Deizm nedir? Deist kimdir? Deistlerin en cok merak ettiği ve en cok sorduğu sorular hangileridir? İnsanları deizme iten sorular nelerdir? İşte deist ve ateistlerin en cok sorduğu sorular ve cevapları...Deistlerin cevaplayamadığı ve en cok sorduğu soruların cevaplarını sizin icin hazırladığımız icerikde bulabilir ve okuyabilirsiniz...

"Aklın Cinneti Deizm" eseri deistlerin "Allah her şeyi bildiği hĂ‚lde neden bizi yarattı?, Allah niye imtihan ediyor?, Kaderde cennete ve cehenneme gideceğimiz belliyse neden ibĂ‚det ediyoruz?" gibi akılları bulandıran sorularına ve daha fazlasına tumuyle cevap veriyor.
VESVESE GİRDABINDA SUALLER İnternette ve medyada, bir akademik araştırmadan(1) kaynaklı olarak, deizm ve ateizmle alĂ‚kalı bir grup sual dolaşmaktadır. Bunlardan bazıları, oteden beri KelĂ‚m Ă‚limlerince cevaplandırılan, vesveseye kapılmış bir akla takılabilecek suallerdir. Fakat bazıları pek cocuksu ve tabiri cĂ‚iz ise sacma sorulardır. Cevap verilmek icin ciddiye alınmayacak lĂ‚kırdılardır.
Bu tarz iddiaları, curutmek icin de olsa dile getirmek ve satırlara dokmek, mu ’min bir kalbe girĂ‚n gelmektedir.
LÂkin;
Zihni bulanmış olanlara; hayırlı tebliğler, tefekkure hayat verici telkinler, zehirli şuphe ve vesveseleri giderici, tedavi edici îzahlarda bulunmak, cok luzumlu vazifelerdir.
Bunları bizzat aktarmanın yanında; mecmûa, kitap gibi yazılı yahut sesli ve goruntulu bir şekilde muhataplarına ulaştırmak, gunumuzde ne kadar muhim hizmetlerdir. Emr-i bi ’l-mĂ‚rûfun şubeleridir.
Devrimiz, cĂ‚hiliyyenin cok kuvvetli olduğu hem inkĂ‚r cereyanlarının hem de dalĂ‚let / sapık fikir cereyanlarının her tarafta neşredilmeye calışıldığı bir devirdir.
Bu sebeple, bu suallerin bazılarına cevaplar verelim:
Bunların muhim bir kısmı, kader meselesiyle alĂ‚kalı suallerdir.
Kader ise, insan idrĂ‚kinin ustunde olan, teslîmiyetle yaklaşılması gereken bir husustur. Teslîmiyetle yoluna devam edemeyenler ya kaderi inkĂ‚r ya iradeyi inkĂ‚r bataklığına duşerler. Yahut da -hĂ‚şĂ‚- sonsuz ilim ve kudretinden dolayı
CenĂ‚b-ı Hakk ’ı suclamaya kalkmak gibi bir dalĂ‚lete ve yanlışa savrulurlar.
CenĂ‚b-ı Hak, sonsuz ilim ve kudret sahibidir. Rabbimiz, beşerî sıfatlardan munezzehtir. Dolayısıyla, biz istikbĂ‚li bilmeyiz, fakat CenĂ‚b-ı Hak icin gayb O kullarının Ă‚kıbetlerini de bilir. CenĂ‚b-ı Hak, kullarını imtihan etmektedir ve onların bu imtihanda elde edecekleri neticelerle onları Hesap Gunu ’nde cennete yahut cehenneme sevk edecektir. Bu iki hakikati, zihinde birleştiremeyenler, Rabbimiz ’i bir beşer gibi değerlendirme hatasına duşerek, matematiksiz bir yorumla, sadece tek taraflı ve mantıksız suallere kapılırlar. Aslında tamamen kendini alĂ‚kadar ettiği ve kotu Ă‚kıbetin ancak kendisini perişan edeceği hĂ‚lde ne yazık ki yuce meseleleri, sırf kendisine yuk getirdiğinden fakat buna rağmen o mes ’ûliyetleri karşısında lĂ‚kayt bir tembel ve duyarsız, hissiz ve şuursuz bir varlık olarak yaşayabilmek, yani insanken insanlık dışı bir kotu yapıya keyfince dalmak icin tuhaf saplantılar sergilerler. MeselĂ‚:
“–Allah bizim cennete ve cehenneme gireceğimizi biliyorsa, neden bizi imtihan ediyor?” derler. Ya da;
“–Allah her şeyi bildiği hĂ‚lde neden bizi yarattı?” derler. Duşunmezler ki;
Kendileri karne adında, diploma adında en basit bir kĂ‚ğıt parcasını vermek icin eğitim deyip yıllarca imtihan ustune imtihan etmekteler. Tembelin kalacağını, calışkanın gececeğini bildikleri icin boyle yapmaktalar. Sonra bir işe alacaklarında da, ancak yığınla imtihanların başarı olcusune gore verilen diplomayı sormaktalar. Yoksa, kapıdan geri cevirmekteler.
Şimdi;
Şu olsun bu olsun, tum dunyada boyle bir nizĂ‚m ile hareket eden bir insanın, aynı şekilde Rabbi tarafından imtihan edilip ona gore bir diploma ve gidiş yeri belirlemesine itiraz mantığı uretmesi, kendi kendisine aptal demesidir.
Kendisi;
Herkese kurduğu imtihan ve diploma sistemine gore mahrumiyet veya nĂ‚iliyet yaşatırken AllĂ‚h ’ın boyle yapmasını hangi mantıkla yanlış bulabilir? İmtihana gore değil de rastgele olsaydı hukumler, yani yok yere kendini doğrudan cehennemde bulsaydı, o zaman şoyle sormayacak mıydı:
“Allah beni niye imtihan etmedi?” Bunu soracaktı ve şunu demeyecekti: “Allah ilm-i ezelîsi ile benim cehennemlik olduğumu bilir. İmtihan etmesine gerek yoktur.” Bu suallerdeki «bildiği hĂ‚lde niye» vurgusunun cevabı budur. Allah TeĂ‚lĂ‚, insanları imtihan ederken, onların asla itiraz edemeyecekleri şahitler ve deliller tespit ettirir. Melekler şahittir, amel defterleri kayıtları tutmaktadır. HattĂ‚ uzuvlar, eller, ayaklar şahitlik edecektir. MekĂ‚nlar şahitlik edecektir. Ayrıca insanın kendi vicdĂ‚nı da kendi hukmu hususunda, itirafcı olacaktır.
CenĂ‚b-ı Hak, kimseyle mukayese edilemez. LĂ‚kin anlaşılması icin şoyle bir teşbih yapılabilir:
Tecrubeli bir muallim, bir talebesine;
“Calışmazsan sınıfta kalırsın!” dedikten sonra imtihanlar başlar ve talebe gercekten sınıfta kalır. Talebenin muvaffakiyetsizliğinin sebebi, muallimin îkazı mıdır? Onun başarısız olacağını bilmesi midir? Elbette değildir. Bu sualler, aslında;
“Allah niye imtihan ediyor?” “Nicin kendisini inkĂ‚r edenlere, emrini tutmayanlara azĂ‚b ediyor?” diye sormak icindir. Bu hususta haddimizi bilmemiz gerekir. Zira;
CenĂ‚b-ı Hak, «FĂ‚il-i Mutlak»tır; dilediğini yapabilecek yegĂ‚ne guc ve kudret sahibidir. «MĂ‚liku ’l-Mulk»tur, butun kĂ‚inat O ’nun mulkudur. «FĂ‚il-i MuhtĂ‚r»dır, yani mulkunde dilediği gibi tasarruf eder. Kimsenin O ’na -hĂ‚şĂ‚- hesap sormaya hakkı yoktur, haddi de değildir.
Rabbimiz, imtihan etmeyi murĂ‚d etmiştir. Cenneti ucuz değildir. Cehennemi de luzumsuz değildir.
CenĂ‚b-ı Hak, bu imtihanda sonsuz merhamet sergilemiştir.
