gokyuzu gibi birşey bu cocukluk hicbir yere gitmiyor
SELİM İLERİ'nin YAZISI


‘Gecmiş, Bir Daha Geri Gelmeyecek Zamanlar’ı niye yazdım? Ziya Osman Saba’nın izini surerek Değişen İstanbul’u kaleme getirmek icin mi? Cocukluğum, o dunya, busbutun yitip gitmesin diye mi? Sordum ama yanıtlayamadım. Şimdi gece, yine ayışıklı bir gece. Yarın karşıya, Kadıkoyu’ne gececeğim. Oysa perili evlerimden hicbiri kalmadı Kadıkoyu’nde.
Oktay Rifat o guzel şiirinde oyle diyor:

Perili evler vardı eskiden

Sonra ne oldu, periler mi cekip gitti, evler mi goctu; bir gun İstanbul perili evlerini tumden yitirdi. Bazan da başka turlu duşunuyorum: Butun gecmiş zaman bir perili ev!

Hatırlayabildiğim en eski anı... birkac zamandır, nedense, hatırlayabildiğim en eski anıya savrulup duruyorum. Bu kez Edip Cansever’den bir dizeyle:

Gokyuzu gibi cocukluk hicbir yere gitmiyor

Oyle sanıyorum ki, iki uc yaşlarımda olmalıyım. Uc değilim herhalde, cunku hÂl cocuk arabasındayım. Bununla birlikte hayal meyal hatırlıyorum: Bir sonbahar veya ilkbahar gunu. Guzun sonlarında, ilkbaharın iyice başlarında. Annemin sırtında siyah manto var. Annem olduğunu sonradan duşuneceğim bir kadın, genc bir kadın. Ama daha cok o mantoyu hatırlıyorum. Siyah, astragan yakalı.

Yağmur başlıyor. Bir el, cocuk arabasının ustunu ortuyor.

Bulunduğumuz yer, her nedense, Altıyol gibi geliyor bana. Bugunun kalabalık, taşıt kargaşası Altıyol’una hic benzemeyen, ıssız bir Altıyol. Şurada, dedemin kucuk kitapcı dukkÂnı. Altıyol’dan Bahariye’ye doğru, yukarı cıkıyormuşuz gibi. Yağmur yağıyor, yuzum ıslanıyor...

Hatırladıklarımı doğrulayan tek şey, o manto. Cunku o zamanlar yeniymiş. Annem uzun yıllar giydi onu. Sekizli, onlu yaşlarıma kadar giydi. “Nasıl hatırlarsın?” dediler bana, “O zaman yeniydi, evet, vardı...” O yıllar, durmadan manto değiştirilen yıllar değildi. Tasarruf duşuncesinin baskın cıktığı bir donem. Annem yıllarca aynı mantoyla yaşadı. Kumaş epridi, siyah kurşunîleşti...

Sonraki anım yine Kadıkoyu’nde ve yine sokakta. Artık cocuk arabasız. Annemle bir yere gidiyoruz, galiba bir mağaza. Bir adam anneme bağırıyor. Annem de bir şeyler soylemeye calışıyor. Oradan cıkıyoruz ve annem duşuyor. Cok korkuyorum, ustune kapanıp ağlıyorum. “Korkma, bir şey olmadı” diyor ama, dizi kanıyor...

Artık usul usul Kadıkoyu belirmeye başlıyor. Bahariye Caddesi’nde Geren Apartmanı’nda oturuyoruz, giriş katında. Geceleri korktuğum koridor, koridorun ortasında bir sandık durur, ustu goblen kaplama, goblende guller, pembe guller. Bir de mutfağın kucuk balkonunu hatırlıyorum. Kimileyin, mangalda kofte pişirilirdi.

Kadıkoyu’nun cok başka bir dunyası vardı. Bircok ayrıntı bende iz bırakmıştır. Bir defa cicekler! Bitki ortusuyle, doğayla ilk yuz yuze gelişim. Yazar olmak ulkumde, ciceğin, yeşilin rolu buyuk. Renkler, şekiller, hele rayiha... Şifa’daki Bakla Tarlası Apartmanı’nın kapısındayım. Sarmaşık tarzı bir cicek kapıyı sarmış: Carkıfelek. Şimdi İstanbul’da az rastlanılıyor. Ortası Âdeta saat kadranıydı, simsiyah ve benek benek, top top akrebi ve yelkovanı, kendisi beyaz ve sapsarı. Carkıfelek bende bir ruya olarak yaşadı.

Yarım yuzyıl oncesinin Kadıkoyu’nde cok az apartman vardı. Ahşap doku silinmemişti. Bahariye Caddesi apartmanlıktı ama, yanı başında Şifa, Yoğurtcu, Moda, Fenerbahce eski guzel Kadıkoyu evleriyle bezenmişti, ahşabı, kÂgiri. On bahceleri suslu puslu koşkler yok olmamıştı. Hele, Goztepe’ye, Neşecan Yenge’lere gittiğimizde, art arda surup giderdi koşkler.

Neşecan Yenge’nin koşku de, muhakkak ki bir perili evdi. Duvarlarda hat sanatının seckin ornekleriyle tablolar yan yana asılı dururdu. Civanyan’ın biri sisler icinde İstanbul silueti, otekisi Galata’da yangın, iki yağlıboya resmini daha dunmuşcesine hatırlıyorum. Aslında, ikisinden de biraz urkerdim. İstanbul silueti ince beyaz sis gerisinde, soluk renklerle tasvir edilmişti. Yangın ise, kızıllı turunculu, alev alev.

