Siklus duzensizlikleri ve psikiyatri ilişkisiMenstruel siklus, santral sinir sistemi (SSS), hipotalamus, hipofiz, over arasındaki karmaşık ilişki sayesinde duzenliliğini korumaktadır. Dopaminerjik, noradrenerjik, ve opioid noronlar, hipotalamustaki reseptorlerine bağlanarak, pulsatil tarzda GnRH salınımını, bu da hipofizden FSH ve LH salınımını uyarır. Bunlar ise overde ostradiol ve progesteron yapımını sağlarlar. Tum SSSde, hipotalamus ve hipofizde yaygın olarak bulunan ostradiol reseptorleri, feed-back mekanizmasının calışmasında belirgin rol oynarlar. Fetal hayatta fonksiyonel olan hipotalamus-hipofiz-over aksı, cocukluk doneminde inaktifleşir, puberte ile birlikte tekrar calışmaya başlar. Diyet, egzersiz ve psikolojik stresin bu mekanizmalar uzerine ceşitli yollardan etki ederek puberte başlangıc ve gelişimi ve adolesan donemdeki menses duzeni uzerine etkili olduğu bilinmektedir. Pubertedeki gecikme ve hipotalamik amenorenin en onemli sonucları ise hipoostrojenizm ve osteoporoz gelişimidir.
Puberte başlangıcı ve ozellikle de meme gelişiminin gorulmesiyle birlikte, gunduz uyanık haldeki LH salgısı, uyku haline oranla artmaktadır. Bunun tersine; puberte oncesi ve erken puberte doneminde ise uyku halindeki LH 4 kat fazladır. Yaklaşık 16 yaşına gelindiğinde ise uyanık haldeki LH puls sıklığı 4 kat, buyukluğu ise 9 kat artarak, 24 saatlik ortalama LH konsantrasyonu toplam 40 kat artış gostermektedir. GnRH'un, FSH uzerine olan etkisi ise bundan cok daha belirgin gorulmektedir.
Gectiğimiz yuzyılda, menarş, her 10 yılda bir 3-4 ay one gelmek suretiyle, giderek daha erken yaşlarda gorulmektedir. Beslenmedeki olumlu gelişmelere bağlanan bu durumun, son zamanlarda yapılan calışmalarda yavaş yavaş tersine donme eğilimi gosterdiği bildirilmektedir. Adolesanlarda daha zayıf olma isteği ve egzersiz yapılmasının buna neden oldugu ileri surulmektedir. Nitekim, yoğun egzersizin, yapıldığı her yıl başına, menarş yaşını 5 ay geciktirdiği tespit edilmiştir.
Hormonlar dışında, vucut ağırlığı ve yağ oranının, diyet ve fiziksel - psikolojik stresin de siklus duzeni uzerine belirgin etkili olduğu kabul edilmektedir. İlk kez 1977 yılında, vucut yağ oranının, ovulasyon olabilmesi icin %17, duzenli siklusların devamı icin se %22 olması gerektiği ileri surulmuştur. Daha sonra yapılan ceşitli calışmalar ise, siklus duzeninin korunmasında sadece bu kriterlerin ya da bel/kalca oranının tek başına etkili olmadığı, diyetle kalori alımı ve protein/lifli gıda oranının ve de stresin cok onemli olduğu sonucuna varılmıştır. Atletlerde, stresin ozellikle opioidleri ve kortikotropin serbestleştirici hormonu (CRH) arttırdığı, bunların ise GnRH salınımını baskıladığı ve LH pulsatilitesini olumsuz etkilediği, boylece amenorenin gorulduğu kabul edilmektedir. Adolesan donemdeki aşırı egzersizin yol actığı gec menarş ve amenorenin onemli ve olumsuz bir etkisi de kemik gelişimi uzerinedir. Yapılan calışmalar, hipoostrojenik durumdaki ağır egzersiz yapan adolesanların, mutlaka diyet dışında da kalsiyum almalarının gerektiğini ve hatta ostrojen replasmanı yapılmasının uygun olabileceğini gostermiştir.