İnsanı bu imtihanda istîdatlı kılmıştır. Akıl ve idrĂ‚k vermiştir. Mecnunları, kucukleri, imtihan hĂ‚rici tutmuştur. KĂ‚inattaki her şeyi bir tefekkur malzemesi olarak halk etmiştir. Eğer insan AllĂ‚h ’ın verdiği aklı ve kalbi, guzelce kullanırsa, tefekkur onun icin bir îmĂ‚n anahtarı olacaktır. CenĂ‚b-ı Hak; insana verdiği akıl ve idrĂ‚ke yol gosterecek, semĂ‚vî kitaplar, peygamberler gondermiştir. Onların yetiştirdikleri tebliğ, emr-i bi ’l mĂ‚ruf ve nehy-i ani ’l-munker vazifesini deruhte eden Hak dostları, kıyĂ‚mete kadar devam edecektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
(Yerine gore) mujdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gonderdik ki insanların peygamberlerden sonra AllĂ‚h ’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (en-NisĂ‚, 165)
CenĂ‚b-ı Hak, idrĂ‚k etmeye yetecek omur vermiştir. Âhirette sızlanan kişilere şoyle seslenileceği bildirilmiştir: “...«Sizi, duşunup oğut alacak kimsenin duşunup oğut alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da (peygamber) gelmişti. (Buna rağmen dinlemediniz!)
Oyle ise tadın azĂ‚bı! Cunku zĂ‚limler icin hicbir yardımcı yoktur».” (FĂ‚tır, 37)
CenĂ‚b-ı Hak; insanı inkĂ‚rı veya gunahı işler işlemez kahretmemiş, son nefese kadar tevbe ve ıslah icin muhlet vermiştir. Gunahların affı icin bircok vesileler halk etmekte, şerleri ancak misliyle cezalandırmakta, sĂ‚lih amelleri ise en az 10 misliyle mukĂ‚fatlandırmaktadır. Butun bunlara rağmen cehennemlik olanlar sebebiyle, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’yı -hĂ‚şĂ‚- ithĂ‚m etmek; kustahlıktır, edepsizliktir, haddi aşmaktır.
Mufessir Elmalılı Hamdi Efendi şoyle der:
“CenĂ‚b-ı Hakk ’ın azĂ‚bı mahz-ı adĂ‚let, mağfireti de mahz-ı fazl u ihsandır.”
Yani Rabbimiz, azĂ‚b ediyorsa bu zulum değildir. Tamamen adĂ‚lettir. Bağışlıyor ve cennet ihsĂ‚n ediyorsa, bu da kulun hak edişi değildir. Tamamen Rabbimiz ’in comertce ikrĂ‚mıdır.
AdĂ‚let; nimetlerin bedelini odeyip odememe husûsundadır. Lutufta adĂ‚let aranamaz. AllĂ‚h ’ın bizleri var etmesi, O ’nun lutfundandır. Bizim hak etmemizden değildir. Lutfeden ise, isterse verir, istemezse vermez. Dilediğine az, dilediğine cok ihsĂ‚n edebilir. Hic kimse O ’na bu hususta hesap sorma hakkına sahip olamaz.
Kul ise dĂ‚imĂ‚ her bakımdan hesap ile muhataptır. Cunku kendisine nimetler, mes ’ûliyetler ve vazifeler verilmiştir.
Bizler de, bir bedel odemediğimiz hĂ‚lde, meccĂ‚nen, yani tamamen AllĂ‚h ’ın lutfuyla yoktan var edildik. Varlıklar icinde insan, insanlar icinde ummet-i Muhammed ’den kılındık. Bir bedel odemeden nĂ‚il olduğumuz butun bu nimetlere mukabil, bedel odeyerek Ă‚hirete intikal edeceğiz.
Yani bu dunyada şukur borcumuzu îfĂ‚ etme mes ’ûliyetiyle yaşadıktan sonra, Rabbimiz ’in huzûruna cıkarılacağız. Orada, dunya imtihanının karnesi mevkiinde olan amel defterlerimizi okuyacağız. Hayat kasetimizi seyredeceğiz. Buyuk-kucuk hicbir şeyin ihmal edilmeden kaydedildiği hayat dosyalarımız onumuze serildiğinde, Rabbimiz ’den «adĂ‚let» değil, «merhamet» dileneceğiz.
Zira bu dunyada yaptığımız sĂ‚lih ameller, Rabbimiz ’in bize olan lutufları karşısında Ă‚detĂ‚ bir hic mevkiinde kalacaktır.
Nitekim bir defasında Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“‒Hic kimse amel (ve ibĂ‚det)i sayesinde kurtuluşa eremez!” buyurmuşlardı.
AshĂ‚b-ı kiram hayretle;
“‒Siz de mi kurtulamazsınız ey AllĂ‚h ’ın Rasûlu?” diye sordular.
Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-;
“‒(Evet) ben de ancak AllĂ‚h ’ın rahmet ve keremiyle kurtulabilirim!” buyurdular. (Muslim, MunĂ‚fikîn, 76, 78)
Hukukta menfaat ve zarar dengesi vardır.
Bu imtihanın sonunda ebedî cennet gibi yuksek bir nimet vardır. Butun ilĂ‚hî yardımlara rağmen, kaybedenlere ise ebedî husran olması, adĂ‚letin ta kendisidir.
İnsan, fĂ‚nî bir mahlûk olduğu hĂ‚lde; CenĂ‚b-ı Hakk ’ın emrine Ă‚mĂ‚de kıldığı yeryuzundeki diğer varlıklar uzerinde tasarruf ederken, kendini serbest hisseder.
MeselÂ, insan;
Koyunların, ineklerin, tavukların ve balıkların; etinden, sutunden, yumurtasından istifĂ‚de eder. «Buna hakkım var mı?» diye sormaz. Varlıklar arasında değerli ve değersiz ayırımı yapar. Değersiz bulduğunu cope atar, kıymetli bulduğunu saklar. «Buna ne hakkım var!» demez. İşci calıştırır; «Ona emretmeye ne hakkım var?» demez. «Parasını veriyorum ya!» der. HĂ‚l boyle iken;
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bizzat var ettiği, can verdiği, akıl, fikir, idrak ve omur verdiği, peygamber ve kitap gonderdiği kullarından curuk cıkanları ve isyan edenleri azĂ‚ba ayırmasına kim ne hakla itiraz edebilir? Yukarıdaki suallere benzer birtakım mantıksız sualler de şoyle:
Sual: “Allah bizi seviyor da neden gunah işlememize izin verip sonra bizi yakıyor?” Sual: “Allah kotuluklere neden engel olmaz?” Sual: “Kaderde cennete ve cehenneme gideceğimiz belliyse neden ibĂ‚det ediyoruz?” Yahu;
Beşerî sistemde bile bir imtihanda cevaplar, imtihan edilene bağlıdır. Bir hoca, bir talebeyi seviyor diye onun imtihanda yanlış cevap vermesine mudahale edip de cevabı kendi yazarsa, yaptığı kopya ve kayırmadan dolayı meslekten atılıyor.
Fakat durust hocalık şartı nedir?
Sevdiğin talebe de olsa, imtihanda mudahale etmemek. Yani bir talebeye imtihanda yanlış yapmasına izin verip sonra da sınıfta bırakmak, hocanın sevgi veya sevgisizliğiyle değerlendirilmez. BilĂ‚kis boyle bir hoca, hakkāniyetli ve mesleğine sadĂ‚katli diye takdir edilir. Kul icin boyle de, Allah icin niye bunun tersi bir mantık? Olmaz.
Sonra;
Cennete ve cehenneme gideceklerin belli oluşu husûsunda da birtakım kelime oyunları, ancak akıl terazileri bozuk kimselerin işidir. Bu oyunlar, doğru tartan hicbir terazide gecmez.
Cunku;
Cennete, îman ve ibĂ‚det edenlerin gideceği bellidir. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın Ă‚yetleri bunu beyan buyurmuştur. Cehenneme de, munkir ve Ă‚sîlerin gideceği bellidir.
Yani;
“Ne kadar îmanlı, ibĂ‚detli, teslîmiyetli ve rahmet-i RahmĂ‚n ’a sığınmış da olsan sen cehennemlik yazıldı isen, caresiz cehenneme gideceksin!” diye bir hukm-i ilĂ‚hî yoktur.
Yahut da;
“Ne kadar inkĂ‚rcı, zĂ‚lim, Ă‚sî ve şeytana bağlı da olsan hic merak etme, cennetlik yazıldı isen cennete gideceksin!” diye de bir hukm-i ilĂ‚hî yoktur!
Hukum;
Ozde inkĂ‚rcıların cehenneme, ehl-i îmĂ‚nın cennete gideceği şeklindedir.
Yapılan kelime oyunu;
Hukmu tersine cevirip soylemek. Yani neticeyi once, başlangıcı sonraya koymak. Fakat hakikat, asla oyle değil!.. «Cehennemlik yazılan kimse guzel amelleri boşuna niye yapsın?» mantığı yanlış. Boyle bir gercek yok.
Asıl hakikat şu:
Son nefese kadar bir imtihan suresi var ve bu surede doğru bir îman, sĂ‚lih ameller, teslîmiyet ve rahmet-i RahmĂ‚n ile dolu bir hayata cehennem yazılmayacak.
