CenÂb-ı Hakk ’ın adÂleti ve mazlumların duÂsını kabul etmekteki hakkāniyetini bilen bir kişi, en kucuk bir haksızlık yapmaktan dahî cok buyuk bir endişe duymalıdır. İnsanların birbirlerine en cok zulm ettiği bu donemde insanların en cok ihtiyac duyduğu "adalet" mazlumun ahı ile elbet yerini bulur ve mazlumun ahı elbet cok cetindir...ALLAH'IN ADALETİ ELBET YERİNİ BULUR

Allah TeÂl ’nın mubÂrek esmÂsı icinde; «el-Hak, el-Adl ve el-Muksıt» isimleri de yer alır. CenÂb-ı Hak; adÂletlidir, adÂletle muÂmele edenleri sever. AdÂletin zıddı zulumdur. CenÂb-ı Hak, mazlumların haklarını zalimlerin yanında bırakmaz. Hakkı tecellî ettirir ve hakkı sahibine verir. Ekseriy bu dunyada dahî zalim zulmunun cezasını bulur ve mazlum, hakkına kavuşur. Bu dunyada tahakkuk etmese de, Yevmu ’d-dîn yani cez ve mukÂfat gununun MÂlik ’i olan AllÂhu AzîmuşşÃ‚n, mahkeme-i kubrÂda adÂlet terazilerini kuracak ve o gun hic kimse en kucuk bir haksızlığa uğramayacak, butun mazlumlar ise haklarına kavuşacaktır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَحْكَمِ الْحَاكِم۪ينَ

“Allah, hukum verenlerin en ustunu değil midir? (Elbette oyledir!)” (et-Tîn, 8)

CenÂb-ı Hakk ’ın adÂleti ve mazlumların duÂsını kabul etmekteki hakkāniyetini bilen bir kişi, en kucuk bir haksızlık yapmaktan dahî cok buyuk bir endişe duymalıdır.

Hazret-i MevlÂn der ki:

“Bu dunya, bir dağa benzer. İşlerimiz, yaptıklarımız da seslenmek gibidir. Seslerimiz; guzel de olsa, cirkin de olsa, dağa carpar, doner yine bize gelir.”

Yani hayatta kaz ve kader olarak karşılaşılan hÂller de, insanın yaptıklarının neticesidir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَمَا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍ

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yuzundendir. (Bununla beraber) Allah coğunu affeder.” (eş-ŞûrÂ, 30)

Bunun bir istisnÂsı vardır. Peygamberler ve «evliyaullÂh»ın başına gelen musîbetler, terfî-i derecÂt icin, CenÂb-ı Hakk ’a yaklaşmada derece kazanmaları icin gelen imtihanlardır. Zira Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurmuştur:

“En cok cile cemberinden gecen peygamber benim.” (Bkz. Tirmizî, KıyÂmet, 34/2472)

KİMSENİN YAPTIĞI YANINA KÂR KALMAZ

Şu kıssa, kaderin işleyişindeki adÂlet nizÂmının guzel bir îzÂhıdır:

Beşinci AbbÂsî halîfesi Harun Reşid, sarayın bahcesindeki bir gul fidanını cok beğenir. Bahcıvana; şekli, eşsiz kokusu ve mustesn rengiyle pek zarif olan bu gulu îtin ile korumasını emreder.

Bahcıvan da sultandan aldığı bu emir dolayısıyla, gulun uzerine Âdet titremeye başlar. Her seher vaktinde ilk işi, o gulun bakımını eksiksiz yapmak olur. Yine bir sabah gulun bakımını yapmak icin yanına gittiğinde bir de bakar ki, gulun dalına konan bir bulbul, ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere duşurmuş. Gulun dallarında tek bir yaprak bırakmamış. Buyuk bir korku icerisinde halîfeye koşup;

“–Sultanım!” der. “Uzerine titrediğimiz gulun yapraklarını bir bulbul gagalayarak yere dokmuş, gulun ustunde tek bir yaprak bırakmamış.”