İdeal vucut ağırlığının %15'den fazlasının kaybı, davranış bozuklukları ve hipotalamik amenore ile karakterize “anoreksiya nervoza” da stres ve duygudurumun, siklus uzerine ne denli etkili olduğunu gosteren başka onemli bir klinik tablodur. Amenore, nadiren kilo kaybından once ama coğu kez sonra gorulduğunden, erken klinik tanı acısından değerli değildir. Altta yatan psikolojik sorunlar duzeltilmedikce, ideal vucut ağırlığı tekrar normal değerlere getirilse bile, siklus eski duzenine donmemektedir. Ostradiol metabolizması, ostriol yonunden ziyade katekolostrojenlere donmekte bu da dopamin sekresyonu artışına yol acarak GnRH pulsatilitesini ve salgısını baskılamaktadır. Anoreksiya nervoza olgularının %10'u tum cabalara rağmen kaybedilmekte, diğer bir %10'u ise, duzeltilemeyen amenore ve ideal vucut ağırlığının %15 altındaki değerlerle yaşamlarına devam etmek zorunda kalmaktadır. Olguların %35'i ise kısmen duzelmekte ama siklus duzensizlikleri ve kilo alamama sorunu devam etmektedir. Bu olguları bekleyen cok onemli başka bir tehlike ise kemik kaybı ve osteoporozdur. Yapılan calışmalar, ozellikle kortikal kemik kayıplarının cok zor ve gec duzeltilebildiğini gostermektedir. Bu olgularda kemik yapımı azalmış, yıkımı ise belirgin olarak artmıştır. Ostrojen eksikliği dışında, kalsiyum alımındaki duşukluk, glikokortikoid yuksekliği ve adale kitlesinideki azalmanın da osteoporozu arttırdığı duşunulmektedir. Bu nedenle, tedavide yalnızca kalsiyum alımının arttırılması yetmemekte, kortizol yuksekliği ve ostrojen eksikliğinin de duzeltilmesi de gerekmektedir. Strese bağlı gelişen amenorelerde, ozellikle geceleri melatonin duzeyinde onemli bir artış olduğu tespit edilmiş, bu nedenle de melatonin duzeylerinin anoreksiya nervoza ve bulimi gibi yeme bozukluklarıyla ilişkisi araştırılmıştır. Ancak, bu tur yeme bozukluklarında oluşan siklus duzensizlikleri ve amenorenin melatonin yoluyla gercekleşmediği sonucuna varılmıştır.
Adolesanlarda gorulen amenorelerde, genellikle stres suclanmış, ama asıl mekanizma net aydınlatılamamıştır. Stres altındaki hayvanlarda, ozellikle luteal fazda LH'ın baskılandığı ve stres gectikten sonra bile saatlerce duşuk kaldığı gorulmuştur. Opioid antagonisti olan nalokson verildiğinde, stres sırası ve sonrasında LH'da gorulen bu baskılanmanın azalması ve hatta LH duzeyinde artış gorulmesi, strese bağlı amenorelerin etiyopatogenezinde, endojen opioidlerin onemli rol oynadığı savını kuvvetlendirmektedir. Buna gore strese bağlı artan endojen opioidler, GnRH salgı ve pulsatilitesini baskılamakta bu da amenoreye yol acmaktadır.
Epidemiyolojik calışmalar, adolesan ve genclik doneminde (15-24 yaş), major depresif bozuklukların (MDB) kadınlarda (%20.6) erkeklerden (%10.5) 1.5-3 kat daha fazla rastlandığını gostermektedir. Bu fark ise ozellikle 12-14 yaşları arasında ve hatta meme gelişiminin Tanner 3 olduğu donemlerde ortaya cıkmakta ve daha sonra, ozellikle ostrojen ve testosteron gibi gonad hormonlarındaki artışla belirginleşmektedir. Ancak depresyon gelişim icin sadece hormonlardaki bu değişiklikler yetmemekte, gerek cevresel etkenler gerekse de endojen faktorler (kişilik/kognitif ozellikler) de cok onemli rol oynamaktadır. Menarş sırası ve hemen sonrasında gorulen duygudurum bozukluklarında, artmış olan serotonerjik sistem aktivitesinin de rolu olabileceği uzerinde durulmaktadır.
Gorulduğu gibi, gerek puberte ve adolesan donemde gozlenen değişiklikler bazen major depresyona kadar gidebilen bir dizi bozukluğa yola acabilmekte, gerekse de stres ve değişik psikolojik bozukluklar da siklus duzenini ve hormonları olumsuz etkileyebilmekte, kalıcı amenore ve uzun donemde hipoostrojenemi ve buna bağlı osteoporoz gelişimine yol acabilmektedir. Reproduktif tıp ve psikiyatri ilişkisi işte bu nedenlerden oturu de cok onem taşımakta, olgulara multidisipliner yaklaşım gerekmektedir.

[h=2]İstanbul Kadın Doğum uzmanlarına ulaşmak icin tıklayın![/h]