CenĂ‚b-ı Hak, Kur ’Ă‚n-ı Kerim ’de boyle bir hayat icin; «Cehennemliktir.» diye bir tane cumle dahî ifade buyurmamıştır.
Peki, kurulan bu kabil cumleler kimin?
«Tertemiz bir sutun cıktığı memeden geri sokulamayacağı!» gerceğini bilmeyen kasıtlı gafillerin ve cĂ‚hillerin.
Bu da gosteriyor ki; doğru bir formulu, olmayacak şekilde tersine kullanmak, hakikat icin değil sadece ifsĂ‚d icindir. Yani yuce Allah; «Kufur, zulum, isyan ehli cehenneme gidecek...» formulunu takdir etmişken bunu tersine cevirip de guya once cehennemlik yazılıyor da sonrasında cennetlik amellere zorlanıyormuş gibi bir hava estirmek, hicbir doğruluk terazisinde kabul gormez. Arka plĂ‚nı imtihandan kacış icin ortaya atılan bu felsefe, en acı azĂ‚ba yakalanmayı tercihten başka bir şey değildir.
Hayrı da şerri de yaratan Allah TeĂ‚lĂ‚ ’dır. Fakat Rabbimiz ’in şerre rızĂ‚sı yoktur. Fakat imtihan olarak, şerri de halk etmiştir.
Rabbimiz ’in insanın gunah işlemesine izin vermesi, imtihan şartlarından dolayıdır.
Ki her zaman izin de vermez. Nice suc, niyet yahut teşebbus hĂ‚lindeyken, Rabbimiz ’in izin vermemesiyle tahakkuk plĂ‚nına gecmez.
Fakat, aksini duşunelim: CenĂ‚b-ı Hak; hicbir gunahın işlenmesine musaade etmeseydi, o hĂ‚lde, ortada imtihan diye bir şey kalmazdı. O zaman cennetin de mĂ‚nĂ‚sı kalmazdı.
Şoyle ki, dunyada imtihanların cĂ‚rî olduğu mektepleri duşunelim. Herkese imtihansız tıp diploması verilseydi, doktor olmanın bir değeri kalır mıydı?
İnsanın fıtratı; yarışma, birbirini gecme, mucadele etme ve en azından biraz olsun hak etme yapısındadır. CenĂ‚b-ı Hak buyurur:
“...Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın!..” (el-MĂ‚ide, 48)
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“O ki, hanginizin daha guzel davranacağını imtihan etmek icin olumu ve hayatı yaratmıştır...” (el-Mulk, 2)
Şunu da idrĂ‚k etmek gerekir:
Dunyada bir insan; yarattığı, var ettiği değil, sadece maaşını verip calıştırdığı bir işcisini, emrine itaatsizlik ettiği zaman işten cıkarır. Onu işsizliğe ve belki de aclığa iter. Fakat bundan bir mes ’ûliyet hissetmez. “Emrimi tutmayacak ise onu beslemeye mecbur muyum?” diye duşunur.
Peki CenĂ‚b-ı Hak; emrini yerine getirmeyen, hattĂ‚ ZĂ‚tını inkĂ‚r eden kullarını, nimetler icinde yaşatmaya mecbur mudur? HĂ‚şĂ‚!..
O -celle celĂ‚luhû- dilediğini yapar. Fakat zulmetmez, adĂ‚letle, merhametle ve hikmetle muĂ‚mele eder. Bundan dolayıdır ki bu dunyada, nice isyanlarına rağmen munkirlerin bile rızıklarını kesmez.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Şuphesiz ki Allah insanlara hicbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yûnus, 44) “...Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.” (Âl-i İmrĂ‚n, 117, ayr. bkz. en-Nahl, 33) Şu sualler de yukarıdakilere benzer vasıfta:
“Bu dunyaya gelmek benim tercihim değil. Allah, benim bunu yuklendiğimi ve hatırlamadığımı soyluyor.” Yahu;
Senin sendeki ozelliklerinin neticesi olarak hayatta ve eşyada yaptığın butun tasarruflar da boyle değil mi?
Taşı bir guzel işleyip ortaya bir sanat Ă‚bidesi cıkardığında; bunun secimi ve tercihi, taşa mı ait sana mı?
Sana.
Mantıklı olan da bu değil mi?
Oyle.
Peki, taşa ait olsaydı ne olurdu?
Hakk ’a karşı kullanmaya kalkıştığın bu husustaki carpık mantığı, taşta olduğu gibi kendin ve şekillendirdiğin eşyalar arasında kullanmaya kalksan, yaşayamazsın.
İştahla tercih edip yediğin meyvelere, onların tercihini hic soruyor musun?
Yine senin tercih edip iştahla yediğin etlere, balıklara ve lokmalara, onların tercihini hic sordun mu?
İstediğin gibi yonttuğun taşlara, hic bunu tercih edip etmediklerini sormayı duşundun mu?
Ayrıca;
O taşlar, senin sanatını kendileri yuklenmiş olmuyor mu?
Oluyor.
Onlarda gosterdiğin mahareti sergilemeye bir kĂ‚ğıt parcası veya teneke parcası musait mi?
Değil.
Yuklenmek, bunu yapabilmeye musaitlikle orantılıdır. Değilse, yanlış olur.
MeselĂ‚ kavak ağacından koca bir binanın ana direği yapılmaz. O bunu yuklenemez. Cat diye kırılıp devrilir. Cunku yapısı buna musait değildir, dolayısıyla ustlenememiştir. Fakat kestane ağacı bunu yuklenir ve asırlarca yuk taşır. Cunku yapısı buna musait yaratılmıştır, o da bunu ustlenmiştir.
İşte insanın ilĂ‚hî emĂ‚neti yuklenmesi de bu kabil bir hakikattir. Butun varlıkların taşıyamayacağı hakikati, insan taşıyabilir yaratıldığından; tabiî olarak bu kendisine yuklenmiş ve insan da ustlenmiştir.
HÂl boyleyken;
“Benim tercihim değil!” ifadesin de bir kibir vardır. Aynı zamanda bir mantık hatası vardır.
İnsan var olmadıkca, tercihi sorulamaz. Var olduğunda yani yaratıldığında ise, artık sorulacak bir şey kalmamış Zaten yukarıda da nisbeten ifade edildiği gibi;
Her eser, kendi kendinin değil sanatkĂ‚rının tercihi olmak mecburiyetindedir. İnsan; araba yapar, bu icraat, o nesnenin tercihi değildir, yapan ustanın maharetidir. Kimse de buna itiraz etmez, bilĂ‚kis hayran kalır. İstifĂ‚de eder sadece.
Yine;
İnsan; koltuk ve kanepe yapar, rahat rahat kullanır. Fakat bu, ağacın bir tercihi değildir. SanatkĂ‚rının ustalığıdır. HĂ‚l boyleyken;
İnsan AllĂ‚h ’a sorduğunu zannettiği bu uyduruk mantığı kendi yaptıkları hakkında devreye soksa, ne bir Ă‚let yapabilir, ne bir bina dikebilirdi. Boyle bir sual şartı, hayatı felc ederdi.
Cunku kendi kendine hicbir maddenin kendi tercihiyle; ayakkabı, ev, araba ve ucak olmaya tercihi yoktur, hepsi de insanın tercihidir.
Yani dunya imtihanında yalnızca iki ihtimal vardı:
Ya yokluk ya imtihana tĂ‚bî olmak.
İmtihandan kacış yok!
“Hem var olayım, hem de imtihan olmasın!” temennîsi boş bir hayaldir. Ustelik, var olmak bir nimettir. Boyle bir nimet karşısında; «Bana sorulmadı!» kustahlığı şuna benzer:
Bir yangın esnasında; telĂ‚şla yangın mahallini boşaltan kişiler, uyuyan birini gorup uyandırıyorlar. O ise nankor bir şekilde diyor ki:
“–Benim uyanmak isteyip istemediğimi bana sordunuz mu da uyandırıyorsunuz?” Sorulsa zaten uyandırılmış olurdu. Ustelik, yanıp gitmeyi kim ister ki? Yok olmayı, var olmamayı kim ister ki?
İnsanı aldatan bir husus da boş temennîler ve hayallerle oyalanması ve avunmasıdır. Nitekim yolun sonunda, husran ehlinin;
«Keşke bir daha imtihan olsak, keşke toprak olsaydık, keşke olsek, yok olsak...» gibi faydasız temennîlerde bulunacağı Ă‚yet-i kerîmelerde bildirilmiştir.
Rabbinin ihsĂ‚nı olan, insan olma şerefiyle yaşamak, O ’na kul olup varlığın tĂ‚cı olmak ve sonsuz ihsanlara erişmek dururken; boylesi temennîler de, altını cizdiğimiz kacışın ifadelerinden başka bir şey değildir.
