İnsan, îman sÂyesinde “mu ’min” olur. CenÂb-ı Hakk ’ın 99 esmÂsından biri olan “el-Mu ’min” kelimesinin ilÂhî mÂnÂsı, gonullerde îman nûru meydana getiren, kendine sığınanlara eman verip onları koruyan, îtimad telkin eden, vaadine guvenilen demektir.Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“İnsanlar yalnız «inandık» demekle hic imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?
ŞÃ‚nım hakkı icin onlardan oncekileri de imtihan ettik. Elbette Allah, (dîn ve îman dÂvÂsında) sÂdık olanlarla yalancıları bilmektedir.” (el-Ankebût, 2-3)
EN BUYUK DAVA Unutmamak gerekir ki “Îman” en buyuk dÂvÂdır. Her dÂv ve iddiÂ, ispatlanmaya muhtactır. İspat icin de, delil ve şÃ‚hide ihtiyac vardır. CenÂb-ı Hak da, bu Âlemde biz kullarını îmanda sadÂkat ve samîmiyet husûsunda her vesîle ile imtihan ederek onun bedelini odememizi ve ona gercekten sahip olduğumuzu ispat etmemizi istemektedir.
“ŞEFKAT AL HALKİLLÂH” Bir kimse ne kadar “ben merhametliyim, sabırlıyım” dese de, hayatında sabır ve merhamet tezÂhurleri yoksa, bu tamamen lafızda kalmış kuru bir iddi demektir. Fakat “şefkat al halkillÂh” yani butun mahlûkÂta HÂlık ’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakıp imkÂnları nisbetinde bu yolda butun gayretiyle hizmet edebiliyorsa, o insan gercekten merhametlidir. Yani bir kimse, kendisi icin istediğini, diğer mahlûkat icin ne nisbette istiyorsa, kendi imkÂnlarını paylaşmaya ne kadar hazırsa, şefkat ve merhamette o kadar merhale kat etmiş ve o kadar Hazret-i Peygamber ’in ahlÂkına burunmuş demektir.
PEYGAMBER AHLAKI Peygamber ahlÂkıdır ki; yakılmış bir karınca yuvası gormek, O ’nu dehşete getirmiş ve huzne gark etmiştir. Cunku O, butun Âlemlere rahmet olarak gonderilmiş olduğundan bu vasıfla museccel bir merhamet ve şefkat Âbidesiydi. O ’nun yolunda aşk ile yuruyenler de aynı husûsiyetlerle muttasıf oldular. Nitekim torbasının uzerinde bir karınca goren BÂyezid-i BistÂmî Hazretleri de, yureğindeki şefkat ve merhamet sebebiyle, o karıncayı tekrar yuvasına goturup bırakmadan huzur bulamamıştır.
AHLAKIN ŞAHİDİ İşte ahlÂkın şÃ‚hidi, o ahlÂkın gerektirdiği davranışlardır.
CenÂb-ı Hak, Peygamber Efendimiz ’in bir vazîfesinin de “şÃ‚hitlik” olduğunu bildirmektedir. AllÂh ’ın hak ve hakîkat olduğuna, mu ’minlerin îmÂnına, kÂfirlerin de kufrune, dunya ve Âhirette şÃ‚hitlik etmek...
