
İman nedir ve nasıl olmalıdır? İman etmenin gereklilikleri nelerdir? İmanımız bizleri nelerden mesul kılar?
ÎMAN, EN BUYUK NİMET...CenÂb-ı Hakk ’ın uzerimizde en buyuk in‘Âmı ve ihsÂnı, bizleri İslÂm ile şereflendirmesidir. Bizleri îmÂn etmeye nÂil kılmasıdır.
Îman; kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır. Yani kalpten doğar ve oradan lisÂna ve hayatımıza, amellerimize, davranışlarımıza ve guzel ahlÂkımıza yayılır.
Îman, zihnin işi değildir. İnanmak icin elbette doğru bilgiler lÂzımdır. Fakat bilmek, doğrudan inanmayı meydana getirmez.
İblis; CenÂb-ı Hakk ’ın kudret ve azametini elbette biliyordu, fakat O ’nun Hazret-i Âdem ’e gosterdiği teveccuhe haset etti, Âlemlerin Rabbi ’nin emrine isyÂn etti ve onunla cidÂle girişti. Rabbimiz; “İblis, kÂfirlerden oldu.” buyurur.
Tarihte nice mûcizelere şahit olmuş, kendilerini davet eden peygamberlerin ahlÂkına, doğruluğuna ve durustluğune vicdÂnen soyleyecek hicbir şey bulamadığı hÂlde, nefsÂniyetlerinden yukselen haset, kin ve gayz gibi menfî duygular yuzunden îmÂn edemeyen, Firavun, Ebû Cehil ve Velid bin Muğîre gibi niceleri gelmiştir. Yani nice munkirler, vicdÂnen kabul ettikleri hÂlde kibirlerinden oturu reddetmişlerdir.
Cunku îman, kalbin işidir. Muallim Cûdi Efendi, bu hakikati şoyle ifade eder:
HidÂyet Sen ’den olmazsa dirÂyet n ’eylesin y Rab! Arapca bilse de Bû Cehl ’e Âyet n ’eylesin y Rab!
Şu hakikati de ifade etmek gerekir ki;
İslÂm akıl ustudur. O Âlemlerin Rabbi tarafından gelmiş, en ustun hakikattir. AllÂh ’ın yaratıp, insana hediye ettiği akıl ile, AllÂh ’ın tÂlimatlarını, dînini olcup bicmeye, tartıp değerlendirmeye kalkmak hadsizlik olur.
Bu nokta, dînin teslîmiyet gerektiren tarafıdır. Zaten îman, gaybîdir. Olumden itibaren perdeler kalkıp da, insanoğlu melekleri ve uhrevî Âlemin diğer alÂmetlerini gorduğunde, zaten îman imtihanı sona ermiş olacaktır.
Onemli olan, hayatta iken, rasûllere ve kitaplara îtimat ve îmÂn edip, kalbinden nefsÂnî ve şeytÂnî şuphe ve vesveseleri atarak, teslîmiyet ile inanmaktır.
Kur ’Ân ’ın CenÂb-ı Hak tarafından Hazret-i Peygamber ’e vahyedildiğini, onda va‘dedilen istikbÂle ait uhrevî hakikatleri kabul etmek zihinle değil, kalple mumkun olur.
Diğer taraftan; İslÂm ’ın îmÂn edilmesi îcÂb eden hakikatleri, selîm bir aklın tereddut etmeden kabul edeceği mÂhiyettedir. Yani İslÂm, akıl dışı değildir. BilÂkis, aklı terbiye ederek onu gercek bir akl-ı selîm hÂline getiren yuce bir hakikat ve kudrettir. Yoksa insan, ebedî husranın cehÂlet ve hamÂkatinde mahvolur gider. Yani akıllar, İslÂm ile akıllı hÂle gelir.
Bu yolda;
Kur ’Ân ve Sunnet; tevhid, nubuvvet ve Âhiret mevzularında ikn edici deliller serdeder.
Peşin hukumlu bir bakış, muzır bir şuphe ve vesveseci bir tereddut ile yaklaşmayan her kalp, İslÂm ’ın apacık vicdÂnî delillerinden, burhanlarından istifÂde eder ve bedîhî / apacık hakikati gorur ve îmÂn eder.
Cunku insanın hayal ve havsalası dÂhilinde akla gelebilecek her suÂle İslÂm cevap vermiştir. Hayatımızı en mukemmel şekilde tanzim etmiştir.
İslÂm; muslumanların, hatt butun insanların yegÂne surur, mutluluk ve huzur recetesidir.
Âkif ne guzel soyler:
Îmandır o cevher ki, İlÂhî, ne buyuktur! Îmansız olan paslı yurek, sînede yuktur!..
Îman huzurdur. Îmansızlık ise; gayesizlik, huzursuzluk, zillet ve suflîliktir. Kalbin vîrÂneye donmesidir. Her inkÂr ve isyan;
“Nicin var oldum? Bu cihan nicin yaratıldı? Yaratılış gayem nedir?” gibi suallere bîgÂne kalarak, nefsÂnî bir hayata zebûn olma hamÂkatidir.
