Hadîs-i şerîfte'de buyrulur: “Nasıl yaşarsanız oyle olursunuz, nasıl olurseniz oyle dirilirsiniz!..” (MunÂvî, Feyzu ’l-Kadir, V, 663) Hayatlarını bu şuurla değerlendirebilen ornek muʼminlerin tÂrihe nakşolmuş ibret ve hikmet dolu vefatlarından birkac misal:
HÂLİD BİN VELÎD (RA)
İslÂm tÂrihine sayısız zaferler armağan eden, Mûte gunu elinde dokuz kılıc parcalanan[1], uc bin kişilik İslÂm ordusuyla yuz bin kişilik duşmanın gozunu korkutan, Yermukʼte destanlar yazan, Sûriye fÂtihi, nebevî ifÂdeyle “AllÂhʼın kılıcı” olan HÂlid bin Velid -radıyallÂhu anh- hicrî 21 yılında Humusʼta hastalanmıştı. Yanında silÂh arkadaşları vardı. VefÂt edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra:

“‒Nice kılıclar elimde parcalandı. İşte bu, olumumu gorecek olan son kılıcımdır. Beni en cok uzen; hayatı hep savaş meydanlarında gecip yatak yuzu gormemiş olan bu HÂlidʼin yatakta olmesidir. RasûlullÂhʼın hicbir ashÂbı rahat yatağında olmedi; ya harp meydanlarında veya uzak beldelerde dîn-i İslÂmʼı yayarken gurbette şehîd oldu.

Âh HÂlid! Şehîd olamayan HÂlid! Harp benim etimi ciğneyemedi. Şehidlik mertebesi hÂric, elde etmediğim makam kalmadı. Vucûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıc veya bir mızrak yarası olmasın. Omru boyunca dîn-i İslÂmʼı yaymak icin savaşlarda at koşturan kimsenin sonu boyle yatak uzerinde mi olacak?!

Olumumu harp meydanlarında, atımın uzerinde, duşmana Allah icin kılıc sallarken şehîd olarak beklerdim.” dedi…

Sonra:

“‒Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın.” deyince ayağa kaldırdılar.

“‒Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşısın.” diyerek kılıcına dayandı.

“‒Olumu savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Olduğum zaman atımı, muhÂrebelerde tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan oleceğim. Mezarımı bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıc şakırtısından zevk alır.” buyurdu ve yatağına duşup kelime-i şehÂdet getirerek rûhunu teslîm etti.[2]

EBÛ EYYÛB EL-ENSÂRÎ

HÂlid bin Velid ’in oğlu AbdurrahmÂn ’ın komutasındaki İslÂm ordusu, Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in:

“İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne guzel kumandan, onu fetheden asker ne guzel askerdir!”[3] mujde ve iltifatına erebilmek umîdiyle sefere cıkmıştı.

Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’i altı ay kadar evinde misafir eden, Oʼnunla birlikte butun savaşlara katılan, hayatı boyunca Allah yolundaki hicbir hizmetten geri kalmayan Ebû Eyyûb el-EnsÂrî -radıyallÂhu anh- da ilerlemiş yaşına rağmen ordu icindeydi. Zira bu guzîde sahÂbî, hicbir zaman amellerini yeterli gormeyecek kadar yuksek bir kulluk mesʼûliyetine sahipti. Seksen kusur yaşında olmasına rağmen, buyuk bir îman heyecanıyla, hem de ikinci kez Konstantıniyye seferine katıldı. Bu meşakkatli yolculukta rahatsızlandı. VefÂtı yaklaşınca da asker arkadaşlarına şoyle dedi:

“–Şayet olursem beni yanınıza alın ve Rum topraklarına doğru gidebildiğiniz en son noktaya goturun. Duşman saflarıyla karşılaşıp artık ilerleyemez duruma geldiğinizde beni oraya, ayaklarınızın altına defnedin!..” (Bkz. Ahmed, V, 419, 416)

VelhÂsıl Eyyûb Sultan Hazretleri, bu seferde vefÂt edip şehîd olarak mustakbel fethin ilk neferlerinden olma bahtiyarlığına erdi. Vasiyeti uzerine de surların yakınına, bugun kendi adıyla anılan Eyup semtine defnedildi. Boylece hayÂtı boyunca Allah yolunda hizmet ve gayrete koştuğu gibi, vefÂtından sonra da kabriyle arkasından gelecek olan İslÂm askerlerine daha ileriye gidebilmeleri icin hedef gostererek hizmetine devam etti.

YAVUZ SULTAN SELİM

Allah yolunda hizmete azmetmek icin îman heyecanın son nefese kadar dipdiri kalması zarûrîdir. Bunun icin gonlun dÂim CenÂb-ı Hak ile beraber olması gerekir. Asr-ı saÂdetten sonra İslÂmʼın en şanlı safahÂtını teşkil eden ecdÂdımız Osmanlıʼnın yukseliş devresinde, pÂdişÃ‚hından erine kadar butun bir toplumda bu ruh heyecanı zirve seviyede yaşanmaktaydı. Nitekim cengÂver pÂdişah Yavuzʼun hÂli bu hakîkatin bÂriz bir misÂlidir.

Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinden dondukten sonra 1520ʼde, yeni bir sefere hazırlanmak icin Edirne ’ye doğru yola cıkar. Babasının vefÂt ettiği Uğraş Koyu ’ne gelir. Orada, sırtında cıkan bir sivilceyi, îkazlara rağmen koparıp kanatır.

Bu hÂdiseyi, Yavuz ’un nedîmi olan Hasan Can şoyle anlatır:

“Sırtında şîrpence adı verilen bir cıban cıkmıştı. Cıban, kısa zamanda buyudu, bir delik hÂline geldi. Yaranın icinden Yavuz ’un ciğerini goruyorduk. Kendisi cok muzdaripti. Yaralı bir arslan gibiydi. Aczi, bir turlu kabullenemiyordu. CengÂverlerine taktik ve tÂlimat vermeye devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hÂlini kasdederek:

«–Hasan Can, bu ne hÂldur?» dedi.

Ben de, artık fÂnî yolculuğun sonuna gelmiş, bÂkî hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim icin yureğimi yakan ayrılık huznuyle:

«–PÂdişÃ‚hım, artık AllÂh TeÂl ile beraber olmak zamanınız herhÂlde geldi!» dedim. Koca sultan dondu, yuzume hayretle baktı:

«–Hasan, Hasan! Sen beni bu Âna kadar kiminle beraber zannederdin?! CenÂb-ı Hakk ’a teveccuhumde bir kusur mu muşÃ‚hede eyledin?!» dedi.

Bu sozler karşısında mahcûb olarak:

«–HÂşÃ‚ Sultanım! Oyle demek istemedim. Sadece icinde bulunduğunuz zamanın diğerlerinden farklı olduğunu beyÂn icin ihtiyaten boyle cur ’et edebildim.» dedim.

Koca Sultan, artık bambaşka Âlemlere dalmış vaziyette bana son hitÂbı olarak:

«–Hasan! Sûre-i YÂsîn ’i oku!» dedi.

Nemli gozlerle tilÂvete başladım. «SelÂm» Âyetine geldiğim zaman muazzez rûhunu Rabbine teslîm etti.”

ZÂBİT MUZAFFER (MEHMETCİK)


Olumu bir husran olmaktan kurtarıp bir zafere donuşturebilmek, onu mÂtem değil de bir “Şeb-i arûs” hÂline getirmek, olume hazırlanıp olmesini bilenlerin kÂrıdır. Bu istikÂmette yaşanmış feyizli bir hayÂtın ardından Rabbine kavuşan bahtiyarlardan, şanlı tÂrihimize eşsiz bir hÂtıra hediye etmiş ornek bir şahsiyet de ZÂbit Muzaffer adlı Mehmetciktir.

Canakkale harbinde gosterdiği mustesn gayretlerle buyuk faydalar sağlayan, sînesi îman dolu bu genc, Canakkale harbinden sonra da durmamış, vatan mudÂfaası icin bu kez doğu cephesine koşmuştu. Kanlı bir carpışma esnÂsında ağır bir şekilde yaralandı. Ardından gelecek nesle, ikinci ve ulvî bir hÂtıra daha bırakarak şehÂdet şerbetini icti. Şoyle ki:

Ateş hattında carpışan ve vazifesi başında şehîd olan ZÂbit Muzaffer Bey, son nefesinde artık sesinin cıkmadığı ve gozlerinin bir şey anlatamadığı dakîkada cebinden bir zarf cıkardı; sonra yerden bir cop parcası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı:

“–Asker! Kıble ne tarafta?!.”

Etrafındakiler, rûhunu, beytullÂha yonelerek AllÂh ’a teslîm etmek isteyen Muzaffer Bey ’i kıbleye cevirerek onun bu son arzusunu yerine getirdiler. Yuzu vuslat neş ’esiyle dolan zÂbit, muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslîm eyledi.

İşte bir kul, omru boyunca hangi meslek ve meşgûliyette olursa olsun, kıb­le istikÂmetinden ayrılmamışsa, son deminde de CenÂb-ı Hak ona bir vesîle ile kıbleyi bulmayı nasîb eder. İş hayÂtında, Âile yuvasında, beşerî munÂsebetlerin­de, kulluk mesʼûliyetlerinde, KurʼÂn ve Sunnet istikÂmetinde yaşayıp kelime-i tevhîdin muhtevÂsında bulunarak kıbleyi bulmuş olanlar, umûmiyetle son nefeslerinde de kıblenin huzurlu iklîmine dÂhil olurlar.

[1] Bkz. BuhÂrî, MeğÂzî, 44.

[2] Bkz. SÂdık DÂnÂ, İslÂm Kahramanları, c. 1, sf. 68-69, Erkam Yayınları, İstanbul, 1990.

[3] Ahmed, IV, 335; HÂkim, IV, 468/8300.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Genclik , Erkam Yayınları
İslam ve İhsan