Tasavvufun amacı maneviyat yolcularını ihsan makamına eriştirmektir, Peygamber Efendimizin tarif ettiği uzere “sanki Rabbimizi goruyormuş gibi” O ’na kulluk etmelerini mumkun kılmaktır. İhsan mertebesine ulaşan mumin Rabbin bakışı onunde olduğu şuuru ile amel eder. Boylece imanını yakinî hale getirir.İmam Rabbani ’ye gore yukarıda ifade edilen bu hedef sufiler icin cok onemlidir. Bazılarının zannettiği gibi tasavvuf sufiyi diğer insanlardan farklı inanc ve amellere goturmez, sufinin iman esasları ile herhangi bir Muslumanın iman esasları aynıdır, farkla ki tasavvuf sufiyi imanını yakîn seviyesine ulaştırmaya yoneltir.

TAKLİDİ İMAN VE YAKİNEN İMAN

Yakinî iman, Kuran ve sunnette bildirilen, Allah ’ın zat ve sıfatlarına dinin gayb olarak nitelendirdiği ahiret ahvaline en ufak bir şuphe olmadan inanmaktır. Bunu bir ornek ile anlatırsak Allah Teala Kuran da RezzÂk olduğunu tum mahlukatının rızkını bizzat Kendisinin verdiğini haber vermektedir. Şimdi bu vadin hak olduğunu bilen ve Allah ’ın Rezzak sıfatına şuphesiz iman eden bir kul, rızkı biraz gec kaldığında haram işlemez, hırsızlık, gasp, yalan gibi haramlara sarılmaz. Rızıktaki gecikmenin bir imtihan olduğunu bilir ve ahirette hesaba yakinen iman ettiği icin de harama duşmez. Her ne kadar başkaları gibi sebeplere sarılsa da o sebeplere değil sebeplerin Sahibine guvenir. Bu kesin imanın en guzel ifadesini İbn Ataullah el-İskenderî hazretlerinin şu hikmetinde bulmaktayız. “Yeryuzu bakır, gokyuzu de cam kesilse (yer bitkilerin cıkmasına, gokte yağmurun inmesine izin vermese) rızık konusunda en kucuk bir şupheye duşmem.”

Sufilere gore yakinî mertebeye ulaşmayan, insanın amel ve duygularına yon veremeyen bir iman ancak taklidi bir imandır. Boyle bir Musluman sırf anne babası ve cevresi inandığı icin bazı şeylere inanır ama en ufak bir gucluk ile karşılaştığında imanına aykırı iş yapmaktan cekinmez. Sanki ahiret, hesap, mizan yokmuş gibi davranır. Bir ornek vermek gerekirse bir insan icinde zehir olduğuna kesin inandığı bir suyu icmez, hatta zehir olma ihtimali olsa yine icmez. Kendisine zararı dokunacak konularda insan vehim ve zan ile bile hareket eder. Uhrevi konularda ise aynı insan son derece rahattır, imanına bir zan kadar bile kulak vermez. İmam Rabbani bu tur insanların psikolojisini şu şekilde tasvir eder:

“Sûret Musluman olmak, ben Muslumanım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn (kesin inanc) hÂsıl etmesi lÂzımdır. HÂlbuki yakîn nerede? Bunların imanının bir zan veya vehim kadar bile değeri yok. Cunku akıllı insanlar tehlike durumunda vehme ve zanna bile itibar eder (tehlikeden kacarlar). Ayrıca, Hak TeÂl Kur ’Ân-ı Kerîm ’inde: “Allah, yapdıklarınızı hep gormektedir” (HucurÂt, 49/18) buyurmaktadır. Bu ilahi uyarıya rağmen bu insanlar kotu işleri acıkca işlemektedirler. Eğer yaptıkları curumleri, sıradan bir insanın gorduğunu bilseler, onun gozu onunde kotu işleri asla yapamazlar.” (73. mektup)

AKSİYONA DONUŞMEYEN İMAN

Allah ’ın Basîr sıfatını bildiği halde haram işleyen kimse fiilî olarak inkar icindedir. İmam Gazali bunun sebebini Muslumanların coğunun taklidi iman seviyesinde kalmasına bağlar. Diğer dinlerin insanları gibi Musluman birisi de genelde anne babasını, aile cevresini taklit ederek Musluman olur. Sırf başkaları yaptığı icin namaz kılar, oruc tutar, camiye gider. İmanı da şekilseldir, kalbe inmemiştir. Ona gore bu tur bir iman akıl baliğ oluncaya kadar faydalı olsa da, akıl kemale erdiğinde o kişi imanını yakinî hale getirmek durumundadır. Tevbe bolumunde bu konuyu ele alan Gazali en zor tevbenin bu tur gafil insanların taklidi imandan tevbelerinin olduğunu soyler. Cunku taklidi iman sahibi inancsızların aksine kendini tam bir Musluman olarak gormekte ve eksiğinin farkına varamamaktadır. Gazali kamil iman ile taklidi imanın farkını Arapların selviye de balkabağına da ağac ismi vermelerine benzetir. Yazın kabak buyuk yaprakları ile ovunerek selviye “ben de sen gibi ulu bir ağacım” der, selvi ise kabağa, “sonbahar ruzgarları esmeye başlayınca kim gercek ağacmış goruruz” şeklinde cevap verir. Bu misalde gorulduğu gibi olum ruzgarları esmeye başlayınca ancak selvi gibi duzgun ve sağlam imanlar ayakta kalacak, kabak bitkisi gibi olanlar ise ruzgarın onunde savrulacaktır. İmam Rabbani de aksiyona donuşmeyen iman sahiplerinin tutumlarını değerlendirmeye devam eder ve şoyle der:

