AllÂh TeÂlÂ, insan icin takdîr buyurduğu fiilleri iki kısımda tecellî ettirmiştir. Ef ’Âl-i ıztırÂriyye (zarûrî fiiller) ve Ef ’Âl-i ihtiyÂriyye (tercihe bağlı fiiller)...EF'ÂL-İ IZTIRÂRİYYE (ZARÛRÎ FİİLLER) Bunlar kendi arzu ve isteğimizin dışında gercekleşir ki, tamamen kader ve kazÂnın tecellîsinden ibarettir. Bunun aksine hareket asl mumkun değildir. Doğmak, olmek, dirilmek, uyumak, acıkmak, cesedî yapımız, omur suremiz ve benzeri durumlar hep kaderin bu kısmına dÂhildir. Bunlara kader-i mutlak da denir ki, insanoğlu zarûreten tÂbî olduğu bu fiillerden mes ’ûl değildir. Kaderin bu kısmına dÂhil olan hususlarda kaz vakti gelince insanların goren gozu gormez, işiten kulağı duymaz olur.
Hazret-i MevlÂn buyurur:
“Kaz gelip catınca, balıklar kendilerini denizden dışarı atarlar. Havada ucan kuşlar, yerde kendileri icin hazırlanan tuzaklara koşmaya başlarlar.”
“Boyle bir kader ve kazÂdan ancak yine kader ve kazÂya kacanlar kurtulabilir.”
Zîr AllÂh TeÂl buyurur:
“... AllÂh ’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.” (el-AhzÂb, 38)
Ancak kader deyince meydana gelen Âfet vesÂire anlaşılmamalıdır. Kader, bir mÂnÂda kÂinÂttaki dengeyi ve o dengenin ilÂhî olcusunu ifÂde eder. AllÂh TeÂl buyurur:
“Biz, her şeyi bir kadere/olcuye gore yarattık.” (el-Kamer, 49)
Onun icin kaderin hukmunu tenkit, bir cehÂlet, tabiri cÂizse bir hamÂkattir. Zîr onun hukmu, dÂim yerli yerincedir. Mesel icinde yaşadığımız Âlemde bir an ve bir milimetre dahî şaşmayan bir denge ile devamlı donen ve dunyÂmızı aydınlatan guneş hakkında onun keyfine gore davranıp da dunyÂdan uzaklaşacağı veya dunyÂya yaklaşacağı tarzında mu ’min-kÂfir kimsenin bir tedirginliği ve guvensizliği yoktur. Herkes inanır ki guneş, bir an dahî şaşmayan belirli bir nizÂm icinde hergun doğar ve batar. Bunun gibi musbet-menfî meydana gelen her hÂdisenin de hikmeti bilindiği takdirde bilÂ-istisn soylenecek yegÂne soz dÂim “En doğrusu bu!” ifadesinden, yÂni ilÂhî programı tasdîkten ibÂrettir. En munkir kÂfirler bile kendi bunyelerinde takdîr olunan ilÂhî tenÂsup, nizÂm ve cihazların işleyişi karşısında gayr-i ihtiyÂrî bu hakîkate hayrÂn olurlar. İlÂhî takdîr programından musÂade-i ilÂhî cercevesinde cozulebilen her sır, tenkit şoyle dursun kÂfir de olsa akl-ı selîm her beşeri, Âdet ebedî bir hayret ve şaşkınlık vadisinde dolaştırmaktadır. Bu hususta ileri geri konuşanlar, sadece takdîrin sırrından bî-haber olan, akıl ve idrÂk mahrûmlarıdır. Bunlar, hayır-şer, doğru-yanlış, hak-bÂtıl bilmeyen cehÂlet kurbanlarıdır.