CenĂ‚b-ı Hak; insanı, yaratılmışların en şereflisi olan «insan» olarak halk etmiş, mukerrem/ustun kılmış ve ona kendi rûhundan uflemiştir. HattĂ‚ Ă‚yet-i kerîmede buyurulduğu uzere onu, yeryuzundeki halîfesi kılmıştır:
“Sizi yeryuzunun halîfeleri kılan, size verdiği (nimetler) husûsunda sizi denemek icin kiminizi kiminizden derecelerle ustun kılan O ’dur...” (el-En‘Ă‚m, 165)
Şeyh Gālib ne guzel soyler:
Hoşca bak zĂ‚tına kim zubde-i Ă‚lemsin sen,
Merdum-i dîde-i ekvĂ‚n olan Ă‚demsin sen...
“Ey insan! Kendine gonul gozuyle hoşca bir bak ki; sen Ă‚lemin, yani yaratılanların ozusun ve sen kĂ‚inĂ‚tın goz bebeği olan Ă‚demsin/insansın.”
Şimdi sormak lĂ‚zım; İnsan, insan olmak vasfıyla dunyaya gelebilmek icin bir bedel mi odedi? Veya hangi fazîletinden dolayı CenĂ‚b-ı Hak onu insan olarak halk etti?
«İnsan olmak benim tercihim değil!» diyen kişiye sormalı:
Değişir misin? Bir imkĂ‚n olsa; insanlık varlığını, o aklı, o rûhu, o insanlık haysiyetini, bir solucanla, bir fareyle değişir misin?
Tercihin miymiş değil miymiş?
Bir kimseye, hicbir hakkı ve talebi yokken, her turlu ihtiyacını fazlasıyla karşılayacak buyuk bir hazine hediye edilmiş olsa, bu kimse, kendisine bu hazineyi hediye eden kimseye hitĂ‚ben;
“– Sen bu hazineyi bana nasıl hediye edersin! Benden izin aldın mı?!.” Tarzında memnuniyetsizlik ifadeleri sarf edebilir mi? Boyle demek icin, akıl nimetinden mahrum olması lĂ‚zım gelmez mi? Zira akl-ı selîm sahibi bir kimsenin boyle bir hediyeye karşılığı ancak; minnet, muhabbet ve şukran duygularıyla O hediyeyi bahşedene meftun ve medyûn olmaktan ibaret olur.
Bu fĂ‚nî dunyada, kendisine bir bardak su ikrĂ‚m edene karşı dahî, vicdĂ‚nen bir teşekkur etmek mecburiyeti varken, başta insanlık nimeti olmak uzere kuluna daha sayılamayacak pek cok nimeti ihsĂ‚n eden CenĂ‚b-ı Hakk ’a karşı sarf edilen boyle bir soz, ne kadar cirkin bir ifadedir.
İnsan istihkĂ‚k ile, yani hak ettiği ve bir bedel odediği icin yaratılıp dunyaya gonderilmiyor. Aksine, «sıfır sermĂ‚ye» ile yoktan var edilip dunyaya gonderiliyor. Sahip olduğu her şey, tamamen bir lutf-i ilĂ‚hî.
Zira CenĂ‚b-ı Hak onu yerde surunen bir yılan olarak da yaratabilir ve o, buna hicbir sûrette itiraz edemezdi. Cunku insanlar ve cinler dışındaki mahlûkatta imtihan olunma keyfiyeti mevzubahis olmadığından, onlarda CenĂ‚b-ı Hakk ’ın emrine muhalefet edebilecek bir tercih salĂ‚hiyeti de bulunmamaktadır.
Hayvanların da yaratılışı abes değildir. Onların kendi aralarında bir nizam vardır. Onlar CenĂ‚b-ı Hakk ’ın «el-BĂ‚rî» ve «el-Musavvir» isimlerinin tecellîleridir. Her biri; orneksiz olarak yaratılmış, her birinin kendine mahsus husûsiyetleri vardır. Onlar cihanda kendi toplulukları icin mesutturlar. Onlar; kendi toplumlarından ayrıldıklarında, kendi hemcinslerine doğru koşarlar.
Bu da CenĂ‚b-ı Hakk ’ın ayrı bir kudret tecellîsidir ki, her hayvana kendi toplumunu sevdirmiştir. Onlar hĂ‚llerinden hoşnuttur. HayvanĂ‚tın huzurlu ve mutevekkil hĂ‚llerini şu misal ne guzel ifade eder:
“Ey insanoğlu! Âlem yaratıldığından beri, hicbir kuş, komşusundan daha fazla yuva yapmaya uğraşmadı; hicbir tilki; «Saklanacak tek bir kovuk bana yetmez!» diye kendini harap etmedi; hicbir sincap bir değil de iki kış yetecek kadar ceviz biriktiremediği icin endişeden olmedi ve hicbir kopek yaşlılık yılları icin birikmiş kemiği olmadığını dert ederek uykusuz kalmadı.”
Yani;
Butun mahlûkat CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kendisi hakkındaki takdirine rızĂ‚ hĂ‚lindedir. Cunku CenĂ‚b-ı Hak; her yarattığı mahlûku, onun saĂ‚det bulacağı bir kıvamda halk etmiştir.
MeselĂ‚ yılan, kendi toplumu icinde mesuttur. Yine rengĂ‚renk kuşlar, kendi hayatlarından memnundur. HattĂ‚ MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri ’nin buyurduğu gibi;
“Tahtanın icindeki kurt; «Kimin boyle guzel helvası var!»” diyerek huzurla hayĂ‚tiyetini devam ettirir. Onların yegĂ‚ne hoşnutsuzluğu, insanoğlunun onları tabiî hayat şartlarından koparıp hayvanat bahcelerinde kafeslere koyması veya sirklerde eğlence malzemesi yapmasından kaynaklanmaktadır. Yine insanların; kuşları kafeslere, balıkları akvaryumlara hapsetmesi onlara yapılan ağır zulumlerdendir.
O hĂ‚lde insanın memnuniyetsizlik ve isyan icinde Ă‚detĂ‚ Rabbine hesap sormaya kalkışması; kendisine bahşedilmiş olan yuksek vasıflara karşı dehşetli bir gaflet, muthiş bir ahmaklık ve buyuk bir nankorluk olur. Boylesi cĂ‚hilĂ‚ne bir tavır, insana verilen akıl ve idrĂ‚ke iptal damgası vurmaktan farksızdır.
Yine insanın boyle bir hataya duşmesi; Yaratan ile yaratılan arasındaki muĂ‚meleyi, insanlar arasındaki muĂ‚mele gibi zannetmesinden kaynaklanmaktadır.
Unutulmamalıdır ki;
CenĂ‚b-ı Hak, yaratan ve yoktan var eden «HĂ‚lık», insan ise yoktan var edilen bir «mahlûk»tur.
Bu suÂli daha cirkin vaziyette;
“Allah beni yaratırken, bana mı sordu?” Gibi ahmakca hezeyanlar hĂ‚linde ortaya attıklarını da duyuyoruz. CenĂ‚b-ı Hak;
“Sen bir hictin, seni Ben yarattım.” buyuruyor.
Bir «hic», «Sonsuz Kudret» karşısında ne ifade eder? Sonra hic kusursuz olan yuce irade ve hukmun, tamamen kusurlu olan bir hice bir şey sorması ne kadar mantıklı?
Hem, bomboş hice ne sorulur?
Kaldı ki ey insan!
Yediğin yiyeceklere; «Bana rızık olur musunuz diye?» diye sen sordun mu? Yediklerinden hic tasdik aldın mı? Kime sordun da onları ciğniyorsun? İşlediğin, kestiğin ve doğradığın eşyaya, etinden-sutunden gıdĂ‚ veya derisinden giysiler yapmak icin canını aldığın hayvanlara sen sordun mu? Sen onların rızĂ‚larını aldın mı? Zevkin icin dalından kopardığın o zarif ciceklere hic soruyor musun?
Fakat yine de CenĂ‚b-ı Hak sana soruyor:
“‒Ey insan, cenneti mi istiyorsun, cehennemi mi?”
Senin iradene bırakıyor. Gideceğin yer cennet mi olsun, cehennem mi? Yani tercih insana ait. Allah, kitap gonderiyor soruyor:
“‒Ey insan, cenneti mi istiyorsun, cehennemi mi?”
Peygamberler vesilesiyle soruyor:
“‒Ey insan, cenneti mi istiyorsun, cehennemi mi?”
Sonra da buyuruyor ki:
“İster şukredici ol, istersen nankor ol!” (Bkz. el-İnsĂ‚n, 3)
Ey gafil ve cÂhil!