Îmansızlık, hayat sermÂyesini fÂnî arzular karşılığında tuketen ebedî bir iflÂstır. Sonu cehenneme cıkan beyhûde
bir kacıştır. Cunku kacacak yer yoktur. YegÂne sığınak ve barınak, CenÂb-ı Hak ’tır.
Kur ’Ân-ı Kerim bize insanlık tarihinden sahneler sunmuştur. Peygamberimiz de, Âhirzamana dair tablolar hÂlinde hadîs-i şeriflerle bizleri îkaz buyurmuştur.
MÂzîde de Âhirzamanda da; ortak nokta şudur:
İnsanlık, maddî zenginlik ve refahla karşılaştığında, dînî ve mÂnevî değerlerden uzaklaşıp, nefsÂnî arzularına zebûn olduğunda; kibirlenmiş, îmandan uzaklaşmış, yaratıcıyı veya dîni yahut da Âhireti inkÂr yolunu tutmuştur.
İcinde fıtraten var olan inanma duygusunu, bÂtıl veya muharref kendi uydurduğu sozde dinlerle tatmin etmeye calışmıştır. Buna, «atalarımızın dîni» veya «Benim hayat felsefem bu!» yahut «İstediğim şekilde inanırım!» yahut da «Boyle inanmak beni rahatlatıyor!» gibi, kelime oyunlarından ibaret hissî bahaneler de uydurmuştur. LÂkin Rabbimiz hepsine «inkÂr» muhrunu vurmuştur.
Makbul bir îman, Rabbimiz ’in arzu ettiği, vahiyle tarif ettiği ve rasûlleriyle bildirdiği, yaşanan bir îmandır.
Fertlerin veya başına buyruk rÂhiplerin yahut da konsil ve benzeri muesseselerin kendi kendilerine esaslar oluşturup, onlara; «Bu da bizim dînimiz!» demesi, bir cinnet mahsûludur.
Nitekim, devrimizdeki yuzlerce fırka ve hizbe bolunmuş Hıristiyanlık, tamamen boyle bir manzara arz eder.
CenÂb-ı Hak, teslisin kufur olduğunu, Hazret-i İsa ’nın sadece AllÂh ’ın kulu ve elcisi olduğunu bildirmiştir.
Yahudilik de, muhteris ve dalÂlete sapmış din adamları tarafından tahrif edilmiş, bir ırk dînine dondurulmuş, muharref bir yapıdadır. HÂlbuki butun ırkların sahibi CenÂb-ı Hak ’tır.
Batıda akıl ve bilimin ilerlediği devirlerde, bircok ilim adamı Hıristiyanlığın bu akıl dışılığı karşısında, dinden soğudu. Buna bir infiÂl olarak dinsizliğe yonelenler oldu. Fakat vicdÂnen bu kÂinÂtın bir yaratıcısının olduğunu, yaratılışın da bir gayesinin olduğunu kabul edenler, kendilerini hem muharref Hıristiyanlığı reddetmek hem de yaratıcıyı kabul etmek gibi bir durumun icinde buldular. Buna bir kılıf, bir ad olarak da tarihte kadîm Yunan ’dan beri bilinen bÂtıl bir inanış olan deizmi buldular.
HÂlbuki; muharref Hıristiyanlık ne kadar tevhidden uzak ise, sadece yaratan, ama gerisine karışmayan bir tanrı anlayışı olan deizm de kufurdur ve merduttur.
Duşunselerdi;
Hıristiyanlık tahrif olduysa, ondan sonra CenÂb-ı Hak bir peygamber ve bir kitap daha gondermeli değil midir?
Gondermiştir de:
İşte İslÂm, Kur ’Ân ve Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz...
Bu hakikati, ehl-i kitaptan da nice bahtiyarlar gorduler.
SelmÂn-ı FÂrisî -radıyallÂhu anh- İran ’dan başladığı hakikati arama yolculuğunda yıllarca rÂhiplerin yanında dolaşmış, kole olmuş, satılmış ve sonunda araya araya Efendimiz ’i bulmuştu.
Bir Yahudi hahamı iken sahÂbe-i kirÂma dÂhil olan Abdullah bin SelÂm -radıyallÂhu anh-, Peygamberimiz ’i gorur gormez;
“‒Bu yuz yalan soylemez!” diyerek îmÂna koşmuştu.
Dun de bugun de yarın da, hak din İslÂm ’dır.
Allah katında, yegÂne din, İslÂm ’dır.
Hazret-i Âdem ’in de, Hazret-i Nûh ’un da, Hazret-i İbrahim ’in de, Hazret-i Musa ’nın da, Hazret-i İsa ’nın da tebliğ ettikleri din, İslÂm ’dır.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Yuzakı Yayıncılık, Aklın Cinneti DEİZM
İslam ve İhsan