EF'ÂL-İ İHTİYÂRİYYE (TERCİHE BAĞLI FİİLLER) CenÂb-ı Hakk, kendi irÂdesinden tefrîk ile kullarına cuz ’î ve izÂfî bir irÂde lutfetmiştir. Kul, bu irÂdenin kullanılması ile vucûda gelen fiillerden dolayı onlar hayırsa mukÂfÂta nÂil olur, şerse mucÂzÂta dûcÂr olur. AllÂh, kulun murÂd ettiği ve irÂdesini o yolda sarfetmek istediği oluşa yaratıcı sıfatıyla dÂhil olur. Boyle fiillerde yaratıcı sıfatının yanında bir de yapma sıfatı vardır. Bu, kula Âiddir. Ancak CenÂb-ı Hakk, kulun her fiiline hÂlık sıfatıyla dÂhil olup da o fiilin gercekleşmesine imkÂn vermez. Kulların arzu edip de yapamadığı işler, bu kabîldendir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi lÂzım olan temel mÂlumatın dışında kaderle meşguliyet doğru değildir. Zîr kader oyle bir kilittir ki, onun anahtarı yalnız CenÂb-ı Hakk ’ın elindedir. Kulun idrÂkinin uzerinde bir keyfiyettir. Onun sırrına vukûfiyet, ancak cennetliklerin bazısına ikrÂm olunur. Dolayısıyla o kilidi acmaya kalkışmak, haddini bilmemezlik olur. HÂl boyleyken, yÂni kader ve kaz insana bildirilmemişken bazı gÂfillerin:
“Kaderim kotu yazılmış!” diyerek kendi kendilerine birtakım hukumler vermek sûretiyle hayatlarında mes ’ûliyet sahalarından kacmaya kalkışmaları ve yaratılış gÂyelerine ters bir şekilde davranmaları ne kadar abestir.
Diğer taraftan AllÂh katında zaman mevcud olmadığından CenÂb-ı Hakk icin olacak bir şeyin bilinmesi olmuş bir şeyin bilinmesi kadar basittir. Biz, zamanlı bir Âlemde fikir yuruttuğumuzden AllÂh ’ın olacak şeyleri bilmesini, onun tarafından takdîr ve Âdet icbÂr gibi telÂkkî etmeye meyyÂliz. Bu, zamansız duşunememizden doğan bir zaaf ve acziyetten başka bir şey değildir. Oysa zaman perdesi kalktığında her şey aynı anda muşÃ‚hede edilir. Nitekim AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- mi‘rÂc gecesindeki muşÃ‚hedelerini aktarırken bir yandan ezel Âlemine vÂkıf olarak:
“Kaderi yazan kalemin gıcırtılarını duydum.” (HÂkim, Mustedrek, II, 405) buyurmuş, diğer yandan da ebed Âlemini seyr ile:
“AbdurrahmÂn bin Avf, şu şu şekilde cennete giriyordu.” buyurarak onun cennete girişini anlatmıştır.
Zaman kaydından cıkarılarak Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e mi‘rÂc gecesi ikrÂm edilen bu hakîkat, CenÂb-ı Hakk icin her zaman vÂriddir. Zîr O, zaman kaydından munezzehtir.
Dolayısıyla zaman husûsundaki zaaf ve acziyyet perdemizi araladığımızda goruruz ki, AllÂh TeÂl kullarına mes ’ûliyetleri olcusunde irÂde, irÂdeleri olcusunde mes ’ûliyet vermiştir. Bu boyle olmasaydı RahmÂn ve Rahîm olan AllÂh, kullarına herhangi bir mes ’ûliyet yuklemez ve onları emir ve nehiylerini yapıp yapmama husûsunda hesÂba cekmezdi. Onun kullar icin mes ’ûliyet ve hesÂbı takdîr buyurması, buna mûcib olacak bir seviyede irÂde ve ihtiyÂrı (istediğini yapabilme) takdîr buyurduğunu gosterir. Bu gerceği goremeyenlere Hazret-i MevlÂn tefekkur Âleminden şoyle seslenir:
“Kul kader ve kazÂya teslîmiyet gosterirse, mukÂfÂtı AllÂh ’ın rızÂsını kazanmak olur. Bu rızÂyı gorenler icin kader ve kazÂ, şeker helvası gibi tatlıdır; yuzleri mutebessim kılar.”
“Eğri gidersen kalem eğri yazar, doğru gidersen seÂdet doğurur.”
“Bir hırsız polis tarafından yakalanınca ona dedi ki: «Efendim, yaptığım iş AllÂh ’ın hukum ve takdîridir.» Bunun uzerine polis şu cevabı verdi: «A efendi, benim yaptığım da AllÂh ’ın hukum ve takdîridir. Hem kabahati işle hem de kadere havÂle eyle; bu akıllının işi değildir.»”