Sen, yuce AllĂ‚h ’ın sana bıraktığı bu tercih hakkını gormeyip de; «Yaratırken bana sormadı.» diye boşu boşuna cehĂ‚let lĂ‚kırdıları savuruyorsun.
Hayret;
AllĂ‚h ’ın yarattığı şu emĂ‚net Ă‚lemde her turlu tasarruf senin icin hak da, onları da seni de yaratan Allah icin mi -hĂ‚şĂ‚- hak değil? Bu ne kustahlıktır!
Bu ne nankorluktur!
Unutma ki;
Sana bu cihanda tasarruf salĂ‚hiyetini de Rabbin verdi. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“O, goklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutuf olarak) size Ă‚mĂ‚de kılmıştır. Elbette bunda duşunen bir toplum icin ibretler vardır.” (el-CĂ‚siye, 13)
Unutma;
AllĂ‚h ’ın sana ihtiyacı yok; O lutfen ve keremen seni sadece terbiye etmek ve boylece senin insĂ‚nî sıfatını yuceltmek, yani seni fazîletli bir kul hĂ‚line getirerek cennetlerinde ağırlamak istiyor. Şu Ă‚yeti tekrar tekrar okumalısın:
“Ey insan! Seni, şekilsizlikten cıkarıp en guzel şekilde yaratan, ihsĂ‚nı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitĂ‚r, 6-8)
Aldanış dolu butun lĂ‚kırdılar, cĂ‚hillik ve hikmetsizliğin eseridir.
Bu ahmakca lĂ‚fları soyleyenlere, gercekten sorulsa idi, yokluğu mu sececeklerdi? Yoksa o cennetlere mi talip olacaklardı?
Bu hususta tefekkur ettirici bir sual de biz soralım:
Nicin Allah kullarına sormak zorunda olsun? Nazarî / teorik olarak bile boyle mecburiyet yoktur:
Şoyle ki;
Trafiğe cıkanlar otomatik olarak, trafik kāidelerini kabul ediyorlar. Bir ulkede doğan vatandaşlar otomatik olarak, o ulkenin kanunlarına tĂ‚bî oluyorlar.
Hayata gelen insanlar da hayatın kāidelerine karşı cıkamıyor, mecburen teslim oluyorlar. «Ateş nicin yakıyor, soğuk nicin donduruyor?» diye fizik kanunlarını sorgulamak hakkını kendilerinde bulamıyorlar. Onları kabul edilmesi mecburî olan esaslar olarak benimsiyorlar.
Fakat iş, insanca hayatın mĂ‚nevî şartı olan, imtihana gelince, sacma sapan bir gaflet felsefesi olarak bu lĂ‚kırdılara sığınıyorlar.
Unutmamalı;
İnsan, ancak bildikce sukûta burunur. Ancak mĂ‚rifeti arttıkca hiclikteki idrĂ‚ki artar. İdraksizler de kendi kotuluklerini ortbas etmek icin sordukları;
“Allah kalplerini muhurlediği insanları nicin cehennemle cezalandırıyor?” Gibi suallerin girdabında boğulur.
Yahu;
Kul muhurletmedikce yuce Allah, kendi yarattığı bir kulunun kalbini muhurler mi? İşe yaramaz hĂ‚le gelmemiş bir şeyi kimse cope doker mi? Kalbi muhurlu kimseye, her şeyden once, acaba ne yapıp da muhurlendiğine bakmalı.
Şu prensibi unutmamalı:
Allah sonsuz rahmet ve hikmet sahibidir. Kullarına zulmetmez. Abes, mĂ‚nĂ‚sız ve gayesiz bir iş de yapmaz.
Dolayısıyla; CenĂ‚b-ı Hak bir kulunun kalbini muhurluyorsa, bunun sebeb-i hikmeti vardır. Biz bunu bilmesek de...
Nitekim Rabbimiz, Kur ’Ă‚n ’da; «Allah (şu vasıftaki kişilere) hidĂ‚yet vermez!» Ă‚yetleriyle, sebeplerin bir kısmını bize bildirmiştir.
Dolayısıyla; nankorluk, zulum, fısk u fucur ve yalancılık gibi kotu ozelliklere ısrarla devam edenlerin kalpleri muhurlenmektedir. (Bkz. el-Bakara, 258, 264; Âl-i İmrĂ‚n, 86; el-MĂ‚ide, 51, 67; el-En‘Ă‚m, 144; et-Tevbe, 19, 24, 37, 80, 109; en-Nahl, 107; el-Kasas, 50; ez-Zumer, 3; el-Mu ’min, 28, el-Ahkāf, 10; es-Saff, 5, 7; el-Cuma, 5; el-MunĂ‚fikûn, 6.)
Yine CenĂ‚b-ı Hak, sevdiği ve sevmediği vasıfları zikretmiştir. Buna gore; Rabbinin sevmediği vasıflarda ısrar edenlerin, hidĂ‚yetten mahrumiyetlerine şaşırmamak ve bunu -hĂ‚şĂ‚- bir zulum olarak gormemek gerekir.
Goruleceği gibi buraya kadar gelen suallerin hepsi, varlık sebebimiz olan imtihanı sorgulamaya calışıyor. Onda bir mantık hatası aramaya calışıyor. HĂ‚lbuki hakikat apacık ortada. Dolambaclı, keci yollarına sapmanın hic yeri yoktur. Ustelik; boyle vesveseler uretti diye, insan imtihandan kurtulacak da değildir.
Âyet-i kerîmede buyurulur: “Gor ki, kendi aleyhlerine nasıl yalan soylediler ve (mahşerde) uydurdukları şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gitti!” (el-En‘Ă‚m, 24)
Kimisi;
“Oldukten sonra dirileceksek neden oluyoruz?” Şeklinde boş duşuncelere kapılabiliyor.
Oysa;
Olum, insanın imtihanında iki taraflı bir vesiledir.
AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune inanmayanlar, olumu bir son zannederler. Yani olumun varlığı, oteler Ă‚leminin bir perdesi olur. Nitekim haşri inkĂ‚r edenler, ellerine curumuş kemikleri alıp;
“–Bunu kim diriltilecek?” diye alaycı sualler sorarlardı.
Duşunmezlerdi ki;
“–Onu ilk kez yaratan kim ise, O diriltecek!” (Bkz. YĂ‚sîn, 78-79)
ÎmĂ‚n edenler ise, olumun, esas hayat olan Ă‚hirete bir kapı olduğunu idrĂ‚k ederler. Olumu tefekkur ederek, bu fĂ‚nî hayatın aldatıcı tuzaklarına kapılmazlar. Bu cihĂ‚nı bir istasyon kabul edip, onda oyalanmazlar.
Olum, fĂ‚nîliğin îlĂ‚nı olduğu icin, aslında hayat ve omur gibi bir nimettir. Mulk Sûresi ’nde buyurulur:
“O ki, hanginizin daha guzel davranacağını sınamak icin olumu ve hayatı yaratmıştır. O; mutlak galiptir, cok bağışlayıcıdır.” (el-Mulk, 2)
Hazret-i MevlÂn buyurur:
“Oğul, herkesin olumu kendi rengindedir. İnsanı AllĂ‚h ’a kavuşturduğunu duşunmeden olumden nefret edenlere ve olume duşman olanlara, olum korkunc bir duşman gibi gorunur. Olume dost olanların karşısına da dost gibi cıkar.”
“Ey olumden korkup kacan can! İşin aslını, sozun doğrusunu istersen, sen aslında olumden korkmuyorsun, sen kendinden (gunahlarından) korkuyorsun.”
“Cunku olum aynasında gorup urktuğun, korktuğun, olumun cehresi değil, kendi cirkin yuzundur. Senin rûhun bir ağaca benzer. Olum ise, o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine goredir...”
Eğer bu imtihanda olum olmasaydı, kıyĂ‚mete kadar doğan herkes yaşamaya devam edecek olsaydı, imtihan cok daha ağır olurdu. HĂ‚lbuki; yaşlanmak, orta yaşlardan sonra guc ve kuvvetin azalmaya başlaması ve sonunda olmek, bu cihĂ‚nın fĂ‚nî olduğunu, esas hayatın Ă‚hiret olduğunu anlatan birer ipucudur.
Elbette gorene ve idrÂk edene...