“O hÂlde bu insanların durumu şu ikisinden biridir: Ya, Allah TeÂl ’nın verdiği habere inanmıyorlar, yahut da Allah TeÂl ’nın gormesine ehemmiyyet vermiyorlar. İşte, boyle davranışlar imandan mıdır, kÂfirlikten mi?” (73. mektup)

İMANIN GEREĞİNİ YERİNE GETİRMEYEN

Aslında imanın gereğini yapabilmenin en onemli şartı ahirete, oradaki mahkeme-i kubraya, hesaba inanmaktır. Bu dunyada amellerimizin karşılığını coğu zaman goremeyiz, zira burası tohum ekme yeridir ahiretin tarlasıdır. Mevlana ’nın tabiri ile burada buğday eken orada buğday; arpa eken ise arpa bicecektir. Dunyada verilen her tur infaklara sadaka denmesinin sırrı burada kendini gosterir. Zira sadaka sıdk kokunden gelmekte olup, Allah icin verenin ahirete olan sağlam inancına delildir. Zira ahirette karşılığını goreceğine inanmayan bir insan bu dunyada asla sadaka veremez.

İmam ’a gore iman ettim dediği halde gereğini yapmayanların icinde bulunduğu her iki durumda birbirinden daha cirkindir. Bir insan kimsenin gormediği yerde bir hata işleyebilir ama aynı hatayı bir sultanın karşısında işlerse belki de bu hatanın cezası olarak hayatını kaybeder. Halbuki alemlerin Sultanı olan yuce Rabbimiz bizi her an gormektedir, ve bize dilediği anda dilediği cezayı vermeye kadirdir. Peki zayıf olan imanı nasıl kuvvetlendirir ve yakîn haline getirebiliriz. İmam ’a gore bunun en kısa ve kolay yolu farzlardan sonra yapılacak olan zikir ve tefekkurdur:

O hÂlde, boyle bir insanın (gencin) yeniden imanını tazelemesi gerekir. Hz. Peygamber (s.a.v.): “L ilÂhe illallah, diyerek imanınızı yenileyiniz!” (Ahmed, Musned, no. 8695) buyurmuştur. Sonra, Allah TeÂl ’nın razı olmadığı işlerinden samimi olarak tevbe etmelidir. Yasak ettiği, haram eylediği şeylerden de sakınmalıdır. Beş vakit namazı cemaat ile kılmalıdır. Gece kalkıp teheccud namazı kılabilirse, ne mutlu! (73. mektup)

AMELE DONUŞMEYEN BİLGİ VE İNANCIN SIHHATİ YOKTUR

Netice olarak sufiler imanlarının ve bilgilerinin gereğini yerine getiren kimselerdir. Onlara gore amele donuşmeyen bilgi ve inancın sıhhati yoktur:

“Biliyorum ki bu nasihatlerin ve meselelerin coğu sizin kulağınıza ulaşmıştır. Ancak maksat amel etmektir, sadece bilmek değil. Kendi hastalığının ilacını bilen bir hasta o ilacı icmeden iyileşemez. İlacı bilmek fayda etmez. Butun bu ısrar ve mubalağa, amel icindir. İlim (bilmek), sÂhibine karşı ahirette delil olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) şoyle buyurmuştur: “Kıyamet gununde azabı en şiddetli olan kişi, Allah ’ın, kendisine ilminden fayda vermediği Âlimdir” (TaberÂnî, es-Sagîr, nr. 507).

Bazı tarikatlarda ahiret murakabesi şeklinde bir uygulama bile vardır. Şazeli tarikatının buyuklerinden mufessir İbn Acibe bunu şoyle anlatır: Akşam olunca sÂlik sakin bir koşeye oturup kendini muhÂsebe eder, ibadet ve itaat haricinde boş gecirdiği her nefes icin kendini sığaya ceker. Buna muşÃ‚rata denir. Bu şekilde geceleyen sÂlik, sabah uyandığında nefsine şoyle der: “Ey nefis bu yeni bir gundur ve senin aleyhine ahirette şahit olacaktır. Bu yeni gunu seni Allah ’a daha cok yaklaştıracak amellerle doldurmaya bak. Eğer dun olmuş olsaydın bugun elde ettiğin hayır ve derecelerden mahrum kalacaktın.” (İbn Acibe, Miracu ’t-teşevvuf, s. 15)

Giderek maddileşen, ahireti gundemimizden cıkaran bu gunlerde yukarıda verilen nasihatleri yerine getirmeye ne kadar da cok ihtiyacımız var! Rabbimiz bizlere tahkiki imanı ve ahirete olan imanımızın gereklerini yapmayı nasip etsin.

Kaynak: Prof. Dr. Suleyman Derin, Altınoluk Dergisi, 370. Sayı
İslam ve İhsan