Yıkıntının altından cıkarılan ve hÂl nefeslenen beden, yoğun yaşanmış bir gecmişten ve hayatına karışmış bir cok dokunuştan yoksun kalmanın acısıyla dovulur. Artık hicbir şey eskisi gibi kalmaz/devam etmez; yıkım sonrasının boşluklarıyla eksik yaşanır her şey. Bir papatyanın sarı-beyaz kışkırtıcılığı soluklaşır, delişmen yaşantıların sesi kısılır. Kalpten dış hatlara doğru yuruyen hareketin, heyecanın hızı duşer/durur; bu yuruyuşten geriye sadece suskun izler kalır.
Depremi gormedik, yaşadık! Bir ruyadan uyandık! Hayatın soğuk yuzuyle yuzleştik!... Ve şimdi, cozumsuzluğun orta yerinde olume tebessum ediyor, acziyet icinde suskun izlere ağlıyoruz. Oylece ortada kalmışken, binlercenin evi cokmuş; gun ışığına doymamış narin bedenler toza karışmış; bir ulkenin yureği burkulmuş... Bir şey yapamıyoruz...
Depremin otesinde bir şey oldu. Alevlerle hırcınlaşan deniz, kara parcasının uzerine yurudu. Yıkıntılar olumu, olum de acıyı coğalttı. Binalar dibe, olu sayısını veren rakamlar ise tavana vurdu. Gazeteleri okuyamıyor, televizyonu seyredemiyoruz. Hayat butun cazibesini yitirdi; galiba bugunlerde, sadece unutabilen,


farkında olmayan, bîhaber kalabilenler icin guzel ve dayanılırdır.
Olum o kadar anlamsızlaştı ki!... Gazetelerin dili o kadar soğuk ve boş ki; 'Yıkıldık... 10.000 olu var.' Oysa daha dun, fantezi bir hayatın idolu olan birinin şarkısından sloganlar uretiliyordu: 'Yıkılmadık, ayaktayız!..' On bin yurek, on bin dunya, on bin ses, on bin koku, on bin korku, on bin yaşanmışlık, on bin heyecan, on bin farklılık., hepsi, soğuk ve dar rakamların icine sıkışabilir bir hal aldığından bu yana olum; sesini, soluğunu, heyecanını, urpertisini ve anlamını yitirdi. Olu bedenlere basılarak geciliyor; yanı başlarında denize girilip guneşleniliyor. Uzeri paparazi haberleriyle dolu gazetelerle ortulu cesedin etrafında dolaşan yuzler, hicbir şey soylemiyor. Anlamı olmayan ve bir değer adına yaşanmayan hayatın icinde gercekleşen olum, artık




Hayatın karmaşası icinde yuzleştiğimiz trajedilere kendimizce yorumlar getiriyor, sorulara cevap veriyorduk. Şimdi biz soruyoruz: Niye boyle?!
İnsan o kadar cÂresiz ve bir o kadar da Âciz ki!... Teknoloji insanın hayÂl edebileceğinin otesini kurcalıyormuş. İnsan kopyalanıyormuş. Hız ve mesafe yeniden tanımlanıyormuş... Hicbiri o tek soruya cevap (merhem) olmuyor. Gunler sonra yıkıntıların altından cıkarılan bedenler karşısında, bilgi cağının buyuklenmeleri de deprem geciriyor ve anlamsızlaşıyorlar.
Sınırsız buyume, temeli olmayan bir kibir, uretim ve tuketimdeki doyumsuzluk, her şeyin sihrini bozdu. En kahredicisi de, ac gozlu bir tipin, kıyametin kopacağına hÂl inanmıyor oluşudur; murevazı, sÂde, kalabalık olmayan, kÂinatla uyum icindeki hayatı yaşayanları 'ilkel'ce yorumlamasıdır. Oysa doyumsuzluğuyla, kibriyle, dayatmalarıyla ve yıkımlarıyla kıyameti kacınılmaz, hayatı da yaşanılmaz kılan o değil mi?
Karşımızda fizikî ve sosyal bir yıkım var. Fizikî yıkıntıyla birlikte sosyal ve psikolojik cokuntu icine girdik. Şu soruyu sormaktan cekiniyor gibiyiz: sosyal gercekliğimiz, fizikî cokuntuye davetiye cıkarmış olamaz mı? Ekran ekran dolaşan akademisyenlerin yuzlerinde, yaptıkları butun acıklamalara rağmen, depremi izah edememenin sıkıntısı ve acziyeti okunuyor. Yuzumuzu başka bir yone ceviriyoruz. Her şeyin, gorunur ve gorunebilir olandan ibaret olmadığına inanıyor, Rabbimize sığınıyoruz: Allah'ım!.. Bizi nefsimizle ve selîm olmayan akılla baş başa bırakma! Kendine yakın ve kul eyle!..