YĂ‚sîn-i şerifte buyurulur:
“Kime uzun omur verirsek Biz onun gelişmesini tersine ceviririz. Hic akıl erdirmiyorlar mı? (Bu fĂ‚nî akış, bu yolculuk nereye?) (YĂ‚sîn, 68)
Olum vardır ki, insan acziyetini idrĂ‚k etsin. CenĂ‚b-ı Hak, VĂ‚kıa Sûresi ’nde bir olunun başındaki kişilere şoyle seslenir:
“Hele can boğaza dayandığı zaman, o vakit siz bakar durursunuz. (O anda) Biz ona sizden daha yakınız, ama goremezsiniz. Mademki (inkĂ‚rdaki iddianıza gore) ceza gormeyecekmişsiniz, onu (canı) geri cevirsenize, şayet iddianızda doğru iseniz!” (el-VĂ‚kıa, 83-87)
Olum vardır ki; insan, yeniden dirilişten sonraki ebedî hayatın, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın iradesiyle gercekleştiğini iyice anlasın. Olum inkıtĂ‚ı olmasa, insanlar; “Biz zaten ebedî varlıklarız!” diye duşunurlerdi. İhtiras icinde de Ă‚detĂ‚ birbirlerini yerlerdi.
İnsan şunu duşunmeli ki;
Bu dunyaya gelen niye geliyor, bu dunyadan gidenler nereye gidiyor?
Kimin mulkunde yaşıyoruz? Kimin verdiği rızıkla merzuk durumdayız? Bu akış nereye?.. Bu tefekkurler, insanın, bu dunyanın bir mekteb-i Ă‚lem olduğunu, bir imtihan diyarı olduğunu idrĂ‚k etmesine vesile olur.
EŞİTLİK BAŞKA, ADÂLET BAŞKA!
Sual: “Bizler musluman ailede doğduğumuz icin mi AllĂ‚h ’a inanıyoruz. İnanmayan aileden doğanların sucu ne?” Sual: “Allah neden bir kuluna eziyet verirken diğerine rahatlık veriyor. Rabbimiz neden bu konuda eşit davranmıyor?” Bu iki sual, kader sırrıyla alĂ‚kalı olduğu icin, birlikte cevaplandıralım.
İnsanlar, ekseriyĂ‚ eşitlik ile adĂ‚leti birbirine karıştırırlar. Eşitlik her zaman adĂ‚let değildir.
Eğer eşitlikten bahsedecek isek; yukarıda saydığımız, akıl ve idrak nimetlerini CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kullarına eşit şekilde verdiğini hatırlatırız.
Eşit olmayan şartlardaki insanlar, birbiriyle aynı şartlarda muhakeme edilirlerse o zaman adĂ‚letsizlikten bahsedilebilir.
HĂ‚lbuki CenĂ‚b-ı Hakk ’ın muhakemesi ve hesabı, her bir ferde husûsîdir. CenĂ‚b-ı Hak, bu hususta insanların endişelerini izĂ‚le etmek icin şoyle buyurmuştur:
“Allah her şahsı, ancak gucunun yettiği olcude mukellef kılar...” (el-Bakara, 286)
Herkes, kendi bulunduğu şartlara gore imtihan olmaktadır.
Ayrıca CenĂ‚b-ı Hak; hayattaki butun zorluk, musîbet ve sıkıntıları, ecir vesilesi kılmıştır.
MeselĂ‚ bu cihanda Ă‚mĂ‚ olarak yaşayan kişiler, sabrederlerse; Ă‚hirette nĂ‚il olacakları nimetler karşısında, dunyada iken Ă‚mĂ‚ olduklarına şukredeceklerdir.
Allah kullarına zulmetmez. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Şuphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez...” (enNisĂ‚, 40)
İşte îman bu prensiplere de inanmayı gerektirir. Mu ’min, AllĂ‚h ’ın rahmetinden şuphe etmez. O ’nun zulmedebileceğini duşunemez.
İslĂ‚m dîninin mutlak hakikat olmadığını iddia etmek icin, bazı kişiler yukarıdaki sualde yer alan zihniyeti istismĂ‚r etmektedir:
“Herkes kendi anne-babasının, toplumunun dînine inanıyor. O hĂ‚lde, mutlak doğru bir inanc yoktur. İnanc, izĂ‚fîdir. Herkesin doğrusu kendisine gore doğrudur...” diyorlar.
Hayır, bu yaklaşım doğru değildir. İslĂ‚miyet, asırlardır tebliğ ulaşmamış bir coğrafyada başladı. Oradaki insanlar; “Biz babalarımızın dîninden ayrılmayız!” dediler. Peygamberimiz, bu taassupla mucadele etti.
Her insanın, enfusî Ă‚lemindeki imtihanı, şahsî olarak cereyan eder. Nice cami golgesinde yetişmiş insan, maalesef îmĂ‚nını kaybeder veya fısk u fucûra dalarken, İslĂ‚m ’dan fersah fersah uzak diyarlarda doğup yetişen nice insanlara hidĂ‚yet nasîb olmaktadır.
Îman kaderi, bir sırr-ı ilĂ‚hîdir.
Peygamberimiz ’e yıllarca kol-kanat geren Ebû TĂ‚lib ’e îman nasîb olmaz iken; Hazret-i Hamza ’yı katlettirip, ciğerini dişleyen Hind ’e îman nasîb olmuştur. Bu nasiplerin hikmet tarafını bilmiyoruz. Zira bizim aklımız mahduttur.
Nitekim Kehf Sûresi ’nde Musa -aleyhisselĂ‚m- ile Hızır -aleyhisselĂ‚m- arasındaki kıssada; Musa -aleyhisselĂ‚m-, Hazret-i Hızır ’ın gosterdiği uc vĂ‚kıayı akıl ile cozemedi ve itiraz etti. Fakat hikmetini Hızır ’dan oğrendikten sonra, buyuk bir huzur duydu.
MeselĂ‚; Ebû TĂ‚lib ’in îmĂ‚n etmeyişinin bĂ‚tınî sebebini bilmiyoruz fakat zĂ‚hiren şoyle demişti:
“–Ey yeğenim, sana îmĂ‚n edersem, beni Kureyş ’in kadınları ayıplar...” (Bkz. VĂ‚hidî, EsbĂ‚bu Nuzûli ’l-Kur ’Ă‚n, s. 268 [et-Tevbe, 113])
Yani Kureyş kadınlarının ayıplamasını, Allah Rasûlu ’ne tĂ‚bî olmaktan ustun tuttu.
Diğer taraftan;
KelĂ‚m Ă‚limleri ise; kendisine hicbir ilĂ‚hî davet ulaşmayan, peygamber sesini işitmeyen bir kişinin, bu cihandaki bin bir azamet ve hikmet tecellîlerine bakarak, AllĂ‚h ’ın varlığını ve birliğini tasdik etmesini zarûrî gormuşlerdir.
Şu da unutulmamalıdır ki;
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın rahmeti de gazabı da kucuk bir şey ile tecellî edebilir. Bunun hikmetini anlamak, bizim idrĂ‚kimizi aşar.
Bir başka sual veya vesvese şoyle:
Sual: “Sonsuzluk kavramı akıl almaz bir şey AllĂ‚h ’ın sonsuz olmasını algılayamıyorum.” İnsan sınırlıdır. İnsanın idrĂ‚kini de bir karınca anlayamaz.
OKYANUS, BİR BARDAĞA SIĞAR MI?
Bırakın, sonsuzluğu anlamayı, şu yaratılmış cihĂ‚nı da anlamaktan Ă‚ciziz. Makro Ă‚lemlerdeki sayıları telĂ‚ffuz edecek kelimelerimiz yok... Trilyon kere trilyon deyip kalıyoruz.
Mikro Ă‚lemde de idrĂ‚kimiz tıkanıyor ve tukeniyor.
İdrĂ‚k edemediğimiz şeye; «Yok!» diyemeyiz. Bircok zekĂ‚, matematiğin bircok sahasını anlamaz. O anlamıyor diye o mesele ortadan kalkmaz. Âciziz. Oyleyse Hakk ’ın karşısında hicliğimizi mudrik olalım.
Ayrıca şunu ifade edelim:
Dînimiz, Ă‚lemşumul olduğu ve zayıf-kuvvetli her idrĂ‚ki hedeflediği icin, zihinleri zorlayacak derin nazarî vazifeler vermemiştir. Îman ve ibĂ‚det vazifelerimiz; teslîmiyetle yaklaşıldığında, herkes tarafından gercekleştirilebilecek kadar kolay ve fıtrîdir. Zaten CenĂ‚b-ı Hak; ZĂ‚tının tefekkur edilmesini emretmemekte, hattĂ‚ hadîs-i şerifler bu sahadan sakındırmaktadır.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“AllĂ‚h ’ın yarattıkları uzerinde tefekkur edin, (yani sıfat tecellîleri, ilĂ‚hî azamet akışları ve kudret nakışları uzerinde CenĂ‚b-ı Hakk ’ın varlığını ve azametini tefekkur edin.)