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Ey Peygamber! Biz Sen ’i hakikaten bir şÃ‚hit, bir mujdeleyici ve bir uyarıcı olarak gonderdik. AllÂh ’ın izniyle, bir davetci ve nur sacan bir kandil olarak (gonderdik). Allah ’tan buyuk bir lutfa ereceklerini mu ’minlere mujdele.” (el-AhzÂb, 45-47)
Bu mujdeye nÂil olmak icin ummet-i Muhammed olarak bizlere duşen, bir omur O Zirve ŞÃ‚hid ’e yaklaşmak ve bunun icin de O ’nun ahlÂkı uzerinde yoğunlaşmaktır. Bu ise, adım adım O ’nu takip etmekle mumkundur ki her bakımdan buna mecbûruz. Cunku Âyetteki şÃ‚hitlik vazîfe ve mes ’ûliyeti, mu ’minler uzerine de terettub etmektedir. Bu hususta Âyet-i kerîmelerde şoyle buyurulur:
“De ki: (Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da Resûlu de mu ’minler de gorecektir. Sonra goruleni ve gorulmeyeni bilen AllÂh ’a donduruleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (et-Tevbe, 105)
“İşte boylece sizin insanlığa şÃ‚hitler olmanız, Resûl ’un de size şÃ‚hit olması icin sizi mûtedil bir millet kıldık…” (el-Bakara, 143)
ALLAH ’IN YERYUZUNDEKİ ŞAHİDİ CenÂb-ı Hak, biz mu ’minlerin, îmanda, îtikadda, muÂmelÂtta, ahlÂkta, velhÂsıl dînin her noktasında “AllÂh ’ın yeryuzundeki şÃ‚hidi” olmamızı arzu etmektedir.
Bu ilÂhî arzuyu yerine getirmek icin îmÂnın birinci şartı olan “AllÂh ’a îmÂn”ın da hayata intikal ettirilerek şÃ‚hitlendirilmesi gerekir.
“İMAN KALP İLE TASDİK, DİL İLE İKRAR”DIR En oz tÂrifiyle “îman; kalp ile tasdîk, dil ile ikrar”dır. Yani once kalbin, îman umdeleri hakkındaki butun inkÂr ve şuphe marazlarından arınmış olarak ve mutmain bir hÂlde tasdîki gerekir. Buna gore sırf sozde kalan, kalbe nakşolmayan, amellere aksetmeyen, kişinin hayatının butun safhalarında belirleyici olmayan bir îmÂnın sıhhatinden soz edilemez.
İnsan, îman sÂyesinde “mu ’min” olur. CenÂb-ı Hakk ’ın 99 esmÂsından biri olan “el-Mu ’min” kelimesinin ilÂhî mÂnÂsı, gonullerde îman nûru meydana getiren, kendine sığınanlara eman verip onları koruyan, îtimad telkin eden, vaadine guvenilen demektir. Bu ismini îman edenlere bahşeden Hak TeÂlÂ; bununla, yani “mu ’min” sıfatıyla vasıflanan kullarında, ona gore tecellîler gormeyi murÂd etmektedir. Zira bu da îmanda sadÂkatin bir delîlidir.
İMAN NASIL KUVVETLENİR? Yine; “AllÂh ’a inandım” demek, hayatın her safhasında;
“Allah benim bu hÂlimden, bu fiilimden, bu duygu ve duşuncemden rÂzı mıdır? AllÂh ’ın Resûlu (s.a.v.) benim yanımda olsa, acaba bana tebessum mu ederdi, yoksa benden yuzunu mu cevirirdi?” hÂlet-i rûhiyesi icinde olabilmektir. ÎmÂnın ozu budur. Onun kemÂli de; kalbin, bu şuur ve idrÂk ile hassÂsiyet kazanmasıdır.
AllÂh ’a îmÂna bağlı olarak zarûrî diğer butun îman esaslarını da aynı cercevede değerlendirmek gerekir. Yani AllÂh ’a îmandan sonra meleklerin, mukaddes kitapların, peygamberlerin, Âhiretin, kaderin, hayır ve şerrin Allah ’tan olduğunun, olumden sonra dirilişin muhakkak gercekleşeceğinin tasdîk edilmesi ve onların mÂhiyeti hakkında kalpte bir şuur oluşması îcÂb eder.
Butun bunlardan gelen mesajların; akılda, kalpte, vicdanda, iz ’anda, velhÂsıl butun idrak melekelerinde yuksek bir irÂde hÂline gelerek, kişinin hÂl ve davranışlarını kontrol altına alması ve doğru yone istikÂmetlendirmesi gerekir. İşte îman, ancak o zaman taklitten tahkîk kıvÂmına yukselir.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Ebedi Yol Haritası İslam, Erkam Yayınları



İslam ve İhsan