullarımı ancak zenginlik sağlam (bir Musluman) eyler (onun îmĂ‚nını korur); onu fakir etsem, bu durum onu ifsĂ‚d eder:
CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurmaktadır:
“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde «Rabbim bana ikram etti» der.” (el-Fecr, 15)
“Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise (isyĂ‚na duşerek) «Rabbim beni onemsemedi» der.” (el-Fecr, 16)
Yani bazı kullar, bollukta şukreder de darlıkta şukur hĂ‚lini kaybederler. HĂ‚lbuki makbul olan; zenginlikte de fakirlikte de hamd, şukur ve rızĂ‚ hĂ‚lini muhĂ‚faza ederek kalbî muvĂ‚zeneyi korumaktır. RivĂ‚yet edilir ki:
“KıyĂ‚met gununde zengin bir kul getirilir. Allah TeĂ‚lĂ‚ ona:
«–Seni Bana kulluktan alıkoyan ne idi?» buyurur. O zengin:
«–YĂ‚ Rabbi! Malımın cokluğu beni meşgul etti.» der. CenĂ‚b-ı Hak, Hazret-i Suleyman ’ı (a.s.) misal getirerek:
«–Sen Suleyman kulumdan da mı zengin idin? Onu niye mulku o kadar meşgul etmedi?» buyurur.” (Bkz. Bursevî, Rûhuʼl-BeyĂ‚n, IV, 258; Beyhakî, Şuabu ’l-ÎmĂ‚n, V, 202-203)
Kalbin sanatı; mal ve mulku CenĂ‚b-ı Hakkʼın rızĂ‚sı istikĂ‚metinde kullanabilmektir.
Kalbini dunyanın kasası yapmayan şukur ehli comert zenginler ile kanaatkĂ‚r, sabırlı ve haysiyetli fakirler, insanlık şerefinde ve ilĂ‚hî rızĂ‚da beraberdirler.
Fakirliği de zenginliği de yaşamış olan Hazret-i Ebûbekir ve Abdurrahman bin Avf her iki hĂ‚le de en guzel misaldir. Ancak İslĂ‚m ’da, kibirli ve hasis zenginler ile kendisine takdîr edilene sabredemeyip isyanda bulunan fakirlerin de zemmedildiği unutulmamalıdır.
2) Bazı mu ’min kullarımı da fakirlik sağlam tutar (îmĂ‚nını korur); ona rızkı bol versem bu durum onu ifsĂ‚d eder:
SĂ‚lebe ve KĂ‚run bunun en bĂ‚riz iki misĂ‚lidir. Fakirken sĂ‚lih birer muʼmin hayatı yaşayan bu insanlar, muazzam nîmetlerle imtihan edildiklerinde, bunu kaldıramamış, şımarıp azgınlaşmış, neticede ebedî bir husrana dûcĂ‚r olmuşlardır.
Ayrıca, sıkıntılı zamanlarda CenĂ‚b-ı Hakk ’a devamlı ilticĂ‚ ederken, ferahlığa kavuşmasıyla hĂ‚l ve tavırlarını değiştiren kimselerin durumu, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de şoyle nakledilmektedir:
“Sizi karada ve denizde gezdiren O ’dur. HattĂ‚ siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de icindekileri tatlı bir ruzgĂ‚rla alıp goturdukleri ve (yolcular) bu yuzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip catar, her yerden onlara dalgalar hucum eder ve onlar cepecevre kuşatıldıklarını anlarlar da dîni yalnız AllĂ‚h ’a hĂ‚lis kılarak; «Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlakĂ‚ şukredenlerden olacağız.» diye AllĂ‚h ’a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine hak-sız yere taşkınlık ediyorlar...” (Yûnus, 22-23)
Yani bazı kulların icinde bulundukları fakr u zarûret hĂ‚li, Ă‚hiret penceresinden bakıldığında, aslında kendileri icin bir rahmet vesîlesidir