Harun Reşid, bahcıvanın soylediklerini sukûnetle dinledikten sonra, telÂş gostermeden şoyle der:

“–Uzulme bahcıvan efendi, uzulme! Bulbulun yaptığı yanına kÂr kalmaz.”

Sultanın bu cevabı uzerine rahat bir nefes alan bahcıvan ise işine doner. Aradan henuz birkac gun gecmiştir ki, bahcıvan, gulun yapraklarını duşuren bulbulu bir yılanın yakaladığını ve yutmak icin otların arasında kaybolup gittiğini gorur.

Heyecanla yine halîfeye gelir;

“–Sultanım!” der. “Cok sevmiş olduğunuz gulun yapraklarını doken bulbulu bir yılan yakalamış, yutarken gordum.”

Sultan yine telÂşsız;

“–Merak etme efendi!” der. “Bulbulun Âhı yılanda kalmaz. O da ettiğini bulur.”

Bahcıvan yine işine doner. Bir ara bahcede calışırken, bulbulu olduren yılanın otların arasından kendisine yaklaşmakta olduğunu gorur. Hemen elindeki kureğiyle vurarak yılanı oldurur.

Yine halîfenin huzûruna gelip sevinc icerisinde;

“–Sultanım! Bulbulu olduren yılanı, ben de bahcede kureğimle oldurdum.” diyerek durumu anlatır.

Harun Reşid yine sakin;

“–Bekle bahcıvan efendi bekle!” der. “Yılanın Âhı da sende kalmaz. Sen de yaptığının karşılığını gorursun.”

Nitekim cok gecmez, bahcıvan işlediği bir hata sebebiyle halîfenin huzûruna cıkarılır ve cezalandırılması istenir. Halîfe de onun zindana atılmasını emreder. Askerler, yaka paca zindana doğru gotururken geriye donen bahcıvan Sultana şunları soyler:

“–Sultanım! «Bulbulun yaptığı yanına kÂr kalmaz!» dediniz, onu yılan yuttu. «Bulbulun Âhı yılanda kalmaz!» dediniz, onu da ben oldurdum. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, zira sen beni zindana attırıyorsun. Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor da, senin ki mi kalacak?.. Demek sana da bir yapan cıkacak; oyle ise gel sen bana yapma ki, bir başkası da sana yapmasın.”

Harun Reşid bir muddet sukût ettikten sonra, bahcıvana hitÂben; «Doğru soyledin!» diyerek askerlere şu emri verir:

“–Bırakın bahcıvanı, ciceklerini sulamaya devam etsin.”

Bunun uzerine, Sultan ile bahcıvan arasındaki konuşmaya şahit olan bir kimse şoyle der:

“–Sultanım, gereken cezasını vermediğiniz takdirde bahcıvanın yaptığı yanına kalmış olacak.”

Harun Reşid, bu sozler uzerine şu hakikati ifade eder:

“–Hayır! Kimsenin yaptığı yanına kÂr kalmaz. En ağır şekliyle Âhirette odemeye tehir edilir! Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kÂr kaldı sanır.”

Zulum ve haksızlık CenÂb-ı Hakk ’ın asla rÂzı olmadığı, haram kıldığı bir kotuluktur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَا لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَ

“İyi biliniz ki AllÂh ’ın lÂneti zalimler uzerindedir.” (Hûd, 18)

Zulmun kahır ve lÂnetinden kurtulmanın tek yolu; haksızlıklardan uzak, kul haklarına riÂyetkÂr bir hayat yaşamak ve muhtemel kul hakları husûsunda mutlaka helÂlleşmektir. Fahr-i KÂinat -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize bu îkazda bulunmaktadır:

“Kimin uzerinde din kardeşinin ırzı, nÂmusu veya malıyla ilgili bir zulum varsa; altın ve gumuşun bulunmayacağı kıyÂmet gunu gelmeden evvel o kimseyle helÂlleşsin.