“Sozun hulÂsası şudur ki: Şeytan, insana şerri; rûh da hayrı gosterir. İhtiyÂr (tercih etme) istîdÂdı olmasa, ne diye uğraşırlardı ki!”
“Bizde gorunmeyen gizli bir tercih/istediğimiz gibi yapma kabiliyeti var. Gonulde iki ayrı duşunce, yÂni birbirine zıt fikir zuhûr edince bu kÂbiliyet nasıl araya giriyor bak! O zaman «Acaba hangisi benim icin faydalı?» diye fikir yurutuyor ve birinde karar kılıyorsun! Bunda da kimse seni yonlendirmiyor. Eğer ihtiyÂrın olmasaydı, boyle mi olurdu?”
“Akıl bakımından cebre inanmak, pek buyuk gaflettir. Cebre inanan kendi duygusunu da inkÂr ediyor demektir. Cebriyye, aklı vasıtasıyla şu dunyÂda ne işler yapıyor, ne dolaplar ceviriyorken; tutup da aklı nasıl inkÂr ediyor? Eğer insanda irÂde ve tercih olmasaydı, şu iyi, bu kotu, guzel, cirkin v.s. tabirler zuhur eder miydi? Ey dost! Duygu ve istîdÂdı nisbetinde hayvan bile idrÂk hÂlinde. Ama elbette bunun mÂhiyetini anlamak cok ince bir şey!”
“Eğer insanlara ihtiyÂr verilmemiş olsaydı, şifÂyı tabipten değil doğrudan doğruya AllÂh ’tan istemen gerekmez miydi? Hastalık sana ne guzel de ihtiyÂrı tasdik ettiriyor.”
“İhtiyÂrın yoksa yarın şunu yapayım, bunu yapayım veya yapmayayım tarzında bitip tukenmek bilmeyen planların nedir? Bu planları ihtiyÂrı olmayan yapabilir mi?”
“Ey cebrî! «Kulda ihtiyÂr yok!» derken gûy Hakk ’tan aczi gidermek gÂyesindesin, fakat gormuyorsun ki onun kulu mes ’ûl tutmasındaki sırrı inkÂr ederek -hÂşÃ‚- AllÂh ’a bilgisiz, ne yaptığını bilmeyen beşerî bir sıfat izÂfe etmektesin! O HallÂk-ı Âlem, vermediği bir husûsiyetin tezÂhurunu isteyip kullarına zulum eyler mi? Sen aklını başına devşir de CenÂb-ı Hakk ’ın nicin kullarına «şunu yap veya yapma» diye emir verdiğinin hikmetini kavra! Onun bu emir ve nehyi bile verdiği ihtiyÂr kabiliyet ve istîdÂdının bir nişÃ‚nesidir.”
“Hem don de kendi Âlemine bir bak; AllÂh ’tan başkasında ihtiyÂr yoksa neden malını calan hırsıza ofkeleniyorsun. Neden birilerini duşman biliyor ve onlara gece-gunduz diş biliyorsun? Nasıl oluyor da ihtiyÂrı olmayanların sırtına gunah ve suc muhrunu vuruyorsun? Demek ki ihtiyÂr var! Yoksa hapishanelere ne luzum vardı!”
Burada ifÂde edilmesi gereken bir husus daha vardır:
Kula Rabbi tarafından lutfedilen butun imkÂn ve iktidÂrlara ilÂveten bunları kullanmak husûsundaki irÂde ve ihtiyÂra, ehemmiyetinden fazla değer vermek ve aklı her şeyin uzerine cıkarmak da, cehÂletin eseridir. Nitekim ilimden ziyÂde irfÂn arttıkca, beşerî irÂde ve ihtiyÂrın kullî irÂde karşısında ne kadar kucuk olduğu kolaylıkla kavranır. NihÂyet kucuk bir kırıntı hukmunde bir nasîb olan irÂde-i cuz ’iyye, “fen fillÂh”a eren kullarda yok denilecek kadar azalır. İşte bazı Âriflerin beşerî irÂde ve ihtiyÂrı inkÂr tarzında telÂkkî olunan soz ve hareketleri, bu gerceğin bir tezÂhurudur. Onlar beşerî irÂdeyi mutlak yoluyla mahkûm etmeyip ilÂhî irÂde karşısında yok kabul edilecek bir kucuklukte gorurler. Hele AllÂh ’ın, kullarının “goren gozu, tutan eli” olması tarzında gercekleşen fen fillÂh yolunda ilerleyenler icin cuz ’î irÂde, guneş ışığı altında mum alevinin eriyip bitmesi ve nihÂyet yok olması gibidir.
