Yazın bu kucuk mahalle kahvesinin bahcesine sık sık gittiğim icin, karayelin, tipinin cılgınca savrulduğu akşam, iceriye girdiğim zaman yadırganmadım. Kahve sapa bir yerdeydi.

Yapraklarını dokmuş iki soğut ağacı ile uzerinde hÂl uc dort kuru yaprak sallanan bir asmayı kar oyle işlemişti ki bahar akşamları, yaz geceleri pek sevimli olan bahcenin mora kacan beyaz bir ışıkla dibinden aydınlık haldeki guzelliğine şoyle bir goz attığım halde, camın kenarına yerleşip de buğuları silince uzun zaman daldım, hem sevdalandım. Bu mor ışık o kadar cabuk koyulaştı ki, kahve daha ışıkları bile yakmamıştı. İnce belli cay bardaklarının en guzelini bırakıp giden kahveci:
-Kışın da guzel değil mi, bahce? -dedi.
Bahcedeki mavi boyalı kasımpatılarının uzerine birikmiş karları gosterdi.

-Morukların soylenmeyeceğini bilsem, ışıkları daha yakmazdım ya -dedi-, neredeyse homurdanmaya başlarlar.
Kahve, ışıklarını yakınca dışarıdaki karın ışığı sondu. Sekiz kişi ya var, ya yoktu. Kucuk kapağının icinden alevler atarak yanan sac sobanın sağ tarafının neredeyse kıpkırmızı kızaracağını biliyor, bekliyor, bekliyordum. Yanımda tavla oynayanlar vardı. Bir zaman onlara daldım. Ara sıra camı silerek alnımı camlara yapıştırıp dışarıyı seyrettim.
Evimden cıkınca ortalığın sessizliğini, bu sessizliğe lapa lapa kar yağdığını gormuş, yurumek hevesine kapılmış; ana caddeleri, arkadaş tesaduflerini, malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha aaa, daha temiz biriktiği, insanların az gectiği bir semte gitmek uzere tenha tramvaya atlamış, buraya gelmiştim. Ama ben gelirken yarım saat icinde hava değişmiş, karayel kudurmuş, lapa lapa yağan kar, kucucuk kucucuk soğuk darı taneleri halinde kaynaşmaya başlamıştı.
Kahveciye:
-Bugunku gazete var mı? -diye sordum.
Elime bir gazete tutuşturdu. Bir taraftan kafamdaki havadislere dalmaya calışıyor, ote yandan kahveciyi dinliyordum. Maişet derdi munakaşalarından ote insanlar bir şey konuşmuyorlardı. Bir ara kahvenin kapısı ruzgÂrla, bir adamla beraber acılıyor, avuclarını ufleyerek o adam iceriye dalıyor, sobanın onunde karnını, gobeğini, goğsunu, dizini iyice ısıttıktan sonra bir tarafa ilişiyor, ya kendi kendine hulyaya dalıyor, yahut da bir tavla partisinin iki kişilik eğlencesine, oyuncuların itirazlarına rağmen bir ucuncu olarak katılıyordu.
Sedirde oturan ihtiyarların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum, ama yuzlerinde huzunlu bir şeyler vardı. Uzun uzun susuyorlardı. Artık epey bir zamandır kahveye insan gelmediğini farkettim. Kucucuk yuvarlak saat, kahveciden yana donuk olduğu icin, saatin kac olduğunu kestiremiyordum. Epey bir zaman gecti. Bircok insan gitti. Kahveci, nihayet saatini benden yana cevirdi. On bucuktu. Oyle bir uyuşukluk icinde idim ki kalkıp gidemiyordum. Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci:
-Eviniz yakınsa acele etmeyin -dedi-. Biz, bire kadar acığız. Buradan iyi yer mi bulacaksınız?
-Ya? -dedim-. Bana bir cay daha yap oyleyse... Bir dilim de limon.
Tam bu sırada iceriye birisi girdi. Kaşına, kirpiğine kar dolmuş, ustune beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru yurudu. Ustunu başını supurdu. Bir sandalyeye coktu. Genc, cok genc bir adamdı. Yuzundeki karlar eriyince beyaz, yuvarlak bir yuz meydana cıktı.
Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken, o girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarını şakırtı ile kapatıp cıkıp gittikten sonra bu sukût busbutun arttı, uzadı.
Genc adama baktım. Bir sandalyenin uzerinde oturmuş, onune bakıyordu: İhtiyarlar sakin, ciddi, Âdeta haindiler. Kahveci, başını iki eli arasına almış, kahve ocağında oturuyordu. On dakika bir mecliste insanların susması korkunc bir şeydir: Dehşetli bir sukût uzuyordu.