Yoksa kendisinin sÂlih amelleri varsa, yaptığı zulum miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulum yaptığı kardeşinin gunahlarından alınarak onun uzerine yukletilir.” (BuhÂrî, MezÂlim, 10, Rikāk, 48)

DÂVUD PEYGAMBER VE ADAMIN HİKAYESİ

Hazret-i MevlÂnÂ, zulum ve haksızlığın bu dunyada da coğu kez zalimin yanına kÂr kalmadığını şu kıssa ile anlatır:

RivÂyete gore DÂvud Peygamber zamanında bir adam vardı. Bu adam hep şoyle du ederdi:

“YÂ Rabbî! Bana zahmetsiz, eziyetsiz bir zenginlik ver!”

Bu adam sabahtan akşama kadar, akşamdan da ertesi gun kuşluk zamanına kadar bu duÂda bulunurdu. Halk onun bu garip hÂline gulerdi. Fakat o; gulenlere de, alay edenlere de aldırmaz yine duÂsına devam ederdi.

Bir gun, o zavallı adam; kuşluk vaktinde yine ağlayıp inleyerek, bu ceşit duÂlar edip dururken birden bire bir okuz, adamın evine doğru yoneldi. Boynuzu ile kapıya vurup kilidini kırdı. Paldır kuldur evin icine girdi. Adam da hemen sıcrayıp kalktı, onun ayaklarını bağladı. Hic durup duşunmeden hemen okuzun boğazını kesiverdi.

Ona gore Allah onun duÂsını kabul etmiş, kolay rızkını gondermişti. Başka bir ihtimal aklına dahî gelmiyordu. Hayvanın derisini yuzsun diye kasabı cağırmaya gitti.

Meğer o okuz kasabın imiş. O okuzun sahibi vaziyeti gorunce;

“–Ey haksızlıkla, zulumle benim okuzumu aşıran!” dedi. “Sen bana borclusun! Ey ahmak, ey hileci! Neden benim okuzumu kestin? İnsafa gel, soyle!” dedi.

Adam da dedi ki:

“–Ben Allah ’tan rızık istiyordum, gece-gunduz kıbleye donup du ediyordum. Uzun zamandan beri ettiğim o du kabul edildi; okuz geldi. Ben de, rızkım ayağıma kadar geldiği icin onu kestim, işte sana cevap!..”

Bu cevap uzerine okuzun sahibi ofkelendi, adamın yakasına yapıştı; yuzune de birkac defa yumruk attı.

“–Gel ey zalim ahmak!” diye onu ceke suruye DÂvud Peygamber ’in huzûruna goturdu.

Adam;

“–Ben du ettim. Allah gonderdi.” dedikce, kasap da;

“–Du ile ele bir şey gecseydi, kor ve dilenciler muhteşem ve muazzam birer bey olurlardı.” diyordu.

Du eden adam ellerini semÂya acıp;

“–Y Rabbî! Benim du edişimi, Sen ’in de onu kabul buyuruşunu Sen ’den başka kimse bilmez. AllÂh ’ım, o duÂyı benim gonlume Sen verdin; gonlumde yuzlerce umit uyandırdın. Bana yardım eyle!” diye niyaz etti.

Hasmı ise;

“–Amca, ne diye yuzunu goğe doğru cevirmişsin? Bana dondur de doğru soyle!” diye cıkışıyordu.

DÂvud Peygamber evinden dışarı cıkınca, o adamları gordu ve;

“–Ne var, ne oluyor?” dedi. Meseleyi her iki taraf da anlattı. İşin zÂhirinde kasap haklıydı. Fakat işin icinde başka bir sır var gibiydi.

DÂvud -aleyhisselÂm-;

“–Ey okuzunu isteyen!” dedi. “Bugun git; bu dÂvÂyı bugun bırak, bana muhlet ver! Ben halvet yerine gideyim, namaza durayım da, bu hÂlleri, bu sırları bilen CenÂb-ı Hak bana onların hikmetini tecellî ettirsin.”

Allah ona ne gosterdi ise tam gosterdi. İntikama lÂyık olan kişinin kim olduğunu anladı. Ertesi gun butun dÂvÂcılar geldiler, DÂvud Peygamber ’in onunde saf oldular.

Evvelki gibi iddia tekrarlandı; dÂvÂcı o fakir hakkında bircok kotu sozler soyledi.