Şu misÂl cÂlib-i dikkattir:
Son devir erenlerinden Şeyh Muhammed Nûru ’l-Arabî ’nin beşerî irÂdeyi inkÂr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu, SultÂn Abdulhamîd Han Hazretleri de duyar ve Hazret-i Pîr ’i huzûr derslerine cağırttırıp orada kendisine bu mes ’elenin sorulmasını irÂde buyurur. FermÂn yerine getirilerek Şeyh Muhammed Nûru ’l-Arabî ’den mes ’elenin keyfiyeti suÂl olunduğunda Hazret, şoyle cevap verir:
“Ben umûmî mÂnÂda irÂde-i cuz ’iyye yoktur deyip onu inkÂr etmedim. Ancak bir kısım insanlar icin onun yok hukmunde olduğunu soyledim. Cunku evliyÂullÂhın buyukleri, dÂim huzûr-i ilÂhîde olduklarının idrÂki icinde yaşadıkları icin irÂde-i cuz ’iyyelerinde tezÂhur ve tahakkuk şansı mevcûd değildir. Bu sebeble kendi irÂdelerine değil, mulkunde bulundukları CenÂb-ı Hakk ’ın irÂdesine tÂbî olarak hareket ederler. Aksi hÂlde, edebe mugÂyir davranmış ve kusur işlemiş olurlar. Mesel bizler şimdi pÂdişÃ‚hın huzûrundayız. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrÂdemizi, bizi ihÂta eden irÂde-i pÂdişÃ‚hîye rağmen isteğimize gore kullanmamız mumkun değildir. Oysa bir de dışarıdaki gÂfillere ve diğer mahlûkÂta bakın; gÂyet serbest ve irÂdelerinde hurdurler.”
Bu temel esasları derinleştirdiğimizde karşımıza îzÂha muhtac pek cok mes ’ele cıkar ki, bunlar ilm-i kelÂm munÂkaşalarına sermÂye olmaktan ileriye gitmez. İşin ozu kısaca şudur:
Kul, bir irÂde sÂhibidir. Bu irÂde veya kudret, ona CenÂb-ı Hakk tarafından bahşedilmiştir. AllÂh TeÂl ’nın her oluşta irÂdesi bulunmakla birlikte, rızÂsı sadece hayırdadır. Bir hocanın gÂyesi, talebesinin bilgi ile mucehhez olup sınıf gecmesidir. Talebe calışmaz ise hocanın yapacağı bir iş yoktur. Yine bir doktorun vazîfesi de, hastasını şifÂya kavuşturmaktır. Hasta, verilen receteyi tatbîk etmez ise, artık gelişen menfî neticeden sadece hastanın kendisi mes ’ûldur. Doktora herhangi bir curum isnÂd edilemez.
Bu itibarla zuhur eden mukadderÂt, irÂdî isteklerimizden ibÂret olduğundan, mes ’ûliyyet husûsunda kaderi bahane ederek kendimizi mÂzur sayamayız.
İbÂdetsiz veya kotu yola duşen bir kimsenin: “Ne yapayım, kaderim boyle imiş!” demesi gaflet muktezÂsıdır. Namaz kılmak isteyen bir kimseye CenÂb-ı Hakk kılma sebeplerini ihsÂn eder; kılmak istemeyenlere de mÂnî sebepler vererek kıldırtmama tecellîsinde bulunur.
Kendimizi işlediğimiz gunÂhlardan mÂzur gostermek ise, “kadere buhtÂn” etmek demektir ki, akılsızlık ve edebsizlik olur.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, İslam İman İbadet
İslam ve İhsan
"KADERE TESLİM OLAN SELÂMET BULUR"
İNSANIN KADERİNİ KİM BELİRLER?