Kadıkoyu’nun ilk apartmanlarına gelince, onlar da farklıydı. Eski mimari duzenin bahce tutkusu sanki son defa bu apartmanlarla suruyordu. On ve arka bahceler. On bahcelerde daima mevsim cicekleri, yani mevsimden mevsime değişen cicekler, hercÂyî menekşeler, yıldızlar, guller, kasımpatılar. Arka bahcelerde ille meyve ağacları. Demin andığım Bakla Tarlası Apartmanı’nın arka bahcesinde elma, şeftali, armut; sarı kiraz bile vardı. Yeşil erik de vardı. Ham yeşil erikleri gizli gizli kopartıp yerdim.

Bakla Tarlası’nın hemen karşısında Şifa, bir cıkmaz sokak. Sokağın sonunda, deniz ustunde Dr. Mahmut Ata’nın buyuk evi. Damında horoz bir ruzgÂrgulu. Gunlerce seyredebilirdim horoz ruzgÂrgulunu.

Ciceklere, ruzgÂrgulune gonul vermişim meğer, denize, yelkenlilere, boz kayalıklara, sonbahara, sonbaharla birlikte cırpınan, kayalara carpan sulara...

Bu hatırlayışlarda, seslerden cok, galiba renkler ve şekiller, sonra hep deniz: Şifa’nın ucunda yar. Boz kayalıklar akşamla birlikte morlaşır.

Sesler de vardı tabiî, olmaz olur mu! Radyonun sesi vardı, alaturka şarkılar, Sabite Tur Gulerman diye bir ad... Annem bazan, pek ender, şarkılar mırıldanırdı. Ama “Yıldızların altında mavi nurdan bir ırmak”ı dinlemeye katlanamazdı. Sebebini Annem İcin’de yazmıştım. Aynı acıyı bir kez daha yazmak istemem.

Sesler vardı, tren sesleri, trenlerin sesi. Henuz bomboş bir Kadıkoyu’nde, otelerde, dedemin evinden, Ankara’ya giden trenin sesi işitilir. Tren yolunu gorursunuz. O ses, o goruntu urpertir. Cunku ayrılık. Ayrılığı ilk o keskin, uzayıp giden tren duduğuyle oğrendim. Cunku tren gidiyor, buradan ayrılıyor; biz burada kalıyoruz...

Goruntuler: Fenerbahce, Kalamış, Moda, koylarda sayısız yelkenli. Hep beyaz yelkenler. Kimileri de mavi ve beyaz, kırmızı ve beyaz. Yelkenliler etkilerdi, suzulup gidişleriyle, yelkenlerinin kabarıp kabarıp ruzgÂra meydan okumasıyla.

Unutamadığım yerlerden biri, Moda Plajı. Moda Plajı ses, renk, ışık, koku... Koku diyorum, cunku plaj yosun, iyot kokardı. Diğer plajlardan daha cok severdim Moda Plajı’nı. Orada muzik vardı. Donemin butun sevilmiş şarkılarını, art arda, sesyukselticiler dalgalandırdıkca dalgalandırırdı. Paul Anka’nın “You are my destiy destiny”si, Elvis Presley’den “İts now or never”. Bir şarkı daha vardı, Paris’te ilkyazı, yazı, guzu sevdiğini soyleyen.

Perili... perisel bir iki gece; soz acmalıyım; sandallarla ayışığına cıkmıştık. Şifa’dan Kalamış’a doğru. Deniz Kulubu’ne doğru yol alınıyor.

Cocukluğumda bir soz vardı: Aydedeye misafir olmak. Artık kimse kullanmıyor. Geceleyin eve donememek, acıkta kalmak demekmiş. Ama o zamanlar, sandallarla mehtaba cıktığımız gecelerde, ben aydedeye misafir olduğumuzu duşunurdum. Deniz Kulubu’nun onune gelince, mola verilirdi. Bu kez, Kulup’teki orkestra, yine şarkılar, dans edenler.

Bu gecmiş zaman hasreti nerden cıktı diyeceksiniz. MÂziperestlik, bugunden kacmakla eşanlamlıymış. Galiba. Belki kacmaya calışıyorum bugunden. Bir de, Gecmiş, Bir Daha Geri Gelmeyecek Zamanlar dediğim ırmak romanım yeniden yayımlanıyor. Haftalardır okuyorum. Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’da, Gramofon HÂl Calıyor’da Kadıkoyu’nden, cocukluğumdan epey soz acmışım. İlk kez yayımlanacak son ciltte, Daha Dun’de yine oralara, Şifa’ya, Muhurdar’a donmek istedim. Gelgelelim kelimelerim tutuk, anlatışım olgundu. Periler cekip gittiklerinden mi?

Gecmiş, Bir Daha Geri Gelmeyecek Zamanlar’ı niye yazdım? Ziya Osman Saba’nın izini surerek Değişen İstanbul’u kaleme getirmek icin mi? Cocukluğum, o dunya, busbutun yitip gitmesin diye mi? Sordum ama yanıtlayamadım.

Şimdi gece, yine ayışıklı bir gece. Yarın karşıya, Kadıkoyu’ne gececeğim. Oysa perili evlerimden hicbiri kalmadı Kadıkoyu’nde. Yoğurtcu’ya inerken ihtiyar manolya ağacı, biliyorum, perili bir ağac.

Cuma Ertesi