Hazret-i DÂvud okuz sahibine dedi ki:

“–Sus, bu fakiri kotulemekten ve bu dÂvÂdan vazgec! Okuzunu bu muslumana helÂl et, iş bitsin!”

Okuz sahibi ortalığı velveleye vererek bağırıp cağırmaya başladı:

“–Eyvahlar olsun! Bu nasıl hukum, bu nasıl adÂlet?”

DÂvud -aleyhisselÂm- hukmunu daha da ağırlaştırdı:

“–Ey inatcı kişi! Cabuk, butun malını mulkunu ona bağışla! Yoksa işin fena olur. İşte sana soyluyorum; yaptığın butun kotulukler, zulumler meydana cıkar.”

Adam da «eyvah, vah vah» diyerek feryat etmeye başladı:

“–Ey peygamber! Her an zulmu artırıyorsun.” diye sızlandı.

Hazret-i DÂvud yine gurledi:

“–Haydi git; oğulların da, eşin de onun kulu-kolesi, cÂriyesi oldu. Bundan fazla soz soyleme!”

Adam bu sozleri duyunca deli gibi oldu. İki eli ile goğsune taş vuruyor, ne yapacağını bilemediği icin yukarı, aşağı koşuyordu.

Halkın da kafası karıştı. Bu nasıl hukum idi?

“–Ey secilmiş peygamber! Bu davranış, bu hareket sana yakışmaz; bu apacık zulumdur! Bir gunahsızı hicbir sucu yok iken kahrettin…”

DÂvud -aleyhisselÂm- dedi ki:

“–Dostlar, bu adamın gizli tuttuğu sırrının acığa cıkma zamanı geldi. Hepiniz kalkın, şehrin dışına cıkalım. Cıkalım da, gizli sırrı anlayalım.

FilÂn ovada buyuk bir ağac vardır. Dalları coktur, gurdur, birbirine bitişmiştir. Yalnız onun dibinden bana kan kokusu geliyor. Bu bedbaht adam, bir kole idi. Orada efendisini oldurmuştur.

AllÂh ’ın hilmi, şimdiye kadar o cinayeti ortmuştu. Fakat sonunda; bu zalimin şukretmeyişi, oldurduğu efendisinin coluğuna, cocuğuna hic yardımda bulunmaması, o fakirleri, bir lokma ile olsun aramaması, eski hakları aklına bile getirmemesi, o sırrı acığa vurdu.

Bu lÂnetlenmiş adam, şimdi de efendisinin oğlunu bir okuz icin yere vuruyor. Allah onun gunahını ortmede idi, fakat kendisi kendi eli ile gunahın ustundeki perdeyi kaldırdı.”

O ağacın altına vardılar. Hazret-i DÂvud ’un gosterdiği yeri kazdılar. Kasabın oldurduğu efendisinin başı, kātil kasabın adının yazılı olduğu bıcak orada cıktı.

“Efendini oldurup malını aldın. Allah, onun hÂlini bana acıkladı. Senin karın da onun cÂriyesi idi. O da oyle bir efendiye cef etmişti. Ondan doğan erkek-dişi butun cocuklar, oldurulen kişinin mirascısı olan bu adamın mulkudur. Sen kolesin, senin butun kazancın, malın, mulkun onun mulkudur. Şerîat, adÂlet istiyordun; işte şerîat!

AllÂh ’ın hilmi; zalim ve kātillerin cezasını bir muddet bırakır, ama zulum haddini aşınca, onu meydana cıkarır.”

Hazret-i MevlÂnÂ, bu kıssayı remizlerle de îzah eder. İnsanın mÂhiyetinde, «nefs-i emmÂre»; «kalbin / aklın» tahtını haksızlıkla işgal eder. Onun zulmunden kurtulmak icin insanın bir peygambere, bir murşide başvurması gerekir. Nefis bertarÂf edilmedikce, kalp hakikî mÂnevî rızka erişemez.

Kıssanın bir hikmeti de, helÂl kazancın husûsî bir sûrette muhafaza edilmesidir.