Genc adam ayak ayak ustune atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir turlu oturduğu yerde rahat edemiyordu. Belinden yukarısı, imtihan olan bir talebeyi andırıyordu, korkak korkak bakıyor, ayakları ise imtihan heyeti masa altından ayak ayak ustune attığını goreceklermiş korkusu icinde gibi, bir inip bir kalkıyordu. Ayağının birisine altında kırmızı yamalar sallanan bir lastik artığı gecirmiş, bunu iple de bağlamıştı. Otekisinde, torik ağzı gibi acılmış, altından hÂl ızgaraları sallanan bir futbol ayakkabı eskisi vardı.
Kahvede sessizlik uzadıkca uzuyordu. Şaşırmıştım. Neredeyse birinin, ya:
-Şeytan gecti!
Yahut da:
-Kız doğdu!
Diyeceğini bekliyordum. Hepimiz guluşecektik.
HÂl kimse bir şey soylemiyordu. Tekrar gozum adama ilişti. Yuzunu değil, geniş alnını goruyordum: Kırışıksızdı, manasızdı. Ustunde ceket yoktu. Yalnız siyah cizgili beyaz bir mintan vardı. Kirli beyaz renkli bol bir kazağa burunmuştu. Kazağın on zaviyesini bir cengel iğne ile tutturmuştu.
Meraklanmış, şaşırmıştım. Bir hareket bile yapamıyordum.
Bu sırada kahvenin kapısı acıldı. İceriye bir adam girdi. İhtiyarlara doğru yurudu:
-Sizi cağırıyor -dedi-. Aklı yerinde ama, sabaha cıkamayacağına kalıbımı basarım. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Ali Ağa. Seni de Mahmut Cavuş. İstersen sen de gel Hasan. Seni cok severdi.
Orada oturan uc kişi ayağa kalktılar. Soba kenarında oturana en kucuk bir goz atmadan, ama ona dik dik bakarmış gibi bir halde gecip gittiler. Sanki gozlerini mahsus ondan ceviriyorlardı. Genc adam, buyuk gozlerini acmış, gidenlere yalvarır gibi bakıyordu.
Kahveci yeni gelene bir cay olsun getirmiyordu. Az sonra yerinden kalktı. Onumdeki fincanı kaldırırken:
-Şu zavallıya da, benden bir cay yap -dedim.
Bana, yalnız gozkapaklarını kaldırıp indirerek bir tuhaf baktı. Cay getirmeye gittiğini sandım.
Onumden gecerken cocuk birden ayağa kalktı. Kahvecinin onune dikilmişti. Kahveci farkında değilmiş gibi yan donerek uzaklaşırken:
-Babam, değil mi? -dedi-. Oluyormuş değil mi?
Kahveci susuyordu. Bu hain, kotu, acı bir sukûttu. Sonra sanki buzlar erimiş gibi oldu. Ama cevap yine benim icin manasız, cocuk icin de acı idi:
-Senin baban değil o.
Genc adam bir şey soylemedi. Bir şeye karar vermiş gibi hızla yurudu. Kapıyı bir turlu acamıyordu.
Kahveci:
-Sakın eve gideyim deme. Kapıda teyzenin oğlu bekliyor, gebertir seni!
Cocuk duşundu. Butun kararları ucmuştu. Yuzunde iradesiz hatlar belirdi. Kendisini iceriye iten ruzgÂrı deler gibi gitti.
Bir zaman bir şey soramadım. Kahvecinin arkası bana donuktu. Gurultu ile bir şeyler yıkıyordu. Yuzunu benden yana dondurmesini bekledim. Ama bir turlu işini bitiremiyordu. Nihayet dondu.
Ben:
-Nedir bu Allah aşkına? -dedim.
Belindeki onluğu cıkarmaya uğraşıyor, cevap arıyor gibi, duşunuyordu.
Kapı acıldı. Bir ihtiyarla beraber deminki adam girdi. Daha kapıdan girerken:
-Ruhunu teslim etti -dedi-, oteki savuştu mu?
Kahveci elleri onluğunun arkadaki bağlarında, donmuş gibiydi. Onu cozeceğine tekrar bağladı. Masama doğru geldi. Sanki bana acıklaması lazımmış gibi:
-Arabacı KÂmil Ağa -dedi-, oldu de... O deminki it, oğlu idi. Kız kardeşini kotu yola surukledi diye babası reddetmişti.
Sonra oteki adamlara dondu:
-Namussuzum -dedi-, pişmanlığından değil, miras vururum diyedir.
İhtiyarlardan biri, bu soze taraftar olmadığını gosteren bir yuzle:
-Pişman olsa da affedilmez o! -dedi.
Ben dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl sorduğumu, nicin sorduğumu bilmiyorum. Bu tesiri yapacağını hic duşunmeden budalaca sordum:
-Kız ne oldu?
Tuhaf bir şey oldu. Birbirlerine bakmadan, halleriyle bakar gibi yaptılar. Ses seda cıkmadı. Deminki sukûtun bir başka turlusu icine duştuk.
Hatta gozlerle değil ama, sukûtta ve sukûtun hareketsizliğinde:
-Bunu niye sordun?
-Ne luzumu vardı?
Başka soracak şey yok muydu?
-Ne de meraklı imişsin!...
Diyen bir hal vardı.
Kimse cevap vermedi, parayı masanın uzerine bıraktım. Kahveciye baktım. Başı onunde duşunuyordu. Sapsarı idi. Elleri hÂl onluğunun bağlarını cozmeye calışıyordu. Kapıyı actım. Cekip gittim. Kızın ne olduğunu oğrenemedim ama, onu kahvecinin kotu hayattan cekip aldığını mı anladım nedir?

alıntı