ZĂ‚tı uzerinde duşunmeyin. Zira siz O ’nun kadrini (kıymet ve azametini, O ’na lĂ‚yık bir sûrette) asla takdir edemezsiniz...” (Deylemî, Musned, II, 56; Heysemî, Mecmau ’z-ZevĂ‚id, I, 81)
Bizler, Rabbimiz ’in sıfatlarını, sonsuz azamet ve kudret akışlarını tefekkur ederiz ve bunlar da bize îmĂ‚n anahtarı olur.
Bir bardağa, bir okyanusu sığdırmak mumkun mudur? Dolduğu anda taşmaya başlayacaktır. Basit bir misal olarak; bir ilk mektep talebesine, universite kitapları verilmez.
Kulun, AllĂ‚h ’ı idrĂ‚k etmeye kalkması bundan da imkĂ‚nsız bir şeydir. Hudutlu bir varlık, hudutsuz bir varlığı kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da anlayamaz.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Eğer gercekten yeryuzundeki ağaclar kalem olsa, deniz de (murekkep olup) arkasından yedi deniz daha ona eklense, AllĂ‚h ’ın kelimeleri (yazılmakla) tukenmez. Muhakkak ki Allah Azîz ’dir, Hakîm ’dir.” (LokmĂ‚n, 27)
Sual: “Kaderde ne zaman oleceğimiz belli ise neden sadaka omru uzatıyor?” CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bu cihan dershĂ‚nesindeki oluşları takdirlerine kader diyoruz. CenĂ‚b-ı Hakk ’ı idrĂ‚k edemeyeceğimiz icin, O ’nun ilmine oncelik, sonralık gibi bizi bağlayan zaman kayıtlarıyla yaklaşmamamız gerekir.
MeselĂ‚ kaderimiz bellidir fakat ibĂ‚det ediyoruz, kaderimiz bellidir ama duĂ‚ ediyoruz, sadaka da veriyoruz. Cunku bizim tarafımızda bilgi yok.
Eğer duĂ‚ eder, sadaka verir isek, gaybı bilen Rabbimiz bunu da biliyor ve zaten kaderimizde duĂ‚ edip, sadaka vereceğimiz de yazılı demektir. Eğer Rabbimiz; bizim kaderimizi ve cuz ’î irademizle aldığımız kararları, amellerimizi, davranışlarımızı bilmese idi, bu O ’nun icin -hĂ‚şĂ‚- bir noksan olurdu ki CenĂ‚b-ı Hak, her turlu noksanlıktan munezzehtir. Gaybı / istikbĂ‚li bilmemek, insanlara ait bir husustur. CenĂ‚b-ı Hakk ’ı boyle bir bilgisizlikten tenzih ederiz.
Kader munakaşalarının kimseye bir faydası yoktur. Tarihte nice akılcılar, bu tartışmaların neticesinde ya kaderi inkĂ‚r etmiş ya iradeyi reddetmiştir. İkisi de hakikatten uzak neticelerdir.
Biz, bize sorulacak hususları dert edinelim. Bize kıyĂ‚met gununde;
“–Kaderi cozdun mu?” diye sorulmayacak. Bize;
“–Omrunu nerede tukettin?”
“–İlminle ne gibi işler yaptın?”
“–Malını nereden kazanıp nerede harcadın?”
“–Vucudunu nerede yıprattın?” diye sorulacak.
Şu sual de cĂ‚hilĂ‚ne ve ilĂ‚hî kudreti tefekkurden mahrum bir sorudur:
Sual: “AllĂ‚h ’ın ihtiyacı yokken bizi nicin test etmekte?” Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın hicbir şeye ihtiyacı yoktur. İhtiyac, Ă‚ciz varlıklar icin duşunulur.
Fakat biz muhtacız.
Var olabilmek icin, AllĂ‚h ’ın bizi yaratmasına muhtac idik. Bizi yarattı.
Hayat, akıl ve sıhhat nimetlerinin her birine muhtac idik. Verdi.
Şimdi de fĂ‚nî hayat ile mutmain olmuyoruz. Ebedî hayat, yani cennet istiyoruz. Onun da yollarını gosterdi. Rehberlerini lutfetti.
“Sonra donup bizi niye imtihan ediyor?” diye sormak revĂ‚ mıdır? BilĂ‚kis, şukretmeliyiz.
Bize butun o nimetleri meccÂnen verdi.
“Şu mahdut omurde, şu rahmeten cok cok kolaylaştırılmış kulluk vazifelerini edĂ‚ et de, sana ebedî cenneti de vereyim.” diyor.
Biz ise donup;
“–Niye bedava vermiyorsun?” demeye kalkıyoruz! Boyle bir duşunce akıl kĂ‚rı değildir.
Sual: “Cennette birini istiyorum o da başka birini istiyorsa ne olacak?” Cennette her istediğimizin olması, elbette ki, diğer cennetliklerin de arzularıyla mutenĂ‚sip olacaktır. Rabbimiz ’in rızĂ‚sına gercekten ermiş isek, o diğerinin gonlunu de bizi ister hĂ‚le getirebilir. Yahut o buna lĂ‚yık değil ise, gonlumuzden o isteği silebilir.
Bu gibi duşunceler, korkunc mahşer ahvĂ‚li yanında kayda değmez şeylerdir.
Cennette; sĂ‚lih olan eşler, evlĂ‚tlar, anne-babalar ile beraber olunacağı mujdelenmiştir. (Bkz. er-Ra‘d, 23; el-Mu ’min, 8)
Âyet-i kerîmede, kıyĂ‚met gununde yaşanacak şu manzara anlatılmakta:
Mahşer meydanında toplanan insanlardan CenĂ‚b-ı Hakk ’a kul olanlar ve cennete gidecek olan kimseler, buyuk bir merasimle şoyle ikramkĂ‚r bir hitapla karşılanacaktır:
“Onlara merhametli Rabbin soylediği selĂ‚m vardır.” (YĂ‚sîn, 58)
Fakat en yakınları da olsa, dunyada AllĂ‚h ’a isyan hĂ‚linde yaşayanlara ise şoyle seslenilecek:
“Ayrılın bir tarafa bugun, ey gunahkĂ‚rlar!” (YĂ‚sîn, 59)
En hazin ayrılış, en acıklı firkat bu ayrılış olacaktır. Bu sebeple; ebedî ayrılığa dûcĂ‚r olmamak icin, hem kendimizi ateşten korumalıyız hem de ailemizi, sevdiklerimizi... Bunun icin de evlĂ‚tlarımıza İslĂ‚m karakter ve şahsiyetini mîras bırakmak en muhim vazifelerimizdendir.
Dîni bilmemekten kaynaklanan cĂ‚hilĂ‚ne bir başka sual ise şoyle:
Sual: “Biz putperestleri eleştiriyoruz ama biz de KĂ‚be ’nin etrafında donuyoruz.” KĂ‚be bir işaret noktasıdır.
KÂBE, BİR İSTİKAMET NOKTASI
Rabbimiz ’in şiarları vardır. KĂ‚be, Haceru ’l-Esved, SafĂ‚ ve Merve tepeleri, hac ibĂ‚detinde vakfe yapılan Arafat ve Muzdelife, mîrĂ‚cın gercekleştiği ilk kıblemiz Beyt-i Makdis gibi yerler, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın «meş‘ar, şiĂ‚r» olarak belirlediği mukaddes mekĂ‚nlardır.
Bunlara hurmet etmek, takvĂ‚dandır.
İnsanların kendi uydurdukları kudsiyetler ise merduttur. Dînin kāidelerini koyma (teşr&#238 salĂ‚hiyeti Rabbimiz ’e mahsus olduğu gibi; ibĂ‚det icin kıble, mekĂ‚n, rukun belirleme salĂ‚hiyeti de yalnızca Rabbimiz ’e aittir.
CenĂ‚b-ı Hak, meleklere hitĂ‚ben;
«Âdem ’e secde edin!» buyurmuştur. Melekler bu emre itaat etmiş, iblis ise isyan etmiştir.
Hazret-i Âdem ’e doğru yapılması emredilen secde, -hĂ‚şĂ‚ona kulluk secdesi değildir. Âdem -aleyhisselĂ‚m- orada AllĂ‚h ’a îfĂ‚ edilecek secdenin bir işareti, bir merkezî noktası hĂ‚lindedir.
KĂ‚be icin de vaziyet aynıdır. AllĂ‚h ’a gercekleştirilen secdenin, istikamet noktasıdır. Kıble birliği; dağınıklığı giderir, mu ’minleri tek bir noktada intizam hĂ‚linde birleştirir.