Hızır -aleyhisselÂm- ile Musa -aleyhisselÂm- ’ın sırlarla dolu yolculuklarının ucuncu sahnesi de buna bir başka misaldir:

“Yine yuruduler. Nihayet bir koy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak koy halkı onları misafir etmekten kacındı. Derken orada yıkılmak uzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Musa dedi ki:

«–Dileseydin, elbet buna karşı bir ucret alabilirdin!»

(Hızır) şoyle dedi:

«–İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin ic yuzunu haber vereceğim!»” (el-Kehf, 77-78)

HIZIR -ALEYHİSSELÂM- KISSASI

Hızır -aleyhisselÂm- bu davranışının hikmetini şoyle îzah etti:

“Duvara gelince, şehirde iki yetim cocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları ise, sÂlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki, (duvar sağlam olsun, cocuklar zayıf iken hazine ortaya cıkmasın) o iki cocuk guclu cağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini cıkarsınlar…” (el-Kehf, 82)

Bu hÂdiseden anlıyoruz ki, CenÂb-ı Hak, helÂl kazancı korur. HelÂl kazanc, -AllÂh ’ın izniyle- zÂyî olmaz.

Kıssanın bir başka hikmeti de haksızlıkların ortaya cıkmasıdır:

“Kan uyumaz, cinayet gizli kalmaz. Kātili aramak ve bulmak arzusu her insanın gonlune duşer. KıyÂmet gununun sahibi olan AllÂh ’ın adÂleti, şunun bunun gonlunden baş gosterir.

Herkes gunahlarını orten perdeleri bu dunyada kendi elleri ile yırtar.”

Şair ilÂhî adÂleti şoyle ifade etmiştir:

ZÂlim yine bir zulme giriftÂr olur Âhir,

Elbette olur ev yıkanın hÂnesi vîran.

Halkımız da;

“Alma mazlumun Âhını, cıkar aheste aheste.”

“Mazlumun Âhı, indirir şÃ‚hı!” şeklinde sozlerle bu hakikatler husûsunda îkaz etmişlerdir.

Dunyada zalimin zulmunun hemen cezasını bulmayıp, ilÂhî adÂletin tehir edilmesi; bazen muhlet bazen de mekr icindir.

Muhleti değerlendirip tevbe istiğfÂr ile, helÂllik isteyerek, yol actığı haksızlıkları telÂfi etmek sûretiyle hÂlini ıslah eden kişi; AllÂh ’ın affını umabilir.

Fakat tevbe etmeyip, zulmunde devam edenler; her gecen gun, uğrayacakları kahır ve azabın şiddetini artırmış olurlar.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Rasûlum!) Sakın, AllÂh ’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gozlerin dışarı fırlayacağı bir gune erteliyor.” (İbrÂhîm, 42)

Bu sebeple uzerinde bir hak olan kişi, derhÂl, hakkı sahibine teslim etmelidir. Yaptığı haksızlıkları telÂfi cihetinde gayret etmeli, helÂlleşmeli, istiğfarda bulunmalıdır.

Peygamber Efendimiz ummetini bu hususta cok îkaz buyurmuştur.

Kendileri irtihallerine sebep olan hastalığa yakalanmadan bir gun once Medine ’nin Cennetu ’l-Bakî‘ denilen mezarlığına gitmişler, oradaki mevtÂlar icin;

“–Ey buyuk AllÂh ’ım! Burada yatanlardan mağfiretini esirgeme!” diyerek du buyurmuşlardı. (Ahmed, III, 489) Âdet mevtÂlarla vedÂlaşıyor, helÂlleşiyorlardı.

Sonra ashÂbını topladı onlara îkazlarda bulundu:

“Ey insanlar! Kimin uzerine gecmiş bir hak varsa, onu hemen odesin; dunyada rusv olurum demesin! İyi biliniz ki dunya rusvÂlığı Âhiret rusvÂlığından cok hafiftir.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, II, 255; Taberî, Tarih, III, 191)

Sonra Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, tavsiyesini kendisi uzerinde de gostermek ve bizlere en guzel bir numûne olmak icin şoyle buyurdu:

“Nihayet ben de bir insanım. Aranızda bazı kimselerin hakları gecmiş olabilir.

Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun!

Kimin malından sehven almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400)

İşte bizim medeniyetimiz!

HelÂlleşmek, cok muhimdir. Olumden sonra da vefat edenlerin yakınları, kul haklarını ed gayretinde olmalıdır.

Nitekim Peygamber Efendimiz, bir mevt getirildiğinde bir akrabasını cağırtırdı ve sorardı:

“Mevt uzerinde kul hakkı var mı? Borcu var mı?”

Cenaze namazını ona gore kılardı. Eğer kul hakkı var ise; odenmezse, helÂllik olmazsa onun namazını kıldırmazdı…

Bir misÂlini Ebû KatÂde -radıyallÂhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e, namazını kıldırması icin bir adam(ın cenazesi) getirildi. Ancak -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Onun uzerinde borc var, arkadaşınızın namazını siz kılın!” buyurdu.

Ben;

“–(Borc) benim uzerime olsun, ey AllÂh ’ın Rasûlu.” dedim.

“–SadÂkatle mi ?” dedi.

“–SadÂkatle!” dedim.

Bunun uzerine cenazenin namazını kıldı. (Tirmizî, CenÂiz, 69; NesÂî, CenÂiz, 67)

Âlemlere Rahmet Peygamberimiz ’in kul hakkına bu derecede hassÂsiyet gostermesinden ibret almak gerekir.

Bugun de cenazelerde;

“Hakkınızı helÂl ediyor musunuz?” diye sorulmakta, insanlar;

“HelÂl olsun!” demektedirler. Ancak bu tatbikat, Âdet yerini bulsun kabîlinden yapılmakla da; odenmemiş borclar, sahibine teslim edilmeyen haklar yerine gelmiş olmaz. Bu sebeple, aslen bu hadîs-i şerifte olduğu gibi; vefat eden kişinin yakınlarına, olenin borclarını odemelerinin, uzerindeki hakları yerine getirmelerinin cok muhim olduğunu ifade etmek îcÂb eder.

Bugun maalesef cok kimsenin ehemmiyet vermediği gıybetin de bir kul hakkı olduğunu unutmamak gerekir. CenÂb-ı Hak gıybet edenler hakkında;

“Arkadan cekiştirmeyi (yani gıybeti), yuze karşı eğlenmeyi Âdet edinen herkesin vay hÂline! (Yazıklar olsun!..)” (el-Humeze, 1) buyurmaktadır.

Gıybet, kalpteki kibir ve gurur hastalığının cirkin bir tezÂhurudur. Cekiştirdiği kişinin kusurunu diline dolayarak, o kişinin kendisinin aşağısında olduğunu ifade etmeye calışmaktır.

İmam-hatip lisesinde okurken sosyoloji grubu derslerimize giren Nurettin TOPCU Hocamız bir gun derste dedi ki:

“«Nazarlardan taşan mÂn ibÂdullÂhı istihkar.» diyen şair buyuğumdur!”

Mehmed Âkif; bu mısrayı halkına tepeden bakan, inanc ve ahlÂk mahrumu, ozune yabancılaşmış nÂdanları tasvir icin ifade etmişti.

Bugun maalesef, istihkar, yani AllÂh ’ın kullarını hor gorme cirkinliği coğalmıştır. Kalpteki bu hastalık; gıybet, nemîme gibi gunahların anasıdır. Mu ’min; kıyÂmette hesabının sorulacağını unutmayarak, kalbini kibir ve istihkardan, dilini de gıybet, yalan, hakaret, nemîme ve benzeri cirkinliklerden temizlemelidir.

Rabbimiz muvaffak eylesin.

CenÂb-ı Hak, cumlemizi nefsimize zulmetmekten ve kul hakkına girmekten muhafaza buyursun. Dunyada iken helÂlleşebilmeyi nasip buyursun. Rûz-i mahşere kul hakkıyla cıkmayan bahtiyarlardan eylesin.

Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yuzakı Dergisi 2016 Ay: Mayıs Sayı: 135
İslam ve İhsan