Mescid-i Haram avlusunda birlikte namaz kılan bir cemaatin muhteşem hĂ‚li, ne guzel bir vahdet manzarasıdır!
Dînimizde her şey, Kitap ve Sunnet gibi esaslara dayandırılır. Bunlara edille-i şer‘iyye denilir. İbĂ‚detlerin tevkîfî sahasında kıyas da yapılamaz. Bu sebeple KĂ‚be, putlar gibi değildir. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın emriyle, Hazret-i İbrahim tarafından inşĂ‚ edilmiştir.
Mevzunun anlaşılması icin, şu kıssayı okumak yerinde olacaktır:
Hazret-i Omer, Haceru ’l-Esved ’e yaklaşıp opmuş ve şoyle demiştir:
“–Cok iyi bilirim ki sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parcasısın... Fakat seni; Rasûlullah optuğu icin opuyorum.” Fıkıhta kāidedir: KĂ‚be, farazĂ‚ mevcut mahallinden kaysa, o yerinden ayrılan binanın kudsiyeti ortadan kalkar. Zira kudsiyet mekĂ‚ndadır. Taş duvarlarda değildir. Nitekim tarihte birkac kez yenilenmiştir.
Sual: “Ya hıristiyan veya ateistler haklıysa?” Onların haklı olmasına ihtimal yoktur. Her şey ortadadır. Hıristiyanlığın nasıl beşer mahsûlu bir din hĂ‚line geldiğini evvelki sayfalarımızda anlattık. Ateizmin nasıl bir korluk ve hamĂ‚kat olduğunu da ifade ettik. Bunlara rağmen, ya haklıysa gibi bir duşunce yersizdir.
Fakat burada şunu zikredelim:
Dehrî (ateist, Ă‚hireti inkĂ‚r eden) bir şahıs, Hazret-i Ali ’ye;
“–Bu dunyada boş yere yorulup duruyorsunuz. Ya cennet, cehennem yoksa?” der.
Hazret-i Ali ’nin cevabı şoyle olur:
“–Sizin dediğiniz doğruysa ben bir şey kaybedecek değilim. (Zaten İslĂ‚m ’ın emirleri, guzel bir insan olmanın îcaplarıdır.)
Fakat ya benim dediğim doğruysa ve cennet var ise siz ne kaybedeceğinizin farkında mısınız? Cehennem hak ise -ki elbette hak- siz nereye gireceğinizin farkında mısınız?”
Din, hayatın butun muhtevĂ‚sını icine almalıdır. Bir beşerin butun suallerine cevap vermelidir. Butun beşerî dinler bu hususta nĂ‚kıstır. Hayatın sadece belli noktalarına temas edebilmiş, onda da isabet edememişlerdir.
Her suĂ‚le cevap verebilen bir din ancak Allah katından gelebilir. Bu din de İslĂ‚m ’dır.
Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi:
“Allah katında din, İslĂ‚m ’dır...” (Âl-i İmrĂ‚n, 19)
FİZİK KANUNLARI, O KANUNLARI YARATANI TAHDİT EDEBİLİR Mİ?
Sual: “KelĂ‚m dersinde mûcizeler olduğunu işitiyoruz ama hicbirinin delili yok. Sadece anlatılıyor, bana gore delil yok.” Bu itirazı dile getiren kişilere hatırlatalım ki, o mûcizelere gozleriyle şahit olanların bir kısmı da îmĂ‚n etmediler. “Sihirdir, illuzyondur, gozumuzu boyadın!” deyip gectiler, inanmadılar.
Şuphesinde menfî olan kişilerin mûcizeyi kabulde zorlanması; zihninin, kĂ‚inatta cĂ‚rî olan kanunları mutlak ve zarûrî kabul etmesinden kaynaklanır.
HĂ‚lbuki duşunseler, o kāideleri de CenĂ‚b-ı Hakk ’ın koyduğunu bilirler.
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın koyduğu kanunlar, O sonsuz kudreti sınırlandırmaz.
Ayrıca insan yine bilmelidir ki, insanlık o kāidelerin tamamını ihĂ‚ta etmiş değildir. İstisnĂ‚lardan habersizdir.
MeselĂ‚ daha once hic mıknatıs gormemiş bir kişi; taş gibi bir maddenin, bazı metalleri cektiğini kabul edemez. Ama gorup oğrenince artık hayret etmez. Mûcizeleri var eden CenĂ‚b-ı Hakk ’ın daha ust kāideleri var da biz onları bilmiyor isek, mûcizeleri anlayamayız. Fakat inkĂ‚r etmemiz asla doğru olmaz.
Bugun insanlar; bilim-kurgu filmlerinde, boyutlar arasında pencerelerin acıldığını, eşyanın ve insanların uzaklara ışınlandığını, zamanda yolculuk yapıldığını seyrediyor ve o mantığın icinde bunları kabulde zorlanmıyor. “Bugun biz bu tekniğe ulaşmadık fakat senaryoda tasavvur edilen Ă‚lemde bu mumkun.” diyor ve seyrediyor.
Aynı şahıs; Âlemlerin Rabbi, her şeyin yaratıcısı olan Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın, her şeye kādir olduğunu, yapmak istediği bir şey icin sebepleri de derhĂ‚l yaratabileceğini nicin kabul etmesin?
İnsanlar daha evvel; «beta, gama, alfa» gibi ışınları da bilmiyordu. Fakat bugun oğrenmiştir. CenĂ‚b-ı Hak, insana verilen ilmin cok az olduğunu bildirmiştir. (Bkz. el-İsrĂ‚, 85) İnsan azıcık ilmiyle, bu keşifleri adım adım binlerce yıl gayret ederek gercekleştirebilmiştir. İnsanın emekleye emekleye geliştirdiği tekniğe inanıyorsun da, AllĂ‚h ’ın sonsuz kudretini mi kabul edemiyorsun?
HattĂ‚ bazı Ă‚limler, mûcizelerin insan icin ilim ve teknik bahsinde bir ufuk cizdiğini soylemişlerdir.
Nitekim;
Hazret-i İbrahim; icine atıldığı ateşte, mûcize olarak yanmadı. Bugun insanlar ateşte yanmayan elbiseler, boyalar vs. îcat ediyorlar.
Hazret-i İsa; mûcize olarak oluleri diriltti, tedavisi bilinmeyen hastalıkları ve doğuştan Ă‚mĂ‚ları iyileştirdi. Bugun tıpta durmuş kalpleri şok ile yeniden calışır hĂ‚le getirme vb. mudahaleler ve gecmişte bilinmeyen tedaviler, nakiller bulunmuştur.
Hazret-i Suleyman; ruzgĂ‚rlarla, bir aylık yurume mesafesini bir gunde aşıyordu. Bugun insanlık, ucaklarla dunyanın bir ucundan bir ucuna bir gunde ulaşabiliyor.
Bunlar dahî, mûcizelerin hakikat olduğunu idrĂ‚k etmemize yardımcı olabilecek hususlardır. Zira insan dahî ust uste koyduğu gayretlerle, kudretini geliştirip, dun yapamadığını bugun yapabilir hĂ‚le gelirken; Kādir-i Mutlak olan CenĂ‚b-ı Hakk ’ın mûcizelerine nicin hayret edilsin?
Sual: “Allah, nicin onceki kitapların bozulmasına izin vermiştir?” CenĂ‚b-ı Hak, Kur ’Ă‚n ’ı kıyĂ‚mete kadar korumayı taahhut etmiştir.
Cunku ondan sonra bir daha kitap inmeyecektir. Onceki dinlerde ise surekli peygamber ve vahiy tazeleniyordu.
Zira insanların ihtiyacları ve toplumun yapısı değişe değişe gelmekteydi. 124.000 kusur peygamberin her biri, akāid sĂ‚bit olmak uzere, gonderildikleri toplumun husûsiyetlerine gore şerîatlerle gelmişlerdir.
Sual: “İcki oncekilere yavaş yavaş yasaklanırken bizlere neden direkt haram kılındı?” Tedrîcîlik, vahiy inerken gercekleşti. Sonunda, din ikmĂ‚l oldu. Elbette ikmĂ‚l olandan geriye donulmez. Bu, keyfî bir davranış olur.
Fakat eğitimde bu tedrîcîlik esası yine devam eder. MeselĂ‚ bugun İslĂ‚m ile ilk defa tanışan bir fert yahut topluma tebliğde bulunurken, elbette bir sıralama gozetilir. Fakat bu, şerîati iptal mĂ‚nĂ‚sı taşımaz. Sadece musluman firĂ‚setinden ve basîretinden neş ’et eden bir uygulama kolaylığıdır.
MeselĂ‚ Peygamberimiz Hazret-i MuĂ‚z ’ı Yemen ’e